Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
Göksu Creek Park article
GÖKSU DERESİ MESÎRESİ – İstanbulun en eski mesiresidir.Karadeniz Boğazının Anadolu yakası,İstanbulun türkler tarafından fethinden yüzyıl önce türklerin eline geçmiş bulunuyordu ;“Göksu” adını da XIV.Yüzyılda almış olabileceğini tahmin ettiğimiz bu bu büyük derenin çok lâtif kıyıları,oralarda ilk yerleşen türklerin bir seyrü sefâ yeri olacağı âşikârdır.
XVII.Yüzyılda Evliyâ Çelebi Göksu Deresinin iki tarafının yüksek ağaçlarla , korularla kaplı olduğunu söyleyere kaydederek “..cümle uşşâkan kayıklarla bu nehirden ileri ferahfezâ köylere varıp ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler,seyri vâcib bir mesîredir..” diyor.
Divan edebiyatımızda,halk edebiyatımızda şiirlerle övülmüşdür ;XVI.Yüzyıl başlarında yaşamış Cemâlî Ahmed (ölümü 1512 ?) “Şehrengîzi İstanbul” isimli eserinde gençlerin Göksuda dolaşmasını şu beyitlerle anlatıyor :
Denizde pârei mihr içre hûban
Uçar san kasr ile Cennetde Gilman
Gemiyle ucune irince mahbûb
Çeker âşıklar anda sabrı Eyyûb
Bugün Göksû gibi bir câyi hurrem
Yârın Cennette görür mü ki âdem
XVII.Yüzyıl başında Nev’îzâde Atâî (ölümü 1632) “Hamse” sinde şöyle övüyor:
Ravzai Cennet gibi enhârı var
Her yana da kasri çemenzârı var
Bülbülü feryâda serâgaz ider
Mest idüb nağmeye âgaaz ider
Bin yıl olursan kaleme hemzeban
Binde bir evsâfı olunmaz beyan
Kâşif (...
⇓ Read more...
GÖKSU DERESİ MESÎRESİ – İstanbulun en eski mesiresidir.Karadeniz Boğazının Anadolu yakası,İstanbulun türkler tarafından fethinden yüzyıl önce türklerin eline geçmiş bulunuyordu ;“Göksu” adını da XIV.Yüzyılda almış olabileceğini tahmin ettiğimiz bu bu büyük derenin çok lâtif kıyıları,oralarda ilk yerleşen türklerin bir seyrü sefâ yeri olacağı âşikârdır.
XVII.Yüzyılda Evliyâ Çelebi Göksu Deresinin iki tarafının yüksek ağaçlarla , korularla kaplı olduğunu söyleyere kaydederek “..cümle uşşâkan kayıklarla bu nehirden ileri ferahfezâ köylere varıp ağaçlar altında zevk ve sohbet ederler,seyri vâcib bir mesîredir..” diyor.
Divan edebiyatımızda,halk edebiyatımızda şiirlerle övülmüşdür ;XVI.Yüzyıl başlarında yaşamış Cemâlî Ahmed (ölümü 1512 ?) “Şehrengîzi İstanbul” isimli eserinde gençlerin Göksuda dolaşmasını şu beyitlerle anlatıyor :
Denizde pârei mihr içre hûban
Uçar san kasr ile Cennetde Gilman
Gemiyle ucune irince mahbûb
Çeker âşıklar anda sabrı Eyyûb
Bugün Göksû gibi bir câyi hurrem
Yârın Cennette görür mü ki âdem
XVII.Yüzyıl başında Nev’îzâde Atâî (ölümü 1632) “Hamse” sinde şöyle övüyor:
Ravzai Cennet gibi enhârı var
Her yana da kasri çemenzârı var
Bülbülü feryâda serâgaz ider
Mest idüb nağmeye âgaaz ider
Bin yıl olursan kaleme hemzeban
Binde bir evsâfı olunmaz beyan
Kâşif (ölümü 1699), Göksuya gidecek kişinin ,Hisar-Göksu destinin de şarabla dolu olması gerekdiğini söylüyor :
Aceb mi Göksuya lebrîzi şevk olursa gönül
Hemîşe bâde ile pür gerek sebûyi Hisar
XVIII.Yüzyılın ilk yarısında Kâğıdhâne Deresi boyunda kurulan Sâdâbâd,İstanbulun dere kenarı, yalı boyu zevk ve safâ âlemlerinin ağırlığını Hâlicin bitimine çekmişdi,fakat Boğaz ve ne de Göksu İstanbullunun gözünden düşmedi, halk rağbetini kaybetmedi.Nedim bir gazelinde :
Fırkai erbâbı dilden zümrei zühhâdedek
Hep esîrindir beyim hattâ dili nâşâdedek
Şöyle mest olmuş ki açılmış giribânı kabâ
Nâfden tâ bendgâhı hançeri fûlâdedek
Göksu bir nâhoş hevâ şimdi Çubuklu pek ziham
Sevdiğim tenhâce çekdirsek mi Sâdâbâdedek
diyor, fakat başka bir gazelinde de,sevgilisi ile,yine tenhaca,Göksuda muhabbet ve işteri tahayyül ediyor :
Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçdi bir âfet var içinde
Olmakda derûnunda hevâ âteşi süzan
Nâyin diyebilmem ki ne hâlet var içinde
Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin içittik
Tenhâca varub Göksuya işret var içinde
Göksuda işret edilerek sürülen safâlarda,sevgilinin bir nigâr değil,mahbub olduğu ,o devrin hayatı toplum hayatı icâbıdır ;kadının Göksuya gidip oynaşı ile işret etmesi değil, kayıkla aslaa düşünülemez.İlk gazelinin ikinci beyti ise,ifâdemizin Nedimin ağzı ile ap açık beyanıdır.
Geçen sarın sonlarında çok meşhur kürdili hicazkâr bir şarkıdaki “kadehkâr” da Nedim’in gazellerinde terennüm edilmiş bir öyledir,hattâ diyebiliriz ki,Göksunun çanak çömlek,desti saksı imâlâthânelerinde çalışan bir dilber gencdir; radyolarımızda hâlâ okunan çok çok güzel şarıkının bestekârı Hiristâki Efendidir:
Gidelim Göksuya bir âlemi âb eyliyelim
O kadehkâr güzeli yâr olarak peyliyelim
Bize bu tâliimiz olmadı yâr neyliyelim
Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyliyelim
Gerçi bu güzel şarkının ikinci kıt’ası Göksudan Boğazın Rumeli yakasında ve yukarı boğazda Kalender mesiresine vermek gerekir atlamakdadır, belki de içkili muhabbetin “kalenderce” olduğunu söylemek içindir :
Çakalım semti Kalenderde kalendercesine
Fennî’nin “Sevâhilnâme” sinde Göksuya tahsis edilmiş beyitde de aynı îmâ görülür,şâirin “siyehçerde” den kasdı,güneşde yanmış,işlediği balçığın renginde bir dilberdir :
Mest (kanzil)(kandil) güç ile irdi gönül maksûde
Bir siyehçerdeye mâil oldum Göksûde
Göksu üzerine yazılmış şiirlerde ,yâr ile işret için,o emsalsiz mesirenin tenhalığı bilhassa belirtilmişdir ;şehre,İstanbul içine uzakdır,mutlakaa kayıkla gidilecektir,külfetlidir;XVIII.Yüzyılın ikinci yarısında Haşmet (ölümü 1768) de bir gazelinde bunu belirtiyor :
Tenhâca ahibbâsı ile görmeğe işret
Göksûya gider göz göre hiç Körfeze gelmez..
Haşmet’in “Körfez” dediği gece mehtâb âlemleri ile meşhur olan Kanlıca Körfezidir.Cemâl âşıkı mevlevîlerden Esrar Dede de (B.:Esrar Dede, Cild 10,sayfa 5366) bir gazelinde Fennînin terennümünü hatırlatıyor,şu fark ile ki sarhoş olan âşık değil,mâşukdur :
Gice Kandililde gökkandil olup ol mehrû
Mâhitâb eyliyerek eyeldi azmi Göksû
Şu beyitler bir Kırım Hanzâdesi Halim Giray’ındır (ölümü 1822):
Meh cebinimle olup hemdem şebi mehtâbde
Çekdirin Göksuyadek gitsem şebi mehtâbde
Âlemi âb içre açsa sînei sâfın o mâh
Garkai envâr ulup âlem şebi mehtâbde
Bu şarkıda yine Göksuda mehtabda bir yârr için yazılmışdır Enderunlu Vâsıf tarafından (ölümü 1824) bir mâvi gözlü yâr için yazılmışıdr :
Gül mevsimidir ey perî nûşi meyi nâb et
Tarfı nigehi mestini hem rengi şarâb et
Bu sureti dilcû ile gel ref’i hicâb
Göksûya gel ey çeşmi kebûd âlemi âb et
Bu şarkı da aynı şâirindir :
Lebrîzi neşat oldu yine sâgari sahbâ
Aksitmede mir’atı mücellâ gibi sahrâ
Bû şevk ile Göksûda idüb zevkimiz icrâ
Sâyende senin eyliyelim cünbüşi mehtâb
Yine Vâsıf bir başka şarkısında Göksuda bir dilber ile işret ve cünbüşün sonu nereye varacağını anlatıyor :
Cânibi Göksuya lütfeyle azîmet idelim
Yayub ihrâmı sedin üstüne işret idelim
Bâdezin hânei bî minnete avdet idelim
Bizde kal bu gice birlikde muhabbet idelim
Bu şarkı da Sermed adında bir şâirindir (ölümü 1839) :
Cümle ahbâbımı satım geldim
Dumanı tozlara kattım geldim
Bir iki tek de ben attım geldim
Yine Göksûya mıdır niyyetiniz
Sermede düşdü yolum da sapdım
Kayık âmâde görüb nem kapdım
Dime kim gizlice bir iş yapdım
Yine Göksûya mıdır niyyetiniz
Göksu üzerine yazılmış, meclislerde okunmu bestelenmiş ve meclislerde okunmuş aşağıdaki şarkıları da makamları ve bestekârlarının isimleri ile Hâşim Beyin Şarkı Mecmuasından alıyoruz :
Sûzidil Şarkı
(İsmet Ağa)
Ülfetin geçdi efendim arası
Bir gün olur düşer elbet sırası
Söylenilmez şimdi artık orası
Bir gün olur düşer elbet sırası
Ey cefâcü güzel bî bedelim
Bûsi pâyindi efendim emelim
Vüslata irmez ise şimdi elim
Bir gün olur düşer elbet sırası
Su gibi Göksuya cânâ akalım
Bâdei aşkı muhabbet çakalım
Keşfi râz eyleyemem dur bakalım
Bir gün olur gelir elbet sırası
*
Hüseynîaşîran Şarkı
(Kemânî Ali Ağa)
Eylerim ben intizârın
Beklerim Göksuda yârın
Yola bakdırma bu zârın
Beklerim Göksuda yarın
Hiç sakın havfetme cânâ
Yok muhâlif kimse aslaa
Beşbuçukda saat ammâ
Beklerim Göksuda yarın
*
Muhayyer Şarkı
(Rifat Bey)
Ey güli nâzik beden işve pesendim
Eyle mürüvvet kuluna sensin efendim
Gördü gözüm sen mehi gaayetle beğendim
Düşdüm o dem aşkına sevmeye özendim
Hâlime rahmeyle benim zülfi kemendim
Gördüm efendim seni Göksûda gezerken
Saf be saf uşşâkını etrâfa dizerken
Bendei bîçâreye sen dîde süzerken
Düşdüm o dem aşkına sevmeye özendim
Hâlime rahmeyle benim zülfi kemendim
*
Beyâtiaraban Şarkı
(Hacı Bey)
Şimdi eyyam bahar oldu hele
Böyle hengâmı safâ geçmez ele
Savtı bülbül verdi dehre velvele
Böyle eyyâmı bahar geçmez ele
Birleşüb de birkaç ahbab gidelim
Vaktidir Göksuda bir zevk idelim
Gayri tenhâ oturum da nidelim
Böyle eyyâmı bahar geçmez ele
*
Arezbar Şarkı
(Ekmekci Bagdasar)
Vasfın senin gelmez dile
Memdûhi âlemsin hele
Gıbta getürdün engele
Memdûhi âlemsin hele
Ancak sana arzı meram
Gel Göksuya eyle hiram
Vaslın beni kılsun bekâm
Memdûhi âlemsin bele
*
Nihâvend Şarkı
(Üçüncü Sultan Selim)
Gel azmidelim bu gice Göksûye beraber
Âmâde kayıkda ney ü mey hem dahi sâger
Üftâdelerin hayli zamandır seni bekler
Mehtâba buyur mevsimidir ey mehi enver
Âlem ola tâ nûri cemâlinle münevver
Bu da bir halk şâirinin, Erzurumlu Âşık İbrahimin şarkısıdır :
Âheste çek küreği ey hamlacı eşbehim
Bu şebi mehtâb içre yalun ayaklı beyim
Kayıkda kurub şöyle biz sofrai işreti
Elinden her çakışda gör nârai hey heyim
Gökyüzünde mün’akis hüsnünün nûr âyeti
Çayır çemen meşcere sükûnetin gaayeti
Bülbülün hâmûş olub uşşâka riâyeti
Nasıl çekmem çakdıkca ben nârai hey heyim
Göksu câyi lâtifi Gümüş Selvi unvânı
Gün akşamlı demişler geçirme ünfüvânı
Nerde bugün nice bin güzelilk pehlivânı
Çakıp çakıp atayım ben nârai hey heyim
Göksu Deresi Mesîresine kadınların da gelmeyi başlaması Tanzimat’dan sonra, Sultan Abdülmecid devrinde başlamışdır,ve en revacda olduğu zaman da Abdülaziz ve devri İkinci Sultan Abdülhamid devirleridir. devridir.
Gerçi kadınlar erkekler arasına girmemiş,Göksuya kadın ve erkek ayrı ayrı kayıklarla gelip dolaşmışlar,muhabbetli alâkalar,kayıkdan kayığa türlü türlü işâretler,âdetâ bir pandomima dili ile kurulmuş,devam ettirilmişdir.Müverrih Ahmed Cevdet Paşa İkinci Sultan Abdülhamid’e verdiği “Mârûzat” isimli uzun bir raporda, Sultan padişaha amıcasının ve babasının zamanlarında gördüklerini anlatmışdı.O raporda mesirelerin ahvâlinden de bahsetmiş ve şu satırları yazmışdır :
“Zendostlar çoğalıp mahbublar azaldı,Kavmi Lût sanki yere battı.İstanbulda ötedenberi delikanlılar için mâruf ve mûtad olan alâka hâli tabiîsi üzere kızlara müntakil oldu.İşâretlerle muâşaka usulü hayli meydan aldı..” diyor.Müverrih Paşa İstanbul ayak takımı muhitlerine girip dolaşmadığı için hükmünde çok yanılmışdı; orta ve kibar tabakanın günlük hayatının mahremiyetini örten perdeyi de gereği gibi kaldırıp hakikatları görememişdi.Ama Göksu âlemlerinin ikindi ile akşam arası saatleri dediği gibidir (B.: Ahmed Cevdet Paşa ,cild ,sayfa) .
Bizde alafrangalık Abdülmecid zamanında başlamışdı, o devrin adamı Nikogos Ağanın şu acemaşîran şarkısı, toplum hayatımızda aşkı alâka temayüllerinin, müverrih cevdet paşanın o devrin aşku alâka temâyüllerini gösterme bakımından da dikkate değer ; şarkının her halde bir kadın ağzından yazılmış değildir olduğunu sanmıyoruz :
Gel gezelim kol kola ey nevcivan
Şimdi alafrangadır cihan
Eyleyemez kimse bize bir ziyan
Şildi alafrangadır cihan
Göksu ile Çamlıcaya gel bu yaz
Oynayalım polka seninle biraz
Vakti değil eyleme nâz ü niyaz
Şimdi alafrangadır cihan
Herkes yâri ile kol kola gezer
Şimdi moda oldu cihan serteser
Aslaa beyim gönlüne verme geder
Şimdi alafrangadır cihan
Geçen asrın ilk yarısında Abdülmecid zamanında istanbula gelmiş ingiliz kadın yazar Mis Pardo Göksu üzerine şunları yazıyor :“..cuma günleri halk ile doludur.Bir firenk seyyah türk kadınlarının âdet ve tabiatlarını tedkik imkânını her yerden ziyâde bulur.Kadınlar örtü altına koyan dinî yasaklar burada biraz hafiflemiş görülür.Yaşmakları ihmalkârâne tutunulmuşdur.Her tabakadan insan vardır.Çok süslü öküz arabaları ile ağır ağır dolaşırlar.Çınarların gölgesine yayılan kilimlerde oturulur.Seyyar sucular, şekerciler, sitciler dolaşır. Uşaklar gümüş güğümlerle koşa koşa hanımlarına çeşmedn su taşırlır.Kehrübâ renkli üzümlerle,misk kavunlarla yemişciler gelir.Boğazın karşı tarafında yahud İstanbuldaki evlerine dönecek olanları da,Boğaz’ın dalgalı suları üzerinde oynaşıp yalpalayan kayıklar bekler...”
1874 de İstanbula gelmiş olan ünlü italyan edîbi Edmondo de Amicis (B.: Amicis, Edmondo de ,cild , sayfa) Göksu ve Kâğıdhâne derelerindeki kayıkla gezinti âlemleri için şunları yazıyor :
“ Türk ırkının güzelliğini görmek için, bir seyran gününde ya Kâğıdhâneye yahud Göksuya gitmelidir.Buraları halkın gezindiği iki büyük çayırdır ve birer büyük dere akar... binlerce beyaz yaşmak,rebgârenk ferâceler..bir erkekle bir kadını biribirlerine âşıkaane bakarken,tebessüm ederken,yahud kurnazca işaretleşirken yakalamak imkânsızdır..her jestin,her hareketin dili vardır ;meselâ erkek hançerini çıkarır ve ucunu göğsüne doğru koyar :
–Aşk çılgınlıkları ile parçalanıyorum !..demekdir.
“Kadın cevab verir,kollarını iki yana bırakır,öyleki ferâcesinin önü bir az açılır :
– Âguuşumu sana açıyorum !.. demişdir ”.
Macar türkoloğu Dr. İgna Konoş “Türk Halk Edebiyâtı” isimli eserinde Gaksu’dan şu satırlarla bahsediyor :
“Ahmed Vefik Paşa (B.: Ahmed Vefik Paşa,cild ,sayfa ) bugün cumâdır diye nazarı dikkatimi Göksu Deresine ve oradaki halk eğlencesine celbetti, ve yemek ikramından sonra bir kayık kiralatıp ev komşusu olan bir efendinin mektebli çocuğu ile birlikde oraya gitmemizi söyledi, ve :
– Bir iki hafta sonra yine gel, topladığın mânileri görelim..dedi.
“Kayıkla Göksu Deresune gittik.Güneşin şavkı bütün etrâfı tutmuşdu.Bindiğimiz kayık öyle bir koşuş koşdu ki ardından kurşun atsalar yetişemezdi.Kayıklar git gide ziyâdeleşdi.Kiminde çarşaflı,entârili,yaşmaklı,örtülü hanımlar,kiminde şık bey denilen gencler oturup bâzan yanyana giderek, bâzan da birbirinin peşine düşerek bir çok dereden tepeden konuşuyorlar ve ara sıra nağmeler işidiliyordu.Yanımdaki mektebliye :
– Bunlar ne türküsü söylüyorlar ?..diye sordum.
– Mâni atarlar..
– Mâni atmak ne demekdir ?
– İşte..kayıklarda oturan gencler ,yanlarındang ecen kızcağızlara beyitler söyler..
“Kulak kabarttım :
Ayabak yıldıza bak
Damda duran kıza bak
Ay senin yıldız senin
Damda duran kız benim
“Yakınımızda olan kayığın bir beyi :
Şu gelen kimin kızı
Ferâcesi kırmızı
Şakağında bir gül açmış
Sandım seher yıldızı
“Buna karşılık olarak bir kız sesi işidildi :
Ay aydındır varamam
Bir demet gül olamam
Ay buluta girerse
Bağlasalar duramam
“Bir beyin mendili nasılsa denize düşdü,bir kız hemen şu şu mâniyi söyledi :
Yemenimin yeşili
Şimdi buldum eşimi
Yemenim sende dursun
Sil gözünün yaşını
“Kayıklar, sandallar, iki çifteler öyle bir çoğaldı ki içlerinde oturanlar ya yanyana veyâ karşı karşıya geldiler.Oooh !.. o mahmur gözlerdeki yaman bakışlar!.. o dilrübâ cilveler !.. o ince belli,bal dudaklı,al yanaklı,çifte benli,servi boylu perîler !..
“O vakit benim de gencliğim vardı !
“Bir kaç kürek çekildikden sonra bir de ne bakayım,önümde çayırlı çemenli bir cennet deresi açıldı.
“Kayıkcılar,sandalcılar :
– Varda !..destur !..
“ Kahveciler :
– Şekerli !..sâde !..
“Şerbetciler :
– Menekşeli var !..güllü,narlı,çilekli var !..
“Simidciler :
– Tâze simid !...diye bağırıyorlar.
“Başım bir dönme dolap hâline geldi.Gezip dolaşmanın önü yok, sonu yok.Kâh dikildik,kâh dinlendik,ve zevk ve safâlarımız her ne kadar bol ise de en ziyâde yine beyitlerden,pençei aşka zebun olmuş bîçârelerin feryadlarından hoşlanarak hem rahatımıza bakdık,hem de yazdık..Gördüklerim,gözdiklerim,his ettiklerim rüyâ gibiymiş.
“İki gün sonra ,Pazar günü Kâğıdhâne Deresinde gezindim.Yine o kalabalıklı yerler,yine o eğlenceli gezintiler..lâkin ne kadar güzelse de Göksu Deresi gibi değildi”(İ.Konoş) .
Aşağıdaki satırları Safvetî Ziyânın “Silinmiş Çehreler,Beliren Sîmâlar” isimli eserinden alıyoruz :
“...kuma oturmadan dereye girdik.Sazların kenarında yer yer suya batırılmış, yarı devrilmiş mavunalar hemen hemen yolu kapıyor..bir tarafda bir sıra harab kulübeler var..yol üzerine oraya buraya atılmış ahşab enkaaz..gübre taşımış kırık ve köhne muhâcir arabaları..pancurları,çerçiveleri dökülmüş,kadid olmuş,cam ve çerçive yerine siyah ve kirli bezler gerilmiş harab yalılar göze çarpıyor..dere ortasında bir kayıkda dört beş çocuk alt alta,üst üste boğuşuyorlar,biri dümende arkası üstü uzanmış,çıplak ayaklarını küpeştenin iki tarafına sarkıtmış,o yaşda bir yaramazdan umulmayacak doğru dille gazel okuyor..baş tarafda çır çıplak soyunmuş bir digeri de dereye batıp çıkıyor,arkadaşlarının yüzüne su püskürüyor..lâkaydi neş’e,kahkaha !..
“Solda asır dîde mezarlıkdan şarka mahsus hazin tevekkül içindre bir nefhai ruhâniyet esiyor..her tarafda bir gariplik,bir ahret havası !..Yüreğime bir acı, bir hüsran ve hicran çökdü..
“Biraz ilerledik.İlerledikce dere başka bir letâfet kesbetti.Uzakdan tahta köprünün,taş değirmenin,söğüdlerin,gürkenlerin,kırların,bayırların ne şâirâne görünüşü var..Tabiat sâkin,sular râkid,ağaçlar dalgın,sazlar perişan,dere baygın...
“Mechul bir irâde kırılmış şevkimi canlandırmak istiyor gibi,köprünün medhalinden boyalı temiz bir sandalda dört bahriye neferi göründü..şarkı söyleyerek ellerinde salkımlardan,kır çiçeklerinden çelenkler bize doğru geliyorlar,başuş yüzlü genc ve gürbüz delikanlılar !..âheste âheste kürek çekiyorlar,şakalaşıyor-laşıyorlar..arkalarında bahriye elbisesi yep yeni, ter temiz,serpuşları parıl parıl yüzlerinde genc ve hür,istikbalden emin adamların nuru var..acabâ niçin o şarkıyı intihab etmişler,hep bir ağızdan ne kadar da güzel okuyorlar..ve o neşeli delikanlıların ağzında rikkatengiz şarkı ne munis bir mânâ alıyor :
Kır saçları sevdâma güneşler saçıyorken..
“Dünyâya bigâne ,kendi âlemlerinde mes’ud,gençlikleriyle mağrur,meslekleriyle müftahir yanımızdan geçdiler..mâziye değil,istikbâle bakıyorlar..biz de bir müddet arkalarından mütehassirâne bakdık..
“Köprüyü geçmiş,derenin sonlarına doğru ilerlemişdik.Solda,eskiden üç çiftelerin durduğu bir kenara sandalı yanaşdırdık..karşımızda çayırda yeldirmeli, baş örtülü birkaç kadın,geçmiş günlerde olduğu gibi yere serilmiş bir seccadenin üzerine bağdaş kurmuşlar,gelen geçeni seyrediyor ; daha ötede asrî hanım kızlar, grep damurdan sımsıkı örtülerle açık renk tayyörlerle ayak ayak üstünde iskemleler kurulmuşlar örgü örüyorlar..biraz ötede arnavud helvacı ufak çocuklara kâğıthelvası satıyor..
“Dere tenhâ ;bizden başka ne bir sandal,ne bir kayık..
“Bulunduğumuz yerden desti fabrikasının harab yerini görüyoruz.Evvelleri o köşeden üç çifte kayıklar gaayet dikkatle,ustalıkla dönerler,derenin nisbeten geniş kısmı olan bir eri cihete tarafa gelirlerdi..Burası kibar halkın mev’idi telâkîsi idi.Âheste âheste geçen kayıkların mazrufu zarifini o zaman,nazarı dikkati çekmeden temâşâ etmek kaabil olurdu.Oturduğum yerde işte yine gözlerim daldı..silinmiş çehrelerin hayalleri titredi..
“Mâzî tecessüm ediyor..İşte,işte birbiri ardından sülün gibi süzülerek üç çifte kayıklar sökün etti..
“En önde Valdepaşanın üç çiftesi (B.: Emine Hanım,Prenses ,cild 9, sayfa 5068) , daha arkada merhube Prenses Emine Halim’in mâvi kadife ihramından gümüş balıklar sarkan mâvi zırhlı beyaz boyalı üç çifte kayığı..Mısırlı prenseslerin tarzında yüksek,arkası basık yaşmağı,mükellef mantosu ne zarif!.. İşte kenarda iki çifte kira sandalında,siyah ipek çarşaflar,kalın peçelerle iki hazinedarı ile tebdil çıkmış başka bir prensesi nasıl tanıdılar..kayıkdan şemsiye biraz kaldırıldı,sandaldan hafifce bir peçe kalkdı..bir mâhi tâbânı ismet tülü etti,tebessümler,âşinâlıklar !..
“Arkadan mâbeyinci haremi bir saraylı hanımın üç çifte kayığı,daha arkada geniş iki çifte bir sandalda çocukları ile mürebbiyeleri geliyor..
“Uzakdan Said Halim Paşanın ince,nârin,kenarlarında altın yaldızlı kakma dallar işlemeli üç çifte maon sandalı göründü..merhum o zamanlar siyâsetle meşgul olmazdı,sefînei devleti değil,dümeninde oturduğu kendi sandalını idâre ediyordu.Kırmızı fesi,plastron boyunbağısı,gri redingotu,yakasında beyaz gardenyası,beyaz eldivenleri,ağzından düşmeyen havanası ile bir Müslüman centilmeniydi ..
“Biribiri ardından Damad Kemâleddin Paşanın dört çifte maon sandalı,Subhi Paşa zâde Semi Beyin Boğaziçinin en nârin ve en biçimli üç çifte kayığı,meşhur hamlacıları ile; yirmişer yaşında müşir paşaların üç çifteleri göründüler..
“Derede cuma günlerine möhsus bir hayat başladı..sandallar,kayıklar girift olmuş,ne ileri ne geri gidilebiliyor..dere geniş bir salon hâline gelmiş,herkes birbirini tanıyor,selâmlıyor..
“Buranız pür esrar bir hayatı,sergüzeştleri,mâcerâları,Felâtûnî sevdâları,ızhar edilemeyen kıskançlıkları,bir nîm nazarla ifâde edilen perestişleri,senelerden beri ümidsiz,emelsiz,gayesiz devam eden, sırf rûhânî ve vicdânî büyük ve mâruf aşkları var..
“Bir mektub alıp verebilmek için bütün bir yaz fırsat bekleyen,harem kayıklarının yanından geçerken,şemsiyenin ufak bir hareketi,dudakların ufak bir tebessümi iltifâtı için can veren gencleri var..
“Köprünün medhalinde bir karkaşalık oldu.. Sandal aç !..Üç çifte alma !..feryadları arasında fransız sefâretinin beş çifte merâsim kayığı ilerlemeye cabalıyor.Şark içinde garb.Bu mükellef beş çiftede,muhtelif renkde ipek şemsiyeleri ,bez beyaz tüylü hasır şapkaları,beyaz,mavi,penbe,eflâtun tuvaletleriyle bir zarif demet var..Tarabyadaki sefârethânelerin en güzel kadınları ve en zarif diplomatları ile İstanbulun en şık kibar beyleri bir arada oturmuşlar..işte bir parisli kadar şiveli fransızcası ile ,zerâfeti bîmenendi ileİzzet Fuad Paşa ile amıca zâdesi Reşad Fuad Bey..daha bir gün evvel Parise sefir tayin edilen genc ve cevval Münir Salih Paşa..başda sırmalar içinde kavas elpençe divan duruyor
“İsmail Cenânî bey,babasından kalmış geniş iki çifte kayığında,sağ tarafında başında fesi Piyer Loti ile beraber geçdiler..sefâretin beş çiftesine yanaşdılar..madamlarla konuşuyorlar..Reşad Fuad Bey Piyer Lotiye enfiye takdim ediyor..herkesde bir neş’e,hayatdan bir zevk alma,yaşamakdan memnuniyet var..
“Saat onikiye geliyor..(alaturka saat,gün kavuşması zamanı) beyaz boyalı üç çifte bahriye filikasında polis geliyor,kayıklara,sandallara avdet emrini veriyor : –Vakit geldi efendiler !..
“Hamlacılar âdâb ve erkânı ile kürek çekiyorlar..bir an içinde bütün kira sandalları,kayıklar çekilip gidiyor,dere tenhâlaşdı..
“Dereden çıkıldı..bir müddet de Köksu Kasrı önünde duruluyor..sevdâzedeler için son ânı teabbüd,derin ve âteşin nazarlarla vedâ..O devrin gencliğinin aşkdan bütün nasibi,bütün gıdâyi ruhi şebâbı,âhu gözlerin uzakdan bir iltifâtı,penbe dudaklardan uçan bir tebessüm.. ”(S.Ziya ,1924).
Reşad Mimaroğlu da Göksu Deresinde kayık veya sandallarla dolaşarak safa ve eğlencenin son parlak yıllarının 1865-1870 arası olduğunu söylüyor,ve :“Gün kavuşur iken kayıklar dereden çıkar,bir müddet de kasır önünde durarak oyalanırdı ; miyor kadın kayıklarının câzibesi de yüzlere esîrî bir güzellik veren ince yaşmaklardı:
Muntazır teşrifine çifte kayık
İnce yaşmakla bu cuma seyre çık
şarkısı Göksu seyranlarının son devir ilhamlarındandır..” diyor.
Edebiyat muallimlerinden ,Konya Mektebi Sultânisindeki derslerine ,kaba kunduralarını ayaklarına çorabsız geçirecek gelecek kadar rind ve kalendar ,ve muhitinin büyük hürmetini kazanmış şâir Ermenaklı Halil Rüşdi 1318 de (1900 – 1901) Mâlumat Mecmuasında yayınlanmış bir şiirinde Göksu Mesîresini ,Çayırını ve Deresini şöyle tasvir ediyor :
Nedir bu mevkiin letâfeti ? Nedir şu hâli şevk ?
Bihişte benziyor şu havzai safâ fezâ !
Çemenlerin içinde zührecikler eyler ibtisâm ;
Semâya her tarafdan eyleyor nezâhet îtilâ.
Dere ağaçların aksiyle bir yeşil ipek
Gibi temevvüç eyleyüb nazarda cilveger olur .
Tabiatın bedâyii o halde bir demet çiçek
Misâli ayrı ayrı cezbesiyle handever olur.
Perîlerin mesiresi denilse Göksuya sezâ ,
Gelir meşâma bûyi canrübâyı aşk u mes’adet ;
Sımaha aksider terennümâtı şevk u mefharet .
Gice hulûle başlayınca başka türlü bir safâ
Kulûbu ditretir hayâtı nev viren garâm ile .
Kamer bile tavâf ider bu ravzayı selâm ile !
Aşağıdaki satırlar da, yine mâlûmatda yayınlanan Ahmed Râsimin “Şehir Mektubları”nın birinden alıyoruz : “... yaz ve sonbaharda Göksuya gidenler orada hemen hergün eğlenecek bir şey bulur : çarşamba,cuma, pazar Tiyatro var; pazartesi perşenbe (orta oyunu) Zahiri Kolu oynuyor .. iki gün de, cumartesi ve Salı dinlenmek, oturmak, gezmek .. gönül alıcı mesiredir..”.
Abdürrahim Câbir Vada “Boğaziçi Konuşuyor” isimli eserinde şunları yazıyor :
“ Anadoluhisarı iskelesinin alt tarafında mansabı bulunan derede,haziran ayından eylül nihâyetine kadar geçen her cuma,pazar ve çarşanba günleri icrâ edilen deniz ve kara eğlencesine Göksu âlemi denilirdi.
“ Göksu Âlemine bütün boğaz içi halkı,,Kadıköyü,Kuşdili,Kaumkapu,Samatya, ve Haliç yalısı halkı gelir katılırdı.
“ Derenin bir kilometre kadar olan mesâfesi,muhtelif cesâmetdeki deniz vâsıtalarının gezmelerine müsâiddir.Göksu Deresine giren piyâde,sandal ve sâir merâkibin sayısı bâzı cumalar o kadar fazla olurdu ki,kalabalıkdan kürek çekme imkânı kalmaz idi,girişle çıkış arasının dört saat sürdüğü olmuşdur.Böyle günlerde deredeki kayık ve sandallara basa basa bir sâhilden karşı sâhile geçmek mümkindi.
“ Bugün tarihe karışmış olan piyâdelerin zerâfeti,döşemelerinin güzelliği,hamcılarının hususî giyinişlerinin göz alıcı letâfeti,bilhassa harem piyadelerinin kıç üstü örtülerindeki kılabdan işlemelerinin inceliği,bu örtülerin denize sarkan uçlarındaki mâdenî ve bâzan gümüş mahrûtî topların zenginliği dereye başkaca revnak verirdi.
“ Güzellikde piyâdelerle hem ayar Corci futaları da başka bir ihtişam arzederdi. Piyâde ve futaların bu zerâfetlerine ,içindeki saraylıların ve hanımların yaşmak ve ferâceleri,pelerin çarşafları,tüllü ve dantelli pek şık şemsiyeleri,ve takındıkları envâi mücevherâtın parıltılarının inzimam ettiği tasavvur edilirse,o andaki haşmet tecessüm etmiş olur.
“ Göksu Deresinin böyle civcivli bir gününde içindeki merâkibin kiymetleri , hamlacılarının kisveleri,teferrüç edenlerdeki tezyinât ile mücevherâtın,onbin altın değeri olduğu kemâli cesâretle iddiâ olunabilir.
“ Dereye devâmı îtiyad etmiş erkeklerin de,üzerlerinde bulundurdukları yüzük ve kıravat iğneleri gibi kiymetdar eşyaları da hesaba katmak lâzımdır.
“ Göksu gezintisi edeb ve vekar içinde geçerdi.Uygunsuz hal ve tavırların zuhu zuhuru görülmemişdir işidilmemişdir.İctimâi mevkileri yüksek kimselerden mürekkeb olan müdâvimler huzurlarını ihlâl edecek vak’alarla karşılaşsalardı,dere çokdan îtibârını kaybeder ve bugünkü halini daha o zamandan alırdı.
“ Baruthâne Çayırı ile Göksu ve Küçüksu Çayırları,kendilerine temas ederek akan derenin,tantana ve debdebesine haset etmezlerdi.O çayırlar da at ile ve yaya olarak gezenler,kır kahvelerinde oturanlar,ulu ağaçların gölgelerinde âileleriyle birlikde yemek yiyenlerle dolardı..” (A.Cabir Vada).
Göksu Deresi zamanımızda mesîre olmakdan tamamen çıkmışdır,artık sandak gezintileri yapılmıyordu.Kıçdan motorlu bir sandala binmiş âile efrâdı,akbab ve arkadaş dört beş gencin dere boyunca şöyle bir gidip gelmelerine elbet ki eski Göksu âlemlerinin kalıntısıdır denilemez.1970 eylülünde iki sandal bir pazar günü derede ancak iki sandal görüldü,içindekiler de kızlı oğlanlı mayolu çıplak gencler ve çocuklardı, belliydi ki derece içine girmişler ,fakat sureti mahusuda da dereye gelmemişlerdi, sandaldan denize gireceklerdi ve asıl gelişleri de denize girmek içindi.
Hisar yakınındaki ilk köprüden sandalların son durağı Dört Kardeşler mevkiine kadar dere boyu kesin tenhalık içinde idi .Kıyılarda civar mahallelerin bir kaç âvâre çouğu,dere üstünde de Hisse halkından sandal sâhibi iki kişinin çocuk çocuğu ile şöyle bir dolaşması,Göksu Deresinin yegâne hareketli sahneleriydi.
Sandalların derede çıkabildiği son nokta olan Dört Kardeşler mevkiindeki gazino duruyordu ;fakat orada da Göksu diyerek gelmiş semt yabancısı kimselere rastlanmadı; bir kaç masada oturan müşteriler civar halkdan idiler ;Dört Kardeşler Gazino,muhakkak ki sükûn içinde oturulacak temiz,güzel bir yer dir, halk atarafından yaşatılması gereken yerdir.
Dere boyunca kıyılarda yarı batık sandal ve kayıklar görülmüşdür,bir müddet sonra,dağılmaya ve batmaya terkedilmiş o köhne teknelerin enkaazının dereyi dolduracağı âşikârdarı.
Gerilere doğuru bir kaç yerde de dere kenarında çöplükler görülmüşdür.Derenin suyu da çürümüş dip yosunları ile yemyeşil idi.
Hiç tereddüd etmeden kaydediyoruz ki,Göksu Dersi,pak yakında,ihmal ve telvis ile Kadıköyündeki Kurbağalı Dereye benzeyecektir.
Göksu Çayırının manzarası da eski hâliyle aslaa kıyas edilemeyecek perişanlık ve fakr içinde idi.
Boğaziçinin Anadolu yakasının ana sahil yolu,asfalt bir cadde hâlinde çayırın kenarından geçer .Yolun deniz tarafında Küçüksu Vapur iskelesi,iskelenin bir yanında hayli büyükce bir yazlık yalı kahvehânesi,yazlık bir sinema,bir ilk okul,bir yanında da (Göksu) Küçüksu Kasrı ve Küçüksu Çeşmesi blunmaktadır.Meşhur tarihi çeşme susuz idi.
Çayırda,yolun öbür tarafında ve çeşme ile kasrın karşısında,çittlenbik ağaçları altında güzel,temiz ve büyükce bir kır kahvesi vardır;kahvehânenin gerisinde de büyük bir bostan vardır.
Çayırda kira bisikletcileri; bir kayık salıncağı,bir atlı karınca ve dönme salıncakla lüneparkımsı bie yer,ve sıra sıra yerli beton ocaklar üstünde mısır kazanları bulunmakta idi.Bir de kulübemsi tekel bâyiliği de yapan bir büfe vardı.
Çayırın Göksü tarafındaki en geniş parçası bir futbol sahası idi,çocuklare ve Hisar genclerini toplayan bir yerdi.
Futbol sahâsının gerisinde de “Spor Sitesi” adı ile büyük bir binâ inşâ edilmiş idi,onun az arkasında da bir kontrplak fabrikası yapılmış bulunuyordu.Bu binâlar ile de Göksu Mesîresi,Haliç kıyılarına benzemek üzere idi .
Theme
Location
Contributor
Type
Document
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Article Title
Identifier
G2023
Theme
Location
Subject
Göksu Deresi Mesîresi, Göksu Creek Park, Ahmed (Cemali), İstanbul Şehrengizi, Nev'izade Atai, Hamse, Kaşif, Nedim (Şair), Nedim (Poet), Hristaki Efendi, Sevahilname, Fenni, Hattat, Calligraphist, Haşmet, Esrar Dede, Körfez, Bay, Halim Giray, Enderunlu Vasıf, Haşim Bey, Hüseyniaşiran Şarkı, Ali Ağa (Kemani), Muhayyer Şarkı, Rifat Bey, Beyatiaraban Şarkı, Hacı Bey, Arezbar Şarkı, Ekmekci Bagdasar, Nihavend şarkı, Selim III (Sultan), Erzurumlu Âşık İbrahim, Ma'ruzat, Ahmed Cevad Paşa, Nikogos Ağa, Edmondo de Amicis, Abdülmecid, Mis Pardo, Dr. İhna Konoş, Ahmed Vefik Paşa, Safveti Ziya, Silinmiş Çehreler, Beliren Simalar, Emine Hanım, S. Ziya, Reşat Mimaroğlu, Halil Rüşdi, Abrürrahim Cabir Vada
Type
Document
Format
Typewriting, Handwriting
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Text written for the Göksu-Gökyay chapter of Istanbul Encyclopedia
Note
Typewriting on paper. Article number and redaction notes are handwritten with pen on the document. Some couplets are glued to the document.
See Also Note
Esrar Dede, Cild 10, sayfa 5366; Ahmed Cevdet Paşa; Amicis (Edmondo de); Ahmed Vefik Paşa; Emine Hanım (Prenses), cild 9, sayfa 5068
Bibliography Note
Cemâlî Ahmed, “Şehrengîzi İstanbul”; Ahmed Râsim, “Şehir Mektubları”; Nev’îzâde Atâî, “Hamse” ; Safvetî Ziyâ, “Silinmiş Çehreler, Beliren Sîmâlar"; A. Cabir Vada
Provenance
Istanbul Encyclopedia Archive has been opened to access in cooperation with Kadir Has University and Salt.
Theme
Location
Contributor
Type
Document
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.