Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BASÎRET GAZETESİ
Tanzimat devri diye geldiğimiz münevver mutlakiyet devrinde intişar etmiş ve Türk fikir ve politika hayatında mühim tesirleri olmuş bir gazetedir; kurucusu Enderundan çıkma Ali Efendi adında bir zat olup gazetesine koyduğu isim kendisine de lakab olarak kalmıştır. (B.: Ali Efendi, Basîretci).
Basîretci Ali Efendi “İstanbulda Yarım Asırlık Vakaayii Mühimme” adı altında toplayub neşretdiği bir takım hâtıralar arasında gazetesinin kuruluşunu, mesleğini, gazetedeki arkadaşlarını, tanınmış bir Türk gazetecisi olarak mühim temaslarını ve nihâyet Basîret’in, kendi gafleti ve Ali Suavinin gaddarâne bir oyunu yüzünden nasıl kapatıldığını şöyle anlatıyor:
“Basîret Gazetesi — 1283 (M. 1866) senesinde ulûmu maarif ve politikadan bahsetmek üzere Basîret namile yevmî bir gazetenin neşrine müsaade olunması için yazdığım arzuhalimi Hariciye Nazırı Fuad Paşaya takdim olunmak üzere bu nezaret müsteşarı Said Efendiye verdim. Said Efendi, nazır paşanın odasına girip biraz sonra çıktığında arzuhalimin arkasına kırmızı mürekkeple havalesini irae ettiler: “İşbu arzuhalin şimdilik hıfzı” işareti yazılmış idi. Acaba bunun sebebi nedir diye sorduğumda, “Şimdi Giridde iğtişaş var, sana müsaade edilmiş olsa bir takım rumlar da gazete imtiyazı istiyorlar, anlara da vermek lâzımdır, evraktan numarasını alınız...
⇓ Read more...
Tanzimat devri diye geldiğimiz münevver mutlakiyet devrinde intişar etmiş ve Türk fikir ve politika hayatında mühim tesirleri olmuş bir gazetedir; kurucusu Enderundan çıkma Ali Efendi adında bir zat olup gazetesine koyduğu isim kendisine de lakab olarak kalmıştır. (B.: Ali Efendi, Basîretci).
Basîretci Ali Efendi “İstanbulda Yarım Asırlık Vakaayii Mühimme” adı altında toplayub neşretdiği bir takım hâtıralar arasında gazetesinin kuruluşunu, mesleğini, gazetedeki arkadaşlarını, tanınmış bir Türk gazetecisi olarak mühim temaslarını ve nihâyet Basîret’in, kendi gafleti ve Ali Suavinin gaddarâne bir oyunu yüzünden nasıl kapatıldığını şöyle anlatıyor:
“Basîret Gazetesi — 1283 (M. 1866) senesinde ulûmu maarif ve politikadan bahsetmek üzere Basîret namile yevmî bir gazetenin neşrine müsaade olunması için yazdığım arzuhalimi Hariciye Nazırı Fuad Paşaya takdim olunmak üzere bu nezaret müsteşarı Said Efendiye verdim. Said Efendi, nazır paşanın odasına girip biraz sonra çıktığında arzuhalimin arkasına kırmızı mürekkeple havalesini irae ettiler: “İşbu arzuhalin şimdilik hıfzı” işareti yazılmış idi. Acaba bunun sebebi nedir diye sorduğumda, “Şimdi Giridde iğtişaş var, sana müsaade edilmiş olsa bir takım rumlar da gazete imtiyazı istiyorlar, anlara da vermek lâzımdır, evraktan numarasını alınız da bu iğtişaşın hitâmında müracaat ediniz, ol vakit müsaade olunacaktır, buyurdular” diye cevap verdiler. Artık Girid iğtişaşının ortadan kalkmasına intizarda bulundum ve iki sene bekledim. Mâhud iğtişaşın mündefi olduğunu gördüğümde hemen müşârünileyh müsteşar Said Efendinin nezdine gittim. Nazır paşaya ifâde ettiklerinde nazır paşa bizi istemiş, huzuruna çıktım. Matbuat müdürü Macid Beyi çağırttılar. “Şimdi ruhsatnâmesini yazıp getiriniz!” emrini verdiler. Yarım saat sonra ruhsatnâme yazıldı. Nazır paşaya takdim olundu. Bunun üzerine nazır paşa: “İşte ruhsatnameniz, hemen bir iki güne kadar intişarını arzu ederim!” buyurduklarında biraz tereddüt ettim. Nazır bu hâlimden keyfiyeti tefehhüm edip muhasebeci efendiyi çağırıp kulağına bir şey söyledi; “Haydi muhasebeci efendi ile gidiniz, ve aralıkta beni ziyaret ediniz!” buyurdular. Muhasebeci efendi ile beraber gittik: “Nazır paşa hazretleri size muavenet olmak üzere üç yüz lira verilmesini emrettiler!” deyip meblâğı mezburu elime teslim etti. O vakitler matbaa bulmak pek müşkül olduğundan Vezir Hanında Tatyosun kırık dökük bir makinesine müracaat ettim, pazarlığı kesip nüshasını yirmi paraya olmak üzere küçük kıtada Basîretin neşrine başladım.
“Basîret ve 1870 Fransa - Prusya harbi — Vaktaki 1287 (1870) senesinde Fransa ve Prusya devletleri beyninde muharebe zuhur etti, bizim de heyeti tahririye ve mütercememiz Erzurum mektupçuluğunda irtihal eden Suphi Paşazade Âyetullah Bey ve Yemen mektupçuluğunda irtihal eden İsmail Efendi ve Karadağ muharebesinde şehid olan Polenez Ferik Mustafa Celâleddin Paşa ve muharririni meşhureden Polenez Mösyö Karski (Hayreddin imzasını vazeder) ve Adliye mektupçusu merhum Hâlet Beylerden mürekkep idi.
İki devleti muazzama beyninde ilânı harb vukubulup muharebeye başladıklarında heyeti tahririyemiz içtima edip; bu iki büyük devlet birbirlerile muharebeye başladılar, her gün telgraflar geliyor, ikisinden birisini iltizam etmiyerek bitarafâne olarak bir meslek tutmak bir gazete için lâzımdır bahsi ortaya vazolundu.
Artık muharebe kesbi şiddet etti. Prusyalılar Fransa toprağında ilerlemeğe başladı. Beyoğlunda Ajans Havas ve Royter telgraf şirketinden altı aylığı yetmiş beş İngiliz lirasına abone olduk. Gece gündüz muharebeye dair telgrafları muntazaman alıyoruz. Basîreti biraz daha tevsi ederek dört sütun üzerine ve bir nüshası kırk paraya olmak üzere yevmî on bin nüsha neşrederdik. Vezirhanından Asmaaltında Papazyanın matbaasına naklettik.
“Basîret ve Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa — Basîretin iki üç sene kadar devam eden intişarında Hüsnü Paşa namında bir Zaptiye Müşirimiz vardı, Hüsnü Paşa gayet dessas ve hunhar bir adam olmakla beraber dervişlikten de dem vurur, elinden tesbih düşmez, hasılı her sazdan çalar, bûkalemûn gibi bir adam idi. Biçâre Basîret bu adamın pençei îtisâfına düşmüş, bunun elinden kurtulmak pek müşkül bulunmuş idi. Buna başlıca sebep garezi şahsî idi. Bunun îtisâfâtını ve idarei zabıtaca müstebidliğini arasıra gazeteye yazdıkça hakkımızda hiddet ve şiddetini arttırır idi. Bu adamın hodserâne ve gaddarâne icraatına her nasılsa Babıâli müsamahakârane harekette bulunduğundan her istediğini yapar, hiçbir taraftan mesul olmaz, gece fenersiz tutulanları telef, bir katili affederdi (Ali Efendinin de burada garezkârane mübalâğalar yaptığı aydındır). Müşiriyet dairesinin karşısındaki hapishâne mahalline kapıları demirden olarak birkaç mahzen yaptırıp işine elvermediği birisi cürmü âdi ile derdest edildiğinde o mahzenlerin birisine atar, gûya orası rütubetli olduğu için mücrim üşümesin diye içerisine kömür dolu mangal koydurur, biçâre mücrim: “Aman efendim, Temmuz ayındayız mangalın lüzumu yoktur!” diye feryad ettikçe: “Sen bilmezsin, her ne kadar Temmuz ayında isek de burası soğuktur, müşir paşa efendimiz terehhumen böyle emrettiler, siz rahat idiniz!” diye demir kapıyı kapayıp giderler, Biçâre adamını ertesi günü eceli mevudile vefat etmiştir diyerek cenazesini kaldırttığı pek çok defa vaki olmuştur. Bu adamın gûya memleketin muhafazasına ve âsayişin idamesine karşı ahaliye ettiği zulüm ve istibdadına rağmen İstanbulda okadar emniyetsizlik vardı ki tariften müstağni idi. Meselâ gece saat üçten sonra Babıâli caddesinde hırsızlar adam soyarlar ve bazı kere cinayetler vukubulur, failleri derdest edilmezdi. Biz bunları görüp işittikçe mesleğimiz iktizasınca Basîrete yazardık, hattâ bir gün: “Hırsızlar geceleri semaden zenbille inip işlerini gördükten sonra yine semaya çekilip gidiyorlar; buna Zaptiye Müşiri Flâtun tedbiri (bu ibâreyi yazmazsak Hüsnü Paşa kızardı) ne yapabilir. Bu hususta mâzur değil midir?” diye yazdığımız müsteziyâne fıkraya pek ziyade canı sıkılmış olduğundan, bundan böyle Basîret gazetesinde zabıtanın icra atına zıd bir fıkra görüldükte hemen kendisine irae edilmesini sadık adamlarından Fikri ve Refi Efendilere eskiden tenbih eyler. (Fikri Paşa Bitlis valiliğinde, Refi Efendi Preveze mutasarrıflığında vefat edenlerdir). Artık Basîret gazetesi her gün bunların elinden düşmeyip bir bahane ararlardı.
Muharrirlerimizden Mösyö Hayreddin tarafından yazılan bir bendi mahsusta: “Avrupada gazeteciler o kadar muteberdir ki bunlardan Hariciye Nezaretine kadar irtika edenler vardır. Türkiyede ise bir zaptiye neferi kadar haysiyetleri yoktur” fıkrasını Hüsnü Paşaya irae ederler ve benim celbim için matbaaya bir çavuş ile bir nefer gönderir. Bunlar beni yakalayıp biri sağ tarafımdan öteki sol tarafımdan ellerini pantolonumun kemerine sokup bir kaatil götürür gibi Hamidiye Caddesinden Bâbı Müşiriyete isâl ederler. Ben bunlara yolda. “Niçin beni böyle götürüyorsunuz, ben kaçmam!” dediğimde: “Müşir Paşa efendimizin emri böyledir!” diye cevap vermeleri üzerine sesimi çıkarmadım. Beni doğruca zabıta müdürü Arnavud Kâzım Beyin odasına, oradan da Müşir Paşanın huzuruna çıkardılar. Hüsnü Paşa:
— Bugünkü Bâsirete yazdığın şu fıkrayı beğendin mi? Zaptiye neferini tahkir etmedin, doğrudan doğruya zatı hazreti padişahiyi tahkir ettin! “diyerek bir zaptiye neferinin huzuruna celbini emretti. Nefer geldi:” İşte bak, arkasındaki elbise ve kırmızı gaytanları ve belindeki tokası, bunlar hep alâmeti şehriyaridir! Bu halde cezanı şimdi görürsün!” diyerek divanı zaptiyeye havale eyledi. Gûya işler kanun dairesinde görülmek üzere Giridli Salih Efendi riyasetinde ve Kadıasker Gürcü Şerif Efendi ve on azadan mürekkep Divanı Zaptiye namında bir mahkeme teşkil etmiş idi.
Biz divanı zaptiyeye dahil olduğumuzda gazeteye yazılan fıkranın mânasının izahını istediler. İzah ettim; neçare ki bunlar da müşir paşanın fikrine hâdim olduklarından her ne kadar müdafaa etmek istedim ise de bir gûna tesir etmedi. Reis tarafından: “Müzakere edeceğiz maznunu dışarı çıkarınız!” emri sadır oldu ve beni alıp teneffüs odasına götürdüler, bir saat sonra çağırdılar. Divanı zaptiyeye girdik. Reis bey bana hitaben: “Bakınız, yazdığın fıkra üzerine sizin doksan altı gün hapsinize mahkemece ittifakı âra ile hükmolunup müşir paşa hazretleri tarafından mucibincesi icra olunmuştur! Başka bir diyeceğiniz var mıdır?” demesi üzerine: “Hiçbir diyeceğim yoktur! Yalnız ihtarınız veçhile doksan altı günü hapishanede geçireceğim, bundan başka çarem yoktur!” dedim. Bunun üzerine: “Al çavuş, bunu götürünüz!” dedi. Çavuş beni doğruca İstanbul müdürü mumaileyh Kâzım Beyin odasına götürdü. Kâzım Beyin odasına götürdü. Kâzım Bey beni görünce: “Canım kaçıncı defadır böyle mahkûm oluyorsun, ne kadar çok paran varmış, artık dilini tutsan olmaz mı?” diyerek emsali misillû beni aşağıda câniler hapishanesi kapısına eriştirdiklerinde gardiyan hemen kapıyı açmak sıralarında iken Kâzım Beye: “Yanımda üç dört yüz liram ve altın saat ve kordonum var, beni bu hal ile içeriye sokarsanız caniler beyninde tekrar bir cinayete sebebiyet vermiş olursunuz!” dediğimde: “Emaneten bana veriniz de bende kalsın!” dedi. Cevaben: “Sana değil müşirinize bile emniyet edemem, matbaada biraderim vardır, onu çağırınız vereyim” dedim. Biraderim geldi, teslim ettim. Beni parmaklıklı kapının içerisine soktular. Câniler beni gördükte. “İki üç saatlik misafirimiz yine geldi!” diyerek yanıma sokulmağa başladılar. Bunlarla havaî sohbetler arasında birisi yavaşçacık cebimde bulunan gümüş kutuyu, birisi de mendilimi aşırdılar. Katiyen ses çıkarmayıp sükût ettim. Bir saat sonra evvelki hapishanelerimde olduğu gibi aziz ehibbadan Matbaai Âmire müdürü Bekir Efendiyi (Vezir Hanında müstakil matbaa sahibi olan Bekir Efendidir) celbettirip bu defa da Müşir Paşaya ait olmak üzere yüz elli lira resmi maktuunu yahut fidyei necat olarak Bekir Efendi mahalline teslim ederek iki saat sonra hapishaneden çıkarıldık (B.: Bekir Efendi, Matbaacı). Hasılı Hüsnü Paşa beni böyle dört defa divanı zaptiyeden mahkûm ettirip câniler hapishanesine soktu, artık bu hususta ne kadar resim vermiş olduğumu kariler hesap etsinler. Asıl belâ neresinde, ben böyle hapishaneye atıldıkça, maazallah bir gece kalacak olursam Temmuz ayında üşümemek için konulan mangal hatırıma gelirdi. Bir Paskalya yortusunun üçüncü günü “hıristiyan tebaai şahane yortularını hiçbir vukuat olmaksızın kemali emnü âsayiş üzere geçirdiler. Bu ise Zaptiye Müşiri Flâtun tedbiri devletlû Hüsnü Paşa Hazretlerinin eseri himem ve ikdamları sâyesinde olmuştur, Cenabı Hak müşir paşa hazretlerini nice böyle paskalyalara yetiştirsin duasile hatmi makal eyleriz” fıkrasını yazıp mürettiplere verdiğimde heyeti tahririyemiz tarafından bu fıkranın gazeteye dercedilmemesi için ihtaratta bulunmuşlar ise de hiç olmazsa şu kadarcık bir ahzisâr etmiş olurum diyerek ve başıma geleceğini bilerek gazeteye derceyledim. Müşir paşa bu fıkrayı görmüş, Fikri ve Refi Efendilere tenbihatını vermiş, artık ufak bir bahane arayorlar. Tesadüfî olarak birkaç gün sonra Üsküdarda vaki haremeyn tercemanı Tavaşî Hasan Efendinin vefat ettiğini yazmış idik. Bu Hasan Efendi Valide Sultanın bendegânından imiş, Sultan teessüflerini mucip olmuş; meğer Hasan Efendi vefat etmemiş olduğundan birkaç gün sonra dairelerine gidip isbatı vücut etmiş, yüz lira da ihsan almış. Fakat Hüsnü Paşanın nezdine gidip: “Henüz hayatta bulunduğum halde Basiret bizi öldürmüş, bu sebeple ismetpenah efendimizi meyus etmiş” diyerek şikâyet etmiş. Hüsnü Paşa Valide Sultanın müteessif olduklarını işidir işitmez bundan daha âlâ fırsat olmaz diyerek beni çal yaka bir tezkere ile mahut divanı zaptiyeye havale eyler, Valide Sultanın rakika ve şefika kalbi âlisini müteessif eder bir havadis yazdığımdan dolayı divanı mezkûr o gün yüz yirmi gün müddetle hapsimize karar verilip mucibincesi keşide edildikten sonra Kâzım Bey bizi hapishaneye tıkar. Allah razı olsun Bekir Efendi bu kere yüz yirmi lira masrafla bizi iki saat sonra halâs eyledi. Hapishaneden çıktığımda Hüsnü Paşa beni huzuruna çağırdı, Basîreti elime verip: “Yazmış olduğunuz şu fıkrayı okuyunuz da dinliyelim!” dedi. Ben ise hiç ehemmiyet vermiyerek mahut paskalya duasını cehren kıraat eyledim: “Başka dua bulamayıp da aslım rum olduğu için mi paskalya duası yazdın? Öyle değil mi?” demesi üzerine: “Efendim, bu bir duadır, paskalya münasebetile yazılmıştır, bunda bir garez yoktur, Cenabı Hak nice nice bayramlara yetiştirsin, duasından bunun ne farkı var?” dedim ise de bir türlü kani edemedim: “Artık bundan sonra aklını başına topla!” deyip oradan matbaaya geldim. Hüsnü Paşa bundan biraz sonra Hüsnü Efendi namile nefyolundu. Biz de şerrinden halâs olduk ise de aradan bir sene mürurunda affolunup İstanbula geldi. Tekrar Zaptiye Müşiri oldu, fakat menfada iken zebunküşlük edip de hakkında hiçbir şey yazmadık. Bir aralık Yanya valiliği ile Yanyada iken Arnavutlar elinde telef olmuştur.
“Almanya Başvekili Prens Bismark ve İstanbul gazeteleri — Aradan bir sene mürurunda bir gün matbaada otururken sefaret kavaslarından birisi içeri girip üzeri kırmızı mumla mahtum bir mektup verdi. Kıraat olundukta Basîret gazetesi sahibi imtiyazının Pazartesi günü bir maddeden dolayı Büyükderede Almanya Sefarethânesine azimetini mübeyyin dâvetname olduğu anlaşıldı. İmza Almanya devletinin Dersaadet sefiri kebiri Kont Kayserling diye mevzu idi.
Almanca mütercimimiz Tevfik Beyi beraber alarak Pazartesi günü Büyükderede Almanya Sefarethanesine gittik. Sefaret baştercümanı Baron Testayı görüp sefiri kebir Kont Kayserling cenaplarının odasına girdik. Sefir bizi kapıdan istikbal etti. Musahebeye başladığımız sırada çantasından bir mektup çıkarıp okudu. Tercemei meali “Basiret gazetesi sahibi imtiyazını bulup görüşünüz, muharebe esnasında devletimiz ve milletimiz hakkında yazmış olduğu fıkralardan dolayı bizi minnettar etmiş olduğundan tarafımdan Alman milleti namına beyanı teşekkürle beraber masarifi rahiyesi sefarethaneden tesviye edilmek üzere Berline kadar ihtiyarı zahmet ederek kendisile görüşürsem başlıca memnun olacağımı beyan edinizden” ibaret idi. Prensin sefarethâneye şu mektuplarını yazmaktan maksatları, Fransızlar ile Almanların muharebeye başladıkları sırada İstanbulda en muteber Türkçe gazete hangisi ise her günkü nüshasında hakkımızda yazmış olduğu fıkraların bittercüme aslile beraber tarafına gönderilmesini evvelce sefarethaneye yazmış olduğundan olveçhile Basîret nüshalarının fıkraları Almancaya bitterceme gönderilir. Prens Bismark bizim Basîreti okurmuş. İşte bundan dolayı bizi Berline dâvet etmiş imiş. Bunun üzerine: “Prens hazretleri gibi bir zatı âlinin hakkımda ibraz buyurdukları iltifatı mahsuslarına karşı azim teşekkürler eylerim, sefir hazretlerinden rica ederiz, müsaade buyursunlar, Sadırazam hazretlerinden bilistizan iki gün sonra gelip cevap veririm!” demekliğim üzerine beyanı memnuniyetle beraber iki gün sonra bize muntazır olacaklarını söyledi.
Ertesi günü Sadırazam Âli Paşanın Bebekteki sahilhanelerine gidip keyfiyeti arzeyledim. Fevkalâde mahzuziyetle beraber: “Millet namına teşekkürler ederim, zira şimdiye kadar böyle büyük bir zatın islâm gazetecilerinden birisini böyle mahsusan dâvet etmesi vukubulmamıştır, vakit geçirmeyip hemen azimet ediniz ve bir de alafranga harekette bulunmayıp alaturka bulunursanız daha ziyade memnuniyetlerini kazanmış olursunuz!” dedikten sonra huzurundan çıktım. Mühurdar Mustafa Bey beni odasına götürüp:” Sadrazam paşa hazretleri tarafından size muavenet olmak üzere!” diyerek elime bir çıkın para verdi. Tâdat ettim, beş yüz lira idi. Halbuki tercemanım ile beraber birinci mevki olarak kâffei masarifim Prensin emirlerile sefaretten tesviye edileceğini de Sadırazamı müşarünileyhe söylemiştim.
Ertesi günü Almanya sefarethanesine gidip, Berline azimetime Sadaretten kemali memnuniyetle müsaade olunduğunu, üç güne kadar Tuna tarikile gideceğimi söyledim. Masarifi rahiyemize medar olmak ve bankadan alınmak üzere on bin frangı havi bir çek verdi: “Sadırazam tarafından beş yüz lira verildi, milletin sayesinde paraya ihtiyacım yoktur!” diye almak istemedim ise de: “Bana Prensin emri böyledir, haricine çıkamam!” diyerek kabul etmekliğimi ısrar eyledi. Üç gün sonra matbaamızın Fransızca ve Almanca mütercimlerinden Sarafim Efendiyi beraber alıp Nemçe vapuruna rakiben Varnaya, oradan da şimendiferle Rusçuğa vardım. Nemçenin Tuna vapurlarından birisine bindim. Ertesi günü Vidine yanaştık; çünkü orada pederim Naib idi. Bir hafta kadar ikametten sonra yine Tuna vapuru ile Tameşvara çıktım. Günrükten sandığı aradıklarında beher okkası üç liraya İstanbuldan mübaya ettiğim Yenicenin üç kıye tütünü için sekiz lira gümrük vereceksiniz diyerek zaptettiler. Keyfiyeti otelciye anlattığımda iki lira veriniz, size tütünleri geriye getireyim demesi üzerine iki lira verilip derhal tütünler geldi. O gece şimendifere binip Peşteye vardık, iki gece kalıp Budini ve Peşteyi gezdim. Peştede meşhur Asmaköprü üzerinden geçerek Budinde bazı âsarı Osmaniyeyi, orada metfun Gülbaba türbesini ziyaret ettim. Mezkûr türbe Nemçeli bir türbedar idaresinde olup gayet güzel bir bahçe derununda ve gayet muntazam bir kubbe altında medfundur. Bu zat dokuz yüz kırk sekiz senesinde Macaristan muharebesinde şehid olmuş, mazannai kiramdan bir zat olup elyevm medfun bulunduğu mahalle Macarlar Gülbaba mahallesi dedikleri gibi Macarların hastaları şifayab olması için mezkûr Gülbabanın ruhaniyetinden istimdat ederler imiş. Sultan Abdülâziz merhum Avrupa seyahatinden avdetinde Peşteye vürudlarında türbei şerifi mezkûreyi ziyaret edecekleri dergâr olmakla Viyana Sefareti seniyesi tarafından mükemmel surette tamir edilmiştir.
Viyanaya vardığımın ertesi günü şimendifere rakiben Berline gittim. Otele nazil olduğumun ikinci günü otelciyi çağırıp Bismark’ın hususî hânesini bilir bir arabacı celbediniz dedim. Bir araba geldi, tercemanımla beraber bindik, konağa geldik. Bizi alt katta bir odaya koydular. Biraz istirahatten sonra kartımı istediler, verdim. Derhal bir mösyö geldi, bana türkçe âşinalık ile hal ve hatırımı sordu. Tercemanımı bırakıp beni yukarıya çıkardı. Bir salona girdiğimiz sırada: “Aman mösyö, ben Prens Bismark hazretlerini bilmem, şayet yanlarında birkaç zat bulunmakta ise beni kendilerine takdim ediniz ki tanımış olayım!” dedim: “Hayır, yalnız sizi kabul ediyorlar!” deyip odaya girdik. Prens ayakta bulunup arkamda zaten o zamanın alaturka, etrisi olup yerle beraber temenna ettiğim sırada Prens hazretleri elini uzatıp hoşâmediyi icra ve karşılarındaki sandalyeye oturmaklığımı teklif ettiler. Terceman efendi vasıtasile iltifat buyurdukları sırada önünde bulunan sigaralardan bir tanesini ikram etti. Ben her ne kadar sigara içmem dedimse de: “Türkler sigara içerler, esasen tütün, Türk tütünüdür” dediler. Kibritle yaktım. Hangi tarikten geldiğimi ve yolda zahmet çekip çekmediğimin suali üzerine Tuna tarikile geldiğimi ve zahmet çekmediğimi arzettim: “Fransa ile muharebe ettiğimiz sıralarda Basîretin nüshai asliyesile beraber tercemelerini İstanbuldan sefaretimiz vasıtasile getirip mütalâa ederdim; vukuatı doğru yazdığınızdan dolayı beyanı memnuniyet ve ordumuz hakkında mütalâai muhikkanıza ayrıca teşekkürler ederim. Türklerin Almanlara ve almanların Türklere olan muhabbetleri katiyen haleldar olmıyacak derecede eskidir!” buyurdular. Mükâlememiz ve kahve içmekliğimiz yirmi dakika kadar devam etti, müsaade talebile ayağa kalktım: “Pek acele ettiniz, yorgunsunuz, yine görüşelim!” diyerek avdetime müsaade etti.
Dışarı çıktığımda tercemanlık eden mösyö ile diğer bir odada oturduk. Kendilerinin İstanbul şivesi üzere güzel türkçe söylemekte olduklarından, nerede öğrendiklerini sual ettim. Berlindei Şark Mektebinde tahsil edip, İstanbul sefarethanesinde dahi epeyce müddet bulunduklarını ve Prens Bismark hazretlerinin kâtibi hususîsi ve mektebi tıbbiyei mülkiye müdür muavini, isminin Doktor Borş olduğunu, kartvizitinden anladım.
Oradan beraber kalkıp merdivenden aşağıya indik. Mükellef bir araba gördüm. Doktor Borş ve tercemanımı dahi karşımıza alarak bir daireye vâsıl olduk. Burası misafirhane olduğundan: “Burada misafirsiniz!” dedi, ve istediğimiz mahalleri gezmek için arabanın daima emrimize hazır bulunduğunu söyliyerek veda edip gitti.
Prensle ikinci mülâkatım. Âli Paşanın vefatı münasebetile oldu (B.: Âli Paşa).
Hasılı yirmi dokuz gün Berlinde Prensin misafiri olduğum sırada pek çok mektepler, darüssınaalar vesair mahalleri gezdim ve bu sırada Osmanlılık semahatinde bulundum. Bir gün Prens Bismarkın nezdine gittim, avdetime müsaade buyurulmasını istizan ettiğimde: “Pek çabuk gitmek arzu ediyorsunuz, daha görülecek mahaller vardır; biraz daha ikamet etseniz olmaz mı?” dediklerinde: “Şu günlerde Mısırda bulunmaklığım lâzımdır!” dedim: “Hangi tarikle gideceksiniz?” buyurmaları üzerine: Asgusburğa gidip oradan bir makine ile bazı edevat mübayaa edeceğim!” demekliğim üzerine: “Fabrikatör ahbabımdır, sizden fahiş para almamaları için bir mektup yazayım!” deyip yazılmasını emrettiler. Mektup yazılıp getirildi, imza edip mazrufen yedime verdi. Mumaileyh Doktor Borş beraber olduğu halde şimendifer mevkifine kadar geldik; mevkifte yedime kapalı bir mektup verip veda etti. Şimendifer de hareket eyledi. Kapaklı mektubun ismime muharrer olduğundan acaba bu ne içindir diye tercemenıma sordum: “Almanlar bir ahpabından ayrıldıkları vakit şimendiferde vakit geçirsin diyerek bir roman hediye etmeleri âdetlerinden olmakla bu da o kabilden olmalıdır!” diye cevap vermesi üzerine zarfı yırttım, içinden beheri yüz lira itibarile on adet banknot çıktı. Oh ne âlâ, diyerek cüzdanıma yerleştirdim (!?).
Gece Münihe vardık, yolcuların burada taam etmekleri için şimendifer yarım saat tevakkuf edeceğini haber aldık. Ben kâğıtları alıp sarrafa bozdurup bin lirayı bavula vezettim. Sabaha karşı Avğusburğa vâsil olduk. Bir otele gittim. Ertesi gün makineler fabrikasına gidip fabrikatörü odasında gördüm. Fabrikatör kahve ısmarladı. Ben o sırada prensin mektubunu eline verdiğimde bana olan riayet ve hürmetini bir kat daha arttırdı. Bunun üzerine makineler dairesine gidip beni gezdirdi. Eslihai harbiye imalâthanesini gezdirdiği sırada Devleti Aliye tarafından sipariş olunmuş olan kırk sekiz adet mitralyözler yapılmış, yalnız üzerinde tuğraları nakşolunuyordu. Bu fabrikanın cesametine ve faaliyetine nazaran beş bin amele hiç ses çıkarmaksızın çalışmakta olduklarına taaccüp ettim. Elle devronulursa saatte iki bin, motörle beş bin nüsha tabeder bir makine ile diğer küçük bir makine ve bir makas ve fransızca hurufat ve matbaa için sair lâzım olan eşya ve edevat mübayaa ettim. Bunların mecmu fiatını sorduğumda bin üç yüz liraya vâsıl olduğunu söylemesi üzerine bu paranın nısfını burada verip ve nısfı diğerini de İstanbulda gümrükte vereceğimi söyler söylemez: “Aman efendim, bunların bedeli Prens hazretlerinin hesabına geçirilmiştir, bana emirleri böyledir, sizden beş para alamam! Bu gördükleriniz âlât ve edevat modeldir! Sizin için yeniden yapılıp bir ay sonra Galata gümrüğünden alırsınız!” diye cevap verdi. Artık bunun üzerine Prens hazretlerine teşekkürü havi bir telgraf keşide ettim. Fabrikatör hakkımda fevkalâde hürmet ve riayette bulunmak üzere beni otelden kaldırıp hanesine götürdü. Fabrikatörün biri erkek, ikisi kız olmak üzere üç evlâdı ve bir de zevcesi olup bana nasıl ikram edeceklerini bilmezlerdi.
Ben bu sırada şiddetli bir tifo hastalığına duçar oldum. Bir hastahaneye yatmak üzere fabrikatörden rica ettiğimde kabul etmeyip hekimler celbile hanesinde tedavi ettireceğini söyledi. Halbuki madam ve çocuklar daima yanıma gelip hizmette bulunmakta olduklarından çocukların yanıma gelmemelerini ve benim mutlaka bir hastahaneye naklimi ricada ısrar etmekliğim üzerine muvafakat eyledi. Memlekette sörlerin muntazam bir hastahaneleri olduğunu haber aldım. Oraya gittim. Şuna dikkat ettim ki Almanlar ayni Türkler gibi misafirperver olup ben orada kaldıkça çocuklar gûya benim evlâdım gibi nezdime gelir: “Türkiş Türkiş!” diyerek yanıma sokulurlar, ben ise melek gibi minimini çocukların müptelâ olduğum hastalığımın sirayetile hasta olurlar korkusundan yanıma gelmeyiniz dedikçe madam ve mösyö ellerile ilâçlarımı verirlerdi. Almanlar da Türkler gibi bir garibe bakmanın indallah çok sevabı olduğu itikadındadırlar (Basiretci Ali Efendinin Alman propagandasına sadakatle devam ettiğini görülüyor).
Hastahanede yirmi gün kadar tedavide bulundum ve hele sörlerin bakmalarına insan takdir etmekten kendisini alamıyor. Hastahaneden çıkacağım sırada biraz para vermek arzusunda bulundum ise de katiyen kabul etmediler. Fıkaraya verilmek üzere bir sandıkları bulunduğundan oraya her ne kadar konursa kabul edeceklerini tahkik eyledim. Hemen sandığın başına gidip yirmi Osmanlı lirası bıraktım. Fabrikatör benim kesbi sıhhat ettiğime memnun olup birkaç gece daha hanesinde alıkoydu. Oradan Viyanaya geldim. Bir hafta kadar kaldıktan sonra Tiryesteye indim. Zaten Hidivi Mısır İsmail Paşa merhumun kerimelerinin zifaf cemiyeti icra kılınacağından beni Mısıra tezkerei mahsusalarile dâvet etmiş olduklarından vapura rakiben İskenderiyeye geldim.
“Basîretin kapanması — Abdülâziz zamanında Avrupaya gitmiş olan Ali Suavi Efendi Abdülhamidin cülûsünu müteakip Dersaadete gelmiş ve bir müddet mabeyinde kaldıktan sonra Mektebi Sultanî müdürlüğüne tayin edilmiş idi. Bugüne kadar malûm olman esbaptan dolayı bir müddet sonra mektebi mezkûr müdürlüğünden azlolundu. Müşarünileyh meşahiri muharririni Osmaniyeden olup kendilerini pek iyi tanıdığım cihetle aralıkta hanelerine gidip Basîrete dercedilmek üzere felsefî ve siyasî makalelerini alıp gazeteye derceyler idim. Bin iki yüz doksan dört senesi Mayısının yirmi birinci Cumartesi günü akşam üzeri müşarünileyhden hizmetkârı vasıtasile bir varaka aldım, mezkûr varakada aynen şu sözler muharrer idi:
“Devleti Aliyyenin haricî politikası şu sırada bir takım müşkülâta tesadüf etmiş ise de bunun hüsnü suretle tesviyesi çâresi imkânsız değildir. Pazartesi günü gazeteniz ile neşredeceğim makalenin mütalâasını evliyayı umura ve umum ahaliye tavsiye ederim.”
İşbu varakayı mumaileyhin ricası veçhile aynen ve imzası altında Basîrete derceyledik. Umum halk Pazartesi günü için Ali Suavi Efendinin mühim siyasî makalesine intizam ediyordu.
Mayısın yirmi üçüncü Pazartesi günü Filibe ve Hasköy vesair Rumeli ahalisinden beş altı yüz bir rivayete göre bin kadar mühacir ile beraber Ali Suavi Efendi Çırağan sarayına hücum ile Sultan Muradı oradan alarak ve Padişahım çok yaşa nidalarını ayyuka çıkararak Babı Seraskeriye götürüp iclâs teşebbüsünde bulundular ise de Ali Suavi Efendinin tertibi vechile bu işte hizmet etmek üzere ihzar edilmiş olan Taşkışla taburları mühacirinin biraz evvel hücum ve işe mübaşeret etmiş olmalarından dolayı muavenet yerine mukabeleye mecbur kaldıklarından ve olzaman Beşiktaş zabıtasına memur ve bilâhara müşir olan Hasan Paşa beraberindeki zabtiyelerle yetiştiğinden iki yüzden ziyade mühacirler katl ve itlâf edildiği gibi saraya girmiş ve düçar oldukları nâgehanî hücum üzerine pencereden dışarı atlamakta bulunmuş olan Ali Suavi Efendiyi bizzat Hasan Paşa sopa ile başına vurarak bi ruh yere sermiş olduğundan bu teşebbüs böylece akim kalmış ve Abdülhamidin icrayi mezalimine bir vesile ve sebebi diğer olmuştur.
Çirağan civarında katil ve itlâf edilen muhacirinden gayri olup asker ve zaptiyeler vasıtasile derdest olunan iki yüz kadarı Yıldız sarayına naklolunarak hapis ve tevkif edildiği gibi derhal İstanbulda Sultan Murad Hazretlerinin bendegân ve mensubininden nekadar zevat var ise cümlesi birer birer toplanılarak ve Yıldıza götürülerek hapis olunmuşlardır.
Bu vakanın mahiyetini tetkik eylemek üzere mabeyin başkâtibi Said Beyin (Sadırazam Said Paşa) tahtı riyasetinde Sadırazam Sadık Paşa ve heyeti vükelâ ve bazı müşirandan mürekkep bir komisyon teşkil ve işe mübaşeret ettirildi.
Bu vakanın ertesi günü matbaada otururken iki hafiye gelip: “Seni saraydan istiyorlar!” diyerek beni aldılar ve Yıldıza götürdüler. Padişah sarayından talep olunan kimsenin elbette bir lûtuf göreceğim diyerek memnun ve mesrur olması tabiî iken Abdülhamidin mezalimi malûm ve sarayı darulâzab olmasına mebni seni saraydan istiyorlar denilen zat eyvah mahvoldum evlâd ve ayalim perişan hanem harab olacak diye müteessir ve mahzun olurdu.
İşte beni de Yıldıza götürdükleri vakit böyle fevkalâde havf ve telâş içinde idim. Saraya vusulümuzde Abdülhamidin cülûsunu müteakip âleti mezalimi olup nihayeti ömrüne kadar birçok canlar yakan ve hanümanlar harab eden nedimi hassı padişahî Sansar Mahmudun adasına götürdüler. O gece orada kanapeler üzerinde yattım ve ertesi günü Zabtiye Nezaretinde en müthiş müstantiklerinden Fındıklılı Cehennemî Mehmed Efendinin yedi tâzib ve kahrına teslim olundum, ol zamanın âdeti, mühim adamları gece istintak ederlerdi, akşam saat birinden sabaha kadar beni istintak eyledi. Gündüz bilâ istintak geçip ertesi gece yine istintaka mübaşeret olundukta bir yaver gelip müstantiki mabeyin dairesine götürdü. Bir saat sonra avdet eden kurnaz herif istintaka bıraktığı yerden başladı, aldığı emri bana sezdirmemek için sözü evirip çevirdikten birçok taraflara sevkettirdikten sonra Avrupadan bahse girişti, nihayet benim Berline giderek Prens Bismarka misafir olduğumu duyduğunu beyan ile ne sebebe mebni gittiğimi ve orada daha kimler ile görüştüğümü sordu, ben bu suallerin Abdülhamidin emri mahsusile olduğunu derhal teyakkın ederek Berline azimet ve avdetimi bâlâda beyan olunduğu veçhile ber tafsil beyan ve ifade eyledim. Bu sırada müstantik efendi evrakı alıp mabeyine gitti, iki saat sonra avdetle yine istintaka devam etti. Bu defa bana mülâyimâne muamele eyledi.
İstintak olunduğum mahallin bir köşesinde bir mühaciri istintak eden diğer bir müstantik biçareyi şiddetle tazyik ve işkence ettiğini ve hattâ ispermeçet mumunu gözüme sokarak ihrak sûretiyle bir gözünü kör ettiğini gördüm, herifin feryâdı canhirâşı etrafı velveleye verdiği halde hiçbir taraftan ehemmiyet verilmedi. Biçârenin ertesi günü diri diri bir hufreye ilka ve defnolunduğunu haber aldım (!??).
Ben bu halleri ve birçok adamların canlarına pire kadar ehemmiyet verilmediğini gördükçe kendi hayatımdan kat’ı ümit etmiş, nöbet bana da gelecektir diyerek lerzenâk olarak kendi nöbetimi beklemekte bulunmuş idim. Bereket versin ki, Prens Bismark ile mülâkatım meselesi idamei hayatıma yardım etti, beni ölümden kurtardı.
İstintakım üç gecede ikmal edildi. Sebebi tevkifim vakadan üç gün evvel Ali Suavi Efendinin bâlâda aynen muharrer varakasını gazeteye yazdığım cihetle meseleden haberdar olduğuma hükmedilmiş olmasıdır. Evrakı istintakiye Meclisi Âliye gönderildi. Orada ariz ve amik tetkik edilerek bu işte kat’iyyen malûmatım ve methalim olmadığı anlaşılarak beraetle tahliyemin iktiza ettiği dermeyan olunur ise de hassa ordusu müşiri iken geçende vefat eden ve ol zaman mahsusen teşekkül eden komisyon âzasından bulunan müşir Rauf Paşanın beyan eylediği itiraz üzerine tahliyemiz icra olunmamıştır. Filvaki meclisi mezkûrda bulunanlardan hakkı iltizam edecek bir iki zat var idise de meselenin nezdiâlide nekadar ehemmiyeti olduğunu bildikleri ve beraet hakkında israr ederlerse kendilerinin düçarı belâ olacaklarını âşikâr gördükleri cihetle ihtiyarı sükût ederlerdi. Mazurdurlar.
Sultan Murad Hazretlerinin bendegânının ve birçok mühacirin ve ahalinin derdest ve tevkifi Yıldız civarında bulunan mevkufinin adedini üç dört yüze iblâğ etmiş idi. Bunların istintak ve muhakemeleri için Babı Seraskeride Alyanak Mustafa Paşanın risayeti altında birçok müşiran ve ferikan ve ricali mülkiye ve ilmiyeden mürekkeb bir divanı harbi örfî teşkil edilmekle cümlemiz Babı Seraskeride vâki Taşkışlaya naklolunduk.
Orada istintak ve icrayi muhakemeye başladılar. Bir taraftan bazı zevat ve birçok efradı ahali ve mühacirin derdest olunarak tevkif edilir ve kışladaki mevcudumuz her gün birer miktar tezayüt ediyordu.
Mevkufin meyanında olup yüzde doksan dokuzu bugün irtihali dâribeka etmiş ve benim bildiğim zevattan elyevm berhayat bulunan Sultan Murad Hazretlerinin ikinci kâtibi efâdılı ülema ve serâmedânı erbabı irfandan olup Halebe nefyü tağrib edilerek orada vefat etmiş olan Hacı Hüsnü Beyin mahdumları Avnullah ve Süleyman Tevfik Beylerdir. İhtimalki mumaileyhümâdan gayri berhayat olan vardır. Fakat ben bilemiyorum.
Taşkışlaya naklolunduğumuzdan birkaç gün sonra bir gece Babı Seraskeride fevkalâde bir telâş görüldü. Geliyorlar, gidiyorlar, asker hazırlanıyor, sevkediliyordu. Ne olduğunu cümlemiz meraka başladık. Acaba bize mi bir şey yapacaklar diye düşünüyorduk. Sonradan iş anlaşıldı. Aksaray civarında bir mahallede sakin ve Evkafı Hümayun nezareti memurininden Aziz Bey namında bir zatın hanesinde Sultan Murad lehinde bir cemiyet in’ikad eylediği ol zaman yeni yeni başlamış olan hafiyelerden biri tarafından ihbar olunmasına mebni bu tedarikât mezkûr haneyi basmak için imiş. Bir miktar asker memurini lâzime sevkile Aziz Beyin hanesi basılıp mevcut bulunan zevat derdest edilerek bulunduğumuz kışlaya getirdiler. Artık hafiyeler bütün bütün meydan almış ve bir çok ağrazı şahsiye kurbanları da her gün bize iltihak eylemekte bulunmuş idi.
Tetkikat ve muhakemat beş buçuk ay kadar devam eylediğinden cümlemiz bu müddet zarfında mezkûr kışlada mevkuf kaldık, adam başına bir çift tayin ekmeği veriliyor ve başka bir şey ita olunmuyordu. Mevkuf bulunduğumuz kışlada Geliboludan getirilmiş olan müşir merhum Süleyman Paşa ile Ardahan vakasından müttehem Kasap Hüseyin Paşa da mevkuf idiler.
Müşarünileyh Süleyman Paşanın sebebi tevkif ve ithamı gûya meclisi mebusan ile akdi ittifak ederek kumandasında bulunan ordu ile Dersaadete gelerek hal’e teşebbüs eyliyeceği tahakkuk eylemiş olması ve Rusya muharebesinde vazifesinde tekâmül etmiş, halbuki sebebi hakikî müşarünileyhin Sultan Azizin hal’i meselesindeki hizmeti idi.
Divanı harbde esnayi istintak ve muhakememizde geçen bir vakayı şurada zikretmekten bir türlü kendimi menedemedim. Çünkü o vakada ve yahut sözde ufak bir şey ise de Ali Süavi Efendi vakasının tertibatı mahsusasını gösterir olduğundan şayanı dikkattir şöyle ki:
Sultan Murad Hazretlerinin bendegânından olup Ali Suavi vakasında zimethal olmakla itham ve tevkif edilmiş olan bir zata esnayi muhakemede divanı harb reisi tarafından: “Beyefendi, itiraf ve ikrarınız veçhile haberdar olduğunuz bu vakayı vukuundan evvel hükûmete ihbar ile ibrazı sadakat etmiş ve buna mükâfaten mesanidi âliyeyi ihraz eylemiş olsanız daha güzel olmaz mı idi?” suali irad olunmakla müşarünileyh: “Evet ikrar ve itiraf ederim ki, bu meselenin zuhur edeceğinden haberdar idim, hattâ Ali Suavi Efendinin böyle mühim bir işi dört buçuk muhacirle görmek mümkün olmadığını bilerek birçok rical ve erkânı askeriye ile görüşüp ittifak etmiş olduklarını ve kuvvetli bir fırka teşkil eylemiş bulunduğunu da biliyor idim. Belki huzzâr arasında müşarünileyh ile akdi ittifak etmiş zevat vardır, böyle mükemmel bir tertibatın bir vakit yanlışlığından dolayı neticesiz balacağını ümit etmek keramete mütevakkıf idi. Binaenaleyh velinimetim menfaatine muvafık olan bir şeyi ihbar ederek hiyanet etmiş olmağı erbabı nâmus nasıl irtikâb eder!?” demiş ve divan heyetini baş eğmek suretile sükûta mecbur etmiştir.
Bu zat diğer bazı rüfekasile beraber muahharen idama bedel müebbeden kürek cezasile mahkûm olarak nefyedilmiş ve menfasında vefat eylemiştir.
Mevkuf ve mahbus bulunan zevat ve kesan meyanından yüzde altmışı müebbed, yirmi beş, on beş, on seneler nefye ve kalebentliğe mahkûm edilmiş olduklarından mahkûminin gayri olanlar tahliye edilmiş ve bizlerde Süleymaniye Camiişerifi cihetindeki kapının üzerinde bulunan kışlaya naklolunmuştuk idik (B.: Bekirağa bölüğü).
Birkaç gece sonra bir tabur asker ihzar olundu ve kışlanın önüne iki sıra dizildi. Cümlesi süngü takmış idiler, mahkûmini bulundukları yerden çıkarıp bu askerin ortasına alarak mâşiyen Sirkeci iskelesine sevkeylediler, orada hazır bulunan mavna ve kayıklara muhafaza altında irkâb edilerek İzzeddin vapuruna naklolundu ve vapur sabaha karşı demir alarak biçareleri menfalarına nakletmek üzere Bahrisefide doğru tahriki çarhı azimet etti.
Vapuru mezkûr ile İstanbuldan tebid edilenler meyanında bulunan bir zat vapurun hareketini müteakip cümleye hitaben: “Biraderler, bu gece bizim için leylei iyddır! Binaenaleyh ilânı meserret ve şadümani edelim, Cenabıhak şu milleti muazzamayı başının üzerindeki felâket ve belâdan muhafaza ve halâs buyursun duasını isâli âsüman eyliyelim!” demiş ve cümlesi bu duaya âmin han olmuştur.
Bu cümleden olarak ben de hiçbir kabahat ve methalim olmadığı halde Kudüsüşerife nefyolunmuş idim.”
Üç çifte kayıkda İstanbul Hanımları; XIX. asır.
(Brindezi’den Sabiha Bozcalı eli ile)
Theme
Other
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM040484
Theme
Other
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 4, pages 2132-2140
Note
Image: volume 4, page 2132E1
See Also Note
B.: Ali Efendi, Basîretci; B.: Bekir Efendi, Matbaacı; B.: Âli Paşa; B.: Bekirağa bölüğü
Theme
Other
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.