Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BAHAÎ EFENDİ (Mehmed)
Onyedinci asrın seçkin ulemasından, şair, Şeylülislâmların otuz ikincisi; Hoca Sadeddin Efendi zâde Rumeli Kadıaskerliğine kadar yükselmiş Aziz Efendinin oğludur; Hicrî 1004 (Milâdî 1595 - 1596) da İstanbulda doğdu, devrinin bütün kibar ulema evlâdı gibi hususî tahsil gördü, medrese tahsilini de iltimasla bitirdi, kısa bir müderrislik tecrübesinde bulundu, fakat kadılık yolunu müderrisliğe tercih etti. İslâmî ilimlerden ziyade şiir ve edebiyata merakı vardı, çok güzel konuşur, vechen de güzel adamdı; gayet zeki, kafasını taassup çenberinden kurtarmış, zevklerine, keyiflerine düşkün, tütün ve içki gibi mükeyyefâti insanların bir zaafı olarak hoş görür, mübtelâlarının takibini hürriyete aykırı telâkki ederdi. Kendisi de tütün tiryakisi idi; kapusundaki bendegânı ve mahremiyetine kabul ettiği yaranı da hava ve hevesine düşkün adamlar olmuştu. Büyük aile servetine sahip, zengin ve gözü tok, son derecede asabî, kızdığı zamanlar aklına gelene yapmaktan, ağzına geleni söylemekten çekinmezdi.
Evvelâ Selânik, sonra Halep Kadısı oldu (1633 - 1634?). Halep’de Vali Küçük Ahmed Paşa ile geçinemedi; Vali devrin Padişahı Dörtüncü Sultan Muradın cezası idam olmak üzere koyduğu tütün ve içki yasağından istifade ederek bu gazabı amansız Padişaha Kadı Bahaî Efendi hakkında “Mükeyyefât alûdedir, eli...
⇓ Read more...
Onyedinci asrın seçkin ulemasından, şair, Şeylülislâmların otuz ikincisi; Hoca Sadeddin Efendi zâde Rumeli Kadıaskerliğine kadar yükselmiş Aziz Efendinin oğludur; Hicrî 1004 (Milâdî 1595 - 1596) da İstanbulda doğdu, devrinin bütün kibar ulema evlâdı gibi hususî tahsil gördü, medrese tahsilini de iltimasla bitirdi, kısa bir müderrislik tecrübesinde bulundu, fakat kadılık yolunu müderrisliğe tercih etti. İslâmî ilimlerden ziyade şiir ve edebiyata merakı vardı, çok güzel konuşur, vechen de güzel adamdı; gayet zeki, kafasını taassup çenberinden kurtarmış, zevklerine, keyiflerine düşkün, tütün ve içki gibi mükeyyefâti insanların bir zaafı olarak hoş görür, mübtelâlarının takibini hürriyete aykırı telâkki ederdi. Kendisi de tütün tiryakisi idi; kapusundaki bendegânı ve mahremiyetine kabul ettiği yaranı da hava ve hevesine düşkün adamlar olmuştu. Büyük aile servetine sahip, zengin ve gözü tok, son derecede asabî, kızdığı zamanlar aklına gelene yapmaktan, ağzına geleni söylemekten çekinmezdi.
Evvelâ Selânik, sonra Halep Kadısı oldu (1633 - 1634?). Halep’de Vali Küçük Ahmed Paşa ile geçinemedi; Vali devrin Padişahı Dörtüncü Sultan Muradın cezası idam olmak üzere koyduğu tütün ve içki yasağından istifade ederek bu gazabı amansız Padişaha Kadı Bahaî Efendi hakkında “Mükeyyefât alûdedir, elinden tütün çubuğu düşmez, icrâi ahkâmı şer’iye itmeğe şûuru yoktur” diye ağır bir ihbarda bulundu, Bahaî Efendi azil ile Kıbrısa sürgün edildi, Adaya, başını kurtardığına bin hamdü şükür ederek gitti; ve menfasına yalnız mahremi olan mahbub bir uşağını götürerek maiyet nümayişi ile göze batmaktan çekindi, adını bir müddet unutturmağa çalıştı. Bir sene kadar sonra affedildi ve İstanbula gelip evine kapandı. Hicrî 1048 (Milâdi 1638 - 1639) da Şam Kadısı, 1054 (Milâdî 1644) de Edirne Kadısı, 1055 (Milâdî 1645) de İstanbul Kadısı oldu; pek az sonra Anadolu Kadıaskeri, bir ay kadar sonra Rumeli Kadıaskeri oldu (1646), yine o sene içinde azledildi, mâzuliyeti de uzun sürmedi, tekrar Rumeli Kadıaskeri ve Hicrî 1059 (Milâdî 1649) da Abdürrahim Efendinin yerine Şeyhülislâm oldu (B.: Abdürrehim Efendi).
Mehmed Bahâi Efendinin bu ilk Şeyhülislâmlığı, bir saltanat darbesi ile Sultan İbrahimi tahtından indirip yedi yaşındaki oğlu Dördüncü Sultan Mehmedi tahta çıkaran Yeniçeri Ocağı ağalariyle büyük Valide kösem Mahpeyker Sultanın devlete hâkim oldukları büyük anarşi devrinin başlarına rastlar (B.: İbrahim; Mehmed IV; Kösem Mahpeyker Sultan; Muslahaddin Ağa; Bektaş Ağa; Mustafa Ağa; Çelebi, Mustafa Ağa, Karaçavuş; Abdülâziz Efendi, Karaçelebizâde).
Şeyhülislâmlığında ilk işi tütün içmenin haram olmadığına dair fetva vermek oldu. Mahrem hayatlarında her türlü habaseti ve şenaati irtikâp edip halka koyu sofu görünen ve zincirleme haramlarla halkın dünya hayatını zindan kasveti içinde geçirtmek isteyen ve “Kadızâdeliler” diye anılan riyakârlar yeni müftünün bu fetvası üzerine aleyhinde dedi koduya başladılar (B. : Kadızâdeliler; Ustuvânî Efendi). Bahaî Efendi gayet sakin: “Tütünün haram olduğuna dair delil göstersinler!..” dedi, berikiler: “Haram olduğuna dair delilimiz yok, ama helâl olduğuna da fetva verilmez!..” deyince: “Ben veririm, dedi, haram olmadığına göre içilebilir!..”.
Kadızâdeliler, mevlevîlere düşmandı, simâ’larını ve neylerini kastederek “tahta tepenler, düdük çalanlar” diyorlardı; mevlevihânelerin kapatılmasını istediler, gelenleri tereddüt etmeden koğdu.
Şeyhülislâmlığa Kara Muradpaşanın sadaretinde tayin edilmişti; bir müddet sonra bu vezir İstifa ederek mührü hümâyun Melek Ahmed Paşaya verildi; rüşvet eli uzunca bir devletliydi (B. : Murad Paşa, Kara; Ahmed Paşa, Melek).
Akdenizde Venediklilerle yapılan Girid harbinin buhranlı yıllarıydı, Fransız ve İngilizler Adadaki Venediklilere gizlice silâh ve erzak satıyorlardı; kıymetli bir denizci olan Kapdânıderyâ Ali Paşa bu ticaret gemilerini amansız bir dikkatle takip edince İstanbuldaki Fransız ve İnigiliz Eliçileri Sadırâzam Melek Ahmed Paşaya hediyelerini (?!) sunarak Osmanlı Devletinin dostu olan bayraklara hürmet etmesini bilmiyen bu Kapudan Paşanın azlini istediler; Bahaî Efendi “din ve devlet uğrunda çalışan böyle bir adamın azli dinve devlete ihanettir!..” deyince, Melek Ahmed Paşa Kapudan Paşayı ezledemedi; fakat bu sefer müftünün azli için fırsat gözlemeğe başladı.
Ocak Ağaları ile Sadırâzam bütün devlet mansıblarını rüşvet ile satıyorlardı. Ağalar kirli ellerini Kadılıklara da uzatmak istediler, Bahaî Efendiye “falan mollaya falan kadılığın verilmesi” yollu ricacılar gönderdiler, hiç birisini dinlemedi, gelenleri boş döndürdü. Ocak Ağaları da müftünün düşmanı oldular.
Nihayet bu namuslu, mütecellid adam bir dâvada devlet şerefini korumak isterken ölçüsünü biraz aşan şiddetli bir muamelesi yüzünden 11 Cemaziyelûlâ 1016 (2 Temmuz 1651) de azledildi.
Bir İngiliz tüccarının İzmirdeki İngiliz Konsolosundan iki yük akçe alacağı vardı, konsolostan parasını istedi, alamayınca İzmir Kadısı Hâşimîzâde Efendiye giderek Türk mahkemesinde dâva açtı. İngiltere ile Türkiye arasındaki kapitülâsyon muahedesine göre iki İngiliz arasında 200 yük akçe ve bu miktardan üstün alacak dâvaları ancak bir İngiliz mahkemesinde görülebilirdi, Hâşimîzâde gaflet edip konsolosu mahkemeye getiritti. Konsolos muahedenin suretini çıkararak: “Efendi!.. Sen bu dâvaya bakamazsın!” dedi ve bu sözü pek kaba bir tavırla söyledi. Kadı Efendi de kızdı! “Bre mel’un!.. Şer’i şerif üzere niçin dinlemem!..” diye bağırdı, Konsolos iri yarı bir adamdı, gitmesine mâni olmak isteyen mahkeme hademelerini silkip attı ve Konsoloshâneye döndü. Hâşimîzâde bu konsolosun Türkiyeden erzak alarak devletin düşmanı Venediklilere gizlice satmakta oludğunu isbat eden vesikalar topladı ve İstanbula, Şeyhülislâm Efendiye gönderdi; Bahaî Efendi de onları Sadırâzama yollıyarak “bu meselede İstanbuldaki İngiliz Elçisi de sorumludur, hem elçiye ihtarda bulunun hem İzmirdeki konsolosu azlettirin” dedi. Melek Ahmed Paşa Müftünün hassasiyet ve asabiyetini bildiğinden ona salâhiyetinin dışında bir iş yaptırmak için kasten kayıtsız kaldı: “Biz çok meşgulüz.. Bu meseleyi Efendi Hazretleri halletsin” cevabı ile İzmirden gelen dosyayı geri yolladı. Bahaî Efendi: “Bu ne biçim lâf!.. Vezirin işi bu gibi meselelerdir.. din ve devlet umuru ihtilâle varmış!..” diye bağırdı. Fakat Paşanın hazırladığı tuzağa düşmekten de kurtulamadı. Galataya adam gönderip elçiyi getirtti. Adını tesbit edemediğimiz bu elçi de kaba ve mağrur bir adamdı. Müftü vak’ayı sükûnet ile naklederek konsolosun azlini isteyince elçi âdeta bağırarak:
— Onu kralımız tayin etmiştir, ben azledemem!.. dedi.
Bunun üzerine Bahaî Efendi de sesini yükseltti :
— Bre mel’un, iki devletin arsındaki muahedenin tatbiki böyle mi olur? Düşmanımız Venediğe kalyonlar ve erzak verirsiniz, siz ne biçim muâhid geçinirsiniz!.. dedi.
Elçi en küçük bir siyasî nezaket göstermeyip:
— Bizden her kim gemi, asker ve erzak isterse, kirasını, parasını alır, veririz... Siz de isterseniz verelim!..
Deyince Müftü kendi adamlarına döndü:
— Götürün bu mel’unu, Paşa hapsetsün!.. dedi.
Elçi de :
— Sen beni hapse kaadir ve memur değilsin!
Deyince Bahaî Efendinin gazeb ateşi harladı :
— Bre kaldırın şu mel’unu!.. diye bağırdı.
Uşaklar elçinin yakasına yapıştılar, sille yumruk huzurdan çıkarıp Müftü konağının ahırına götürüp hapsettiler; Bahaî Efendi Vezir Melek Ahmed Paşa da “Balyos dedikleri bu mel’unu elbet de kaleye (Yedikule Kalesine) göndersün” diye haber yolladı. Elçinin, Müftü konağından etrafa dağılan maiyeti de Sadırâzam ile Ocak Ağalarına koştular, vak’ayı anlatarak Sefirin kurtarılmasını rica ettiler. Yeniçeri Kethüdası Çelebi Mustafa Ağa Ocak erkânının ağzından konuşmak üzere ulemadan Altıparmak İbrahim Çelebiyi Şeyhülislâma gönderdi; Bahaî Efendi artık, teskin edilebilecek halde değildi :
— Ocak Ağaları dediğin bu heriflerin Alî Osman Devletine bu tasallutu nedir? Vallahi bir gün senin ağalarını da seni de katlederler!.. dedi.
Altıparmak İbrahim Çelebi âkit adamdı, döndü, Müftü Efendinin red cevabını yumuşak bir şekilde tevil ederek getirdi. Yeniçeri Ağaları bu sefer maskaralıkları ile meşhur musahiblerinden Sarı Kâtibi gönderdiler. Sarı Kâtip Şeyhülislâmın sıhhat ve saadetine uzun bir duadan sonra:
— Bu kadar senedir ki Venedik dedikleri bir balıkçı kâfiri ile harp ediyoruz, bunca mal ve can telef oldu, henüz gereği gibi hakkından gelmek müyesser olmadı, İngiltere kıralı dedikleri Frengistan mülûkünün büyüklerindendir, mal ve asker ve donanmadan yana çok kuvvetlidir, onunla sulh bozulursa bize büyük zararı dokunur, Askeri İslâmın başına yeni gaile çıkarmak cenabınıza münasip midir? dedi.
Bahaî Efendi bu maskara adama evvelâ sükûnetle cevap verdi:
— Bakaa Kâtip Efendi, İngilizlerin sulha riayeti olsa bizim harp ettiğimiz Venediklilere imdad vermezdi, ağalarınıza bu gibi meselelerde bizimle istişare etmek düşerken bu gibi sözler söylemek İslâma düşer mi?.. dedi.
Sarı Kâtip dalkavukluk ettiği ağalarla lâübali konuşmağa alışmıştı, Müftünün huzurunda da ayni tavrı takındı:
— Hangi Şeyhülislâm konağında Balyosu hapsetmiştir, ağalar emrediyor işte, şu adamı serbest bırakın!..
Derdemez Bahaî Efendi parladı :
— Bre asılacak kâfir!.. Bu ağaların olacak herifler ne demek isterler!.. Bize müdahale ne hadleridir! Âlemi rüşvetle harab edüb dururlar!.. diye bağırdı, sonra ocak ağalarının türlü yolsuz hareketlerini madde madde sayarak Sarı Kâtibe öyle ağır hakarette bulundu ki herifin yüzü Bahaî Efendiyi dinlerken kâh karardı, kâh bozardı. Anadolu Kadıaskeri Kudsîzâde Efendi de o meclisde bulunuyordu, rica yollu müdahalede bulunacak oldu :
— Sultanım bu adamın günahı yoktur, tehevvür buyurmayın!.. diyecek oldu, Şeyhülislâm onu da:
Efendi sen Kadıasker misin!.. Küffarı himaye eden bu heriflerin gününde ne malahat için divana varırsın!?.. Yarın evinden çıkma! Divana gitme!..
Diye azarladı; Sarı Kâtibi “Çık!..” diye huzurundan koğdu. Sarı Kâtip Müftünün sözlerini Ağalarına bin dal budak katarak nakletti. Bu hâdise bir Cumartesi günü olmuştu, Pazar günü Ocak ağaları At Meydanında İbrahim Paşa Sarayında toplandılar ve saraya haber gönderip Şeyhülislâm Bahaî Efendinin azlini istediler; Padişah evvelâ reddetti, Ağalar ısrar edince Bahaî Efendi Azledilerek yerine yıllardanberi Şeyhülislâm olmak hırsı ile çırpınan Kara Çelebi Zâde Abdülâziz Efendi tayin edildi. Bahaî Efendi evvelâ Kanlıca körfezindeki yalısına çekildi, birkaç gün sonra oradan arpalığı olan Bergamaya sürüldü. Yalısından kendisini sürgüne götürecek gemiye binerken komşularından bir dostuna:
— Sadırâzam Paşa gayretsiz ahmak, biz ise gayyur Ahmak idik.. görülüyor ki insana zarar gayret belâsından geliyor!.. dedi.
Gelibouda bir kaç gün ulemadan Kovacızâde Abdülkadir Efendinin evinde misafir kaldı, Padişahtan izin alındı, oradan Lâpsekinin Bergoş (?) Nahiyesinden Çelebizâde Mahmed Efendinin havuzlar, selsebiller ve mükellef kasırlarla bezenmiş çiftliğine gitti.
Kovacızâde Abdülkadir Efendi anlatırmış, bir sohbet esnasında Bahâî Efendi Yeniçeri Ağalarının türlü habasetlerini nakletmiş :
— Bu vaziyeti müftü olduğum gün anladım, ardı kesilmeyen mekruhattan tekliflerinin birine müsaade etmedim, bana düşman olduklarını bildiğimden iki defa büyük Valide hazretlerine iltimasname gönderüp istifa ettim, azlimi rica ettim, kabul etmediler, âkıbet tahmin ettiğim başıma geldi.. demiş..
Lâpsekideki çiftlikte bir sene kadar oturdu. Sarayda çocuk padişahın anası Turhan Sultanın taraftarları eli ile Kösem Sultanın katli ve bütün İstanbul halkının müzahereti ile Ocak Ağalarının devrilmesinden sonra İstanbula döndü (Hicrî 1062 = Milâdî 1652) ve ayni yıl içinde Şüyhülislâm Ebûsaid Efendinin yerine ikinci defa Şeyhülislâm oldu; “hunnak” denilen ve o zamanlar için ağır, tehlikeli hastalıklar arasında bulunan illetten ölüncüye kadar bu makamda kaldı.
Vefat tarihi hicrî 13 safer 1064 ve milâdî 3 Ocak 1654 bir cuma günüdür.
Naimâ tarihinde ölümü münasebetiyle şu hatıralar kaydedilmiştir.
“Haysiyet sahibi, şiir ve nesirde mahir, gayet zeki, tenkidleri yerinde ve kuvvetli bir vücud idi; fakat hiç bir fenni de derinliğine bilmezdi, usulü üzere tahsili yoktu, yaranı sıhhati ve mükeyyefatı ülfeti ile tahsile zaman bulamamıştı; vakitlerinin çoğu keyif istiğrakı içinde geçerdi; bilgi boşluğunu ateşin zekâsı ile doldururdu ve her vadide akran ve emsalinden geri kalmazdı.
“Ölümüne yakın günlerde pek gariptir ki ahlâkında ve mizacında büyük değişiklikler oldu; daima lûtufkâr, mükrim, cömerd adam iken kabalaştı, hasisleşti; düşkünlere gariblere, yoksullara uzanıp yardım eden eli kısaldı, kapandı. Kabiliyet istidad sahibi gençleri korur, himaye ederken korumaz oldu”.
Ölümünden yirmi gün evvel İstanbulun bazı vak’alarını evvelden keşfetmiş olmakla tanınmış bir meczubî olan Derviş Hüseyin Ebussudzâde Sadık Çelebiye gelip :
— Kalk beni Müftüye götür!.. dedi.
Sadık Çelebi de baş üstüne deyip götürdü; kapıdan girer girmez meczup derviş Bahaî Efendiye:
— Bakaa kaza müteveccih oldu, kurtulana âferin;.. dedi.
Bahaî Efendi gaflet uykusundan uyanıp:
— Dedem buna çare nedir?
Diye sorunca derviş Hüseyin:
— Buna çare yoktur, belâyı red ve ömrü ziyade eden umuru siz talim ederken varlık ve refah içinde yine gaflet ettiniz, tedarik vaktinde gerekti, halen fırsat fevt oldu, yol tedarikini gör!..
Dedi. Bahaî Efendi dehşet içinde kalıp dervişe:
— Hele oturun, def’i banide teveccühü derun ile lûtfedin!..
Dedi ise de derviş:
— Haber verdiğiniz de lûtuftur!..
Diyerek firar eder gibi meclisten çıkıp gitti.
“Şeyhülislâm Efendi hemen tekkelerdeki fukaraya ve evvelden tanıdığı saliha ve fukaraya sadakalar, kurbanlar, pirinç ve yağ verilmek üzere defter yaptırıp kethüdasına ve müvezziine verdi:
— Bugün bunları dağıtın!.. diye tenbih etti.
“Fakat üzerindeki dehşet gitmedi. O gece de bir rüya gördü:
Kendisini çırıl çıplak soyup bir beyaz ipekliye sararlar ve evinin karşısında olan bağçesinde bir ağaç altına küçük bir çadır kurup bunun içinde otur derler.
Dervişin sözlerini teyid eden bu rüyayı gördüğünün ertesi günü de üçyüz florin çıkarıp sadaka olarak dağıtılmak üzere müvezziine verdi. Fakat o sefih adam bizim Efendi vesveseye düşdü diyerek altınları evvelce defter edilmiş sadaka, kurban ve erzakı müstahak ve muhtâcîyne dağıtmayıp havadarı olan kuzgunlarla paylaşıp yuttu.
“Bendegânından Burnaz Mustafa anlatır; efendinin bir şeyi yok iken:
— Hayırlısı ile bu cumertesi gününü atlatsak!.. demiş..
“Meğer rüyasında ayniyle böyle söylemişler. Safer ayının ondördüncü çarşamba günü azıcık ateş geldi, sonra öksürük başladı, boğazı tıkandı, nefes alamaz oldu, “hunnak” dediler, çehresi patlıcan rengini alıp morardı.. Tabibler kollarından kan aldılar, bazı ilâçlar verdier, kendisi henüz şuuruna sahipti:
— Zahmet etmeyin, bunun dermanı yoktur!.. dedi.
“Hastaığının üçüncü cuma günü teslimi ruh etti. Evinin karşısındaki bağçesinde, sokak üzerindeki köşeye defnedildi.”
Hicrî 1128 (Milâdî 1716) yılında bir yangın hakkında verilen malûmat arasında Bahaî Efendinin İstanbuldaki konağının Fatihte Karaman Çarşısı civarında olduğu anlaşılıyor, şöyle ki, 1128 yılı rebiülevvelinin onsekizinci gecesi Karaman Çarşısında bir yangın çıkmış, bir çok ev ve dükkân yanmış, bu arada sabık Şeyhülislâm Mahmud Efendinin sahip bulunduğu ve “Bahâî merhumun evi” denmekle maruf eşi, benzeri bulunmaz konağın da yandığı kaydedilmiştir.
Theme
Person
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM040153
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 4, pages 1835-1838
See Also Note
B.: Abdürrehim Efendi; B.: İbrahim; Mehmed IV; Kösem Mahpeyker Sultan; Muslahaddin Ağa; Bektaş Ağa; Mustafa Ağa; Çelebi, Mustafa Ağa, Karaçavuş; Abdülâziz Efendi, Karaçelebizâde; B. : Kadızâdeliler; Ustuvânî Efendi; B. : Murad Paşa, Kara; Ahmed Paşa, Melek
Theme
Person
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.