Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
CENAB ŞEHABEDDİN
Edebiyatı Cedidenin Tevfik Fikret ve Hâlid Ziyâ ile üç büyük şöhretinden biri; Fikret şâir, Halid Ziya nâsir, Cenab ise hem şâir, hem nâsir oldu; ve nazmı da nesri de aynı edebi mektebin diğer iki üstâdından çok ayrı, farklı oldu.
Pilevne şehidlerindlen Osman Şehabeddin Beyin oğlu olan Cenab hicrî 1282 (milâdî 1865–1866) da Manastırda doğdu, 1293 (1876) de on bir yaşlarında iken İstanbula geldi; o vaktin mektebleri arasında lisan tedrisatına verdiği ehemmiyetle tanınmış Mektebi Feyziyeye girdi; orada ders kitabı olarak eline aldığı “Tuhfei Vehbi” ile vezin ve kaafiye sanatları o küçük yaşındaki bilgileri arasına girdi; îdadide lisan ve kitâbet derslerinde seckin bir talebe oldu. O devrin günlük siyasî gazeteleri, istibdad baskısı altında siyâsetle meşgul olmadıkları için sayfalarında edebiyata geniş yer ayırırlardı; gazeller, şarkılar, kasîdeler, her konuda tarihler, mersiyeler, yeni vâdide manzûmeler günlük gazetelerde neşredilirdi; Cenab da Tercümanı Hakikat gazetesinin edebî sütunlarında çıkan gazellere nazîreler yazdı, fransızca antolojilerden tercemeler yaparak gazeteye gönderdi; bir yandan da ciddî bir alâka ile Türk edebiyatı üzerinde çalışdı, Namık Kemali, Abdülhak Hâmidi, Recâizâde Mahmud Ekremi okudu, Muallim Naci mektebinin faaliyetini tâkib etti, ve onlardan klasik dî...
⇓ Devamını okuyunuz...
Edebiyatı Cedidenin Tevfik Fikret ve Hâlid Ziyâ ile üç büyük şöhretinden biri; Fikret şâir, Halid Ziya nâsir, Cenab ise hem şâir, hem nâsir oldu; ve nazmı da nesri de aynı edebi mektebin diğer iki üstâdından çok ayrı, farklı oldu.
Pilevne şehidlerindlen Osman Şehabeddin Beyin oğlu olan Cenab hicrî 1282 (milâdî 1865–1866) da Manastırda doğdu, 1293 (1876) de on bir yaşlarında iken İstanbula geldi; o vaktin mektebleri arasında lisan tedrisatına verdiği ehemmiyetle tanınmış Mektebi Feyziyeye girdi; orada ders kitabı olarak eline aldığı “Tuhfei Vehbi” ile vezin ve kaafiye sanatları o küçük yaşındaki bilgileri arasına girdi; îdadide lisan ve kitâbet derslerinde seckin bir talebe oldu. O devrin günlük siyasî gazeteleri, istibdad baskısı altında siyâsetle meşgul olmadıkları için sayfalarında edebiyata geniş yer ayırırlardı; gazeller, şarkılar, kasîdeler, her konuda tarihler, mersiyeler, yeni vâdide manzûmeler günlük gazetelerde neşredilirdi; Cenab da Tercümanı Hakikat gazetesinin edebî sütunlarında çıkan gazellere nazîreler yazdı, fransızca antolojilerden tercemeler yaparak gazeteye gönderdi; bir yandan da ciddî bir alâka ile Türk edebiyatı üzerinde çalışdı, Namık Kemali, Abdülhak Hâmidi, Recâizâde Mahmud Ekremi okudu, Muallim Naci mektebinin faaliyetini tâkib etti, ve onlardan klasik dîvan şiiri üstadlarına gitti. Şeyh Galibi, Nedimi, Fuzuliyi, Bâkiyi anlayarak okudu; o divan üstadlarına kusursuz nazîreler yazacak kadar zengin bir lûgatçeye sâhib oldu. “Saadet”, “Şafak”, “Gülşen”, “Sebat” gibi gazetelerde manzûmeleri beğenilerek neşredildiği zamanlar 15-16 yaşlarında bir genç, hattâ bir çocukdu. Cenabın bu şiir istîdâdı için verâsetin de tesîri vardır derler; büyük babası Mustafa Bey sadırazam Hüsrev Paşanın divan efendiliğinde bulunmuş, kalem erbâbındandı; babası Osman Şehabeddin Beyin metrûkâtı arasında tamamlanmış bir “Nümûnei İnşâ” bulunduğunu da Cenab kendisi nakletmişdir.
Mektebi Tıbbiyeye girdi ve 1305 (1888) de tıb doktoru diploması aldı, meslekî ihtisas için Parise gitti ve dört sene orada kaldı, dönüşünde Haydarpaşa Hastahânesine verildi.
Parisde geçen dört yılı, ona fransız edebiyatı ile yakından meşgul olma imkânını vermişdi, divan edebiyatının mahdud kalıblar içinde ve sâdece bir hayâl âleminde dolaşdığını Fransada anlamışdı, batının sanat anlamının, yeni sanat doktrinlerinin Türkiyede anlaşılmadığını görmüşdü; Türk edebiyatının yeni bir sanat hamlesine muhtac olduğuna kanaat getirdi; yalnız nazım ve nesirde değil, tefekkürde yenilik, inkilâb lâzımdı.
Avrupa dönüşünde genc doktorun manzumeleri artık bir batılı düşüncenin, duygunun eserleri oldu, yazı dili de değişti, her mısraında şahsiyeti vardı; “Mekteb” mecmuasının edebî yazı işleri müdürlüğünü hiç tereddüd etmeden üzerine aldı. Aynı mecmuada yeni imzalar toplanmışdı: Süleyman Nazif, Tevfik Fikret, Hüseyin Câhid, Mehmed Rauf gibi. Mektebin münderecatı diğer mecmualara hiç benzemiyordu; titiz kalemler yeni bir dil ve yeni bir düşünce, felsefe ile konuşuyordu. Bir müddet sonra bu kalemler, bu yeni edibler Ahmed İhsanın “Serveti Fünun” mecmuasında toplandılar, ve Serveti Fünunda Edebiyatı Cedîde doğdu. Eskiler tarafından çok hücuma uğradılar; fakat hükmü zaman verdi ve Edebiyatı Cedîde bir büyük mekteb olarak tarihî devrini dolduruncaya kadar yaşadı. Edebiyatı Cedidenin, geniş sanat bilgisi ile en nüfuzlu sîmasının Cenab olduğu, Fikretin dahi onun tesîri altında kaldığı, bugün Edebiyatı Cedîdeyi iyi tedkik edenlerce bir hakikattır.
Cenab Şehabeddin bir tabib olarak Hicaza gönderildi, oradan “Hac Yolunda” adlı eseri ile döndü; tâze, hayat dolu yazılar. Asıl mesleğinde bilfiil hekimlik yapmamışdır diyebiliriz; Meclisi Kebiri Sıhhiye âzâlığında, Dâire Umûru Sihhiye müfettişliğinde bulundu. 1914 de tekaüd oldukdan sonra asıl yerine geçdi, İstanbul Darülfûnununda önce fransızca muallimi, sonra Edebiyat Fakültesinde Türk Edebiyatı müderrisi oldu; mütareke senelerinde Peyamı Sabah gazetesinde tuttuğu yol Cenabı Darülfünundan ayrılmak zorunda bırakdı, hatta bir ara memleketini terkederek Avrupaya gitmek mecburiyetini duydu Vatana döndükten sonra Bakırköyündeki evinde münzeviyâne yaşadı, ve 13 Şubat 1934 Salı günü orada vefat etti: ölümünde 69 yaşında idi.
Köşesinde unutulmuş zannedilen Cenab Şehabeddinin ölümü İstanbulda ve bütün memleketde derin bir teessürle karşılandı. O yıl şubatı çok karlı olmuşdu; Cenab, Bakırköyü mezarlığına 14 şubat Perşembe günü müdhiş bir kar fırtınası içinde defnedildi; fırtına, tipiye rağmen büyük şâirin yüzlerce hayranı son teşyîde bulunmak üzere Bakırköyüne gitti. Basın ile beraber herkes o gün şâirin “Elhânı Şitâ” adındaki manzûmesini hatırladı; yıllarca evvel yazdığı mısrâlar, cenâzesinde bulunanların dudaklarından, ona mahsus bir cenaze marşı nağmeleri gibi dökülüyordu:
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
Eşini gaaib eyliyen bir kuş
Gibi kar
Geçen eyyamı nevbaharı arar..
Ey kulûbun sürûdu şeydâsı,
Ey kebûterlerin neşîdeleri,
O baharın bu işte ferdâsı.
Kapladı bir derin sükûta yeri.
Karlar
Ki hamûşâne dembedem ağlar!
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
Bir beyaz rîşei cenâhı melek
Gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar.
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Na’şın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
Karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar,
Küçücük sersefid baykuşlar
Gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgan,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar,
Yuvalar da yetimi bîefgan!
Son kalan mâi tüyleri kovalar
Karlar
Ki havâda uçar ağlar.
Ölümünden on iki gün evvel, 30 Ocakda Midhat Cemal’a şu mektubu göndermişdi:
“Anlıyorum ki haberiniz yok: Bendeniz bundan yirmi gün evvel vahim bir “congestion cerebrale” buhranına uğradım. On beş gün yatakta kımıldamıyacak halde idim. Akil Muhtarla beraber tedavi eden hekimler yazmak değil, okumak ve hatta düşünmekten beni tahzir ettiler .. Şu yazımdan anlıyacaksınız ki ellerim hazan yaprakları gibi titriyor...”
Cenabı çocukluk çağından tanımış olan Hüseyin Suad, onun ölümünden sonra Akşam gazetesinde “Cenab Şehabeddin” adı altında on makale neşretmişdir (21 mart - 23 nisan 1934), bu yazılar, Cenabın mufassal bir biyografisini yazacaklar için muhakkak okunmalıdır.
Cenabın ölümünü haber alan Abdülhak Hâmid, Cumhuriyet Gazetesi sâhibi ve başmuharriri Yunus Nadiye şu mektubu yollamış idi:
Ah Yunus Nadi Beyefendi,
Ben de sizin gibi şaştım kaldım! Vefâtının ihtimali olmamak lâzım gelen Cenab Şehabeddin de vefat etmiş öyle mi? Henüz gazeteleri görmemiştim.
Yalnız ona değil, hem onu bilenlere ve sevenlere yazık, en büyük üstatlarından bulunduğu edebiyatımıza yazık, hatta Cenabın öldüğünü duyduğum için bana da yazık!
Bu beyaz sahifeye bu siyah sözleri naklederken biraz da utanıyorum:
Benim pek muazzez ve muallâ dostum ve en büyük ve en mütefennin şâir ve edibimiz Cenab Şehabeddinin edebiyatımıza emsalsiz hizmetleri olduğu gibi, benim yazılarımın da intişar ve iştiharına onun bînazîr kaleminin çok himmeti olmuştur. Diyebilirim ki, ben o yegâne üstadın bir ihtiyar tilmizi idim. Bu sözüm mahviyete yahut riyâya hamlolunmasın. Zâten bu iki ihtimalin bence yeri yoktur. Vicdanî bir kanaatle yazıyorum ki asrın en râyiç edebiyatı olan garp edebiyatında Cenab hepimizin üstâdı idi. Hâlâ da öyledir. Müessir iğtiyap etmekle eser kaybolmaz. Ve mürûru zamanla onun her eseri bir neveser olacaktır!
13 Şubat 1934 ne fena tarih!
Abdülhak Hâmid
Kıymetli edebiyat muallimlerinden ve münekkid Şehabeddin Süleyman Bey merhum Cenabın edebî hüviyetini şu satırlar ile anlatıyor:
“Hac Yolunda, Evrâkı Eyyâm, Avrupa Mektubları, Nesri Harb ve Nesri Sulh. Âfâkı Irak isimli kitablarında, süslü billûr içine saklanmış hakikî hayat ve tabiat ufuklarının güzelliği vardır. Tahsili kuvvetlidir, ictimâiyatdan, tarihden anlar; tenkidin, sanatın şartlarını bilir; muhtelif gazetelerde çıkan mütenevvi mevzulu makalelerinin kiymeti çokdur.
“Hayâli, hemen her nevi mevzû arasında zarif, serbest, köpüklenerek akar; fikirleri dâimâ güzel, süslü tüllerle sarılıdır; âdî bir gazete havâdisi veriyorken bile üslûbkârdır. Riyâhı Leyâl manzumesinden şu parçayı okuyoruz:
Ey gizli kebûterlerin âheste sürûdu,
Ey mirvahai lânei mürgan,
Ey bâdi hirâman!
Âfâka inince gicenin sütrei dûdu,
Başlarsın ufukdan seyelâna,
Bâlîni cihâna!
“Mısrâlarının tertibinde ve bütün ifâdesinde külfet ihtiyar edilmişdir; teşbihler, istiâreler zihnin, muhayyilenin faaliyetinden doğar, Cenab Beyde hayâlin serveti bâzan tekellüfe, isrâfa varır; rüzgâra, gizli güvercinlerin terennümü, hattâ ağır bir ifâde ile, kuş yuvasının yelpâzesi diyor.
“Yekâzâtı Leyliye’de musikinin sâkin, hırçın râşeleri his edilir. Bâzan terennümleri alçalır, gönlündeki acı nağmeler sönecek olur, sonra asabî heyecanlarla ruhunun mâtemi sarsılır, hicranlar inler, bütün siyah hislere âşinâ çıkar.
“Temâşâyi Leyl’inde akşamın garibliği, melâl içinde ezilmiş sükûnu duyulur. Temâşâyi Hazan’ı yavaş yavaş sönen bir mevsimin hüznü ile titrer. Elhânı Şitâ’da karların çılgın rüzgârlar elinde bâzan mütereddid, hattâ âheste, sonra kamçılanarak hızlı hızlı dökülen asabiliği görülür.
“Manzumelerinde hassasiyet, sıcaklığını her zaman muhafaza edemiyor. Şiirlerinde aruzun katılığı duyulur. Mısrâlarında ebedî hicranlar yokdur. Nazmının musikisi erimiş, şeffaf bir lahn içine gönüllere serpilemiyor.
“Hac Yolunda, güzel müşâhedelerinden mütevellid tasvirlerle doludur. Âfâkî Irak, sînesinde Bağdad ve Diclenin iyi duyulmuş şiirlerini dâima saklayacak. Avrupa Mektubları. güzel, temiz ifadeli seyahat intibâlarını hâizdir. Evrâkı Eyyâm’da, Nesri Harb ve Nesri Sulh’de. musiki, resim, hande, elem, istihzâ.. fikrin, hayalin daha bin türlü rengi açık görülüyor. Donanma Mecmuasında çıkan İçtimâiyât makaleleri etrafından mühim bir tesir bırakmadan geçdi. maamafi mühimdir; tetkik olunmak icab eder.
“Gazete makalesi şeklindeki müsahabeciliğinin kiymeti yüksekrir; garba ve şarka âid seyahat tahassürlerini gören, duyan, düşünen bir dimağ ile yazılmışdır. Bu nevi eserlerde zekâsının inceliği, tasvire âid kudreti pek açık görülür, istikbâle geçecekdir.
“Tiyatronun ilmî tabiâtını bilir, bir vak’ayı kısımlara ayırmakda müşkilât çekmez. İnsanın, cemiyetin seciyelerini tanır, etrafına zekî, nâfiz bir nazarla bakar. Lâkin piyesleri kudretinin kemâline misâl olarak gösterilemez. Bunlarda bir üstad nüfuzundan ziyâde amatör hâli his edilir.
“Yalan piyesinde köylü babaya, etrafımızdaki hayatdan fışkırmış diyemeyiz, lisânı da süslüdür. Körebe’si, Küçükbeyler, Türk sahne edebiyatına yenilik getirmemişdir. Piyes yazmaya fazla ehemmiyet vermiyor.”
Aşağıdaki satırları yazan Cenab, yukarda târif edilen edîb ve şâirden bambaşka adamdır:
“Sabaha karşı Plevne civârından geçiyorduk; alaca karanlıkda pencereyi açdım. Plevne ovasını görmek, arz üzerinde hakir bir mezarı bile kalmayan zavallı babamın rûhi menfâ nişanini biraz teneffüs etmek istiyordum. Eyvah! Yüksek ve rengin ekinleri okşayan gece rüzgârı dedi ki: — Babanın kanının emen bu toprak; babanın cisim ve ruhundan yabancı açlıklara sünbülei gıda hazırlıyor!
“Şimdi ufku şarkî kızarıyor, kızarıyordu; Osmanlı bayrağı gibi al, kan gibi al olmuşdu; bir rûhi şehâd için bu ufki sabah ne güzel kefendi. Baba!.. seni bu ağustos ayının son seherinde Plevne ufkunun bu geniş kanlı mendili içinde kokladım...”
Muzaffer ESEN
Cenab Şehâbeddin
(Resim : S. Bozcalı)
Tema
Kişi
Emeği Geçen
S. Bozcalı
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Kod
IAM070018
Tema
Kişi
Tür
Ansiklopedi sayfası
Biçim
Baskı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Emeği Geçen
S. Bozcalı
Tanım
Cilt 7, sayfalar 3486-3489
Not
Görsel: cilt 7, sayfa 3487
Tema
Kişi
Emeği Geçen
S. Bozcalı
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.