Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
BÜYÜK KAPALI ÇARŞI, ÇARŞÛYİ KEBÎR
Yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin, ve hattâ yeryüzünün eşsiz eserlerinden biridir.
Bu ansiklopedinin mümtâz kalem arkadaşlarından Ekrem Hakkı Ayverdi, Büyük Kapalı Çarşının Fâtih devri yapısı bir Türk eseri olduğunu Milliyet Gazetesinin neşredilmiş bir makaalesinde şöyle tesbit ediyor:
“Beşyüz seneyi aşan bir mâzisi olan ve benzeri dünyada olmayan âbide, daha doğrusu âbideler manzûmesi, bütün ruhuyla bizi ifade eder. Çarşı, günlük ihtiyaç maddeleri haricinde kalan ticaret metâlarının satışını örtülü ve emin bir yerde toplamak, bu suretle Bizans’tan zaptolunan boş topraklar üzerine kurulacak şehre bir imar ve ticaret çekirdeği teşkil etmek üzere bu beldenin dâhi fâtihinin ibdâ ettiği en büyük şehircilik müesseselerinden biridir.
“Fâtih Sultan Mehmedin birinci ve ikinci vakfiyeleri ve bunlara zamime teşkil eden üçüncü Türkçe nüshadan anlaşıldığına göre, ilk hamlede Bedesten yapılıp etrafında bizzat Fâtih’in inşa ile Ayasofya’ya vakfettiği 849 dükkân sıralanmış, bir kaç sene sonra buna Sandal Bedesteni ve yanındaki 265 dükkân ilâve olunmuşdur. Bunlar Fâtih’in önce Ayasofya’ya ve Fâtih külliyesinin ikmalinden sonra da bütün hayratın irat makamında bıraktığı musakkafat olup, ayrıca “Padişah servet-i cesimeye mâlik bulunan zevatı nezdine celbederek şehir dahilinde muhteşem hâ...
⇓ Devamını okuyunuz...
Yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin, ve hattâ yeryüzünün eşsiz eserlerinden biridir.
Bu ansiklopedinin mümtâz kalem arkadaşlarından Ekrem Hakkı Ayverdi, Büyük Kapalı Çarşının Fâtih devri yapısı bir Türk eseri olduğunu Milliyet Gazetesinin neşredilmiş bir makaalesinde şöyle tesbit ediyor:
“Beşyüz seneyi aşan bir mâzisi olan ve benzeri dünyada olmayan âbide, daha doğrusu âbideler manzûmesi, bütün ruhuyla bizi ifade eder. Çarşı, günlük ihtiyaç maddeleri haricinde kalan ticaret metâlarının satışını örtülü ve emin bir yerde toplamak, bu suretle Bizans’tan zaptolunan boş topraklar üzerine kurulacak şehre bir imar ve ticaret çekirdeği teşkil etmek üzere bu beldenin dâhi fâtihinin ibdâ ettiği en büyük şehircilik müesseselerinden biridir.
“Fâtih Sultan Mehmedin birinci ve ikinci vakfiyeleri ve bunlara zamime teşkil eden üçüncü Türkçe nüshadan anlaşıldığına göre, ilk hamlede Bedesten yapılıp etrafında bizzat Fâtih’in inşa ile Ayasofya’ya vakfettiği 849 dükkân sıralanmış, bir kaç sene sonra buna Sandal Bedesteni ve yanındaki 265 dükkân ilâve olunmuşdur. Bunlar Fâtih’in önce Ayasofya’ya ve Fâtih külliyesinin ikmalinden sonra da bütün hayratın irat makamında bıraktığı musakkafat olup, ayrıca “Padişah servet-i cesimeye mâlik bulunan zevatı nezdine celbederek şehir dahilinde muhteşem hâneler, camiler ve mâbedler inşa etmelerine müsaade ve herkesin servet ve kuvveti derecesinde şehri tezyin edecek cesim binalar vücuda getirmesine irade” eyleyip bu teşvik ve bizzat Padişahın önayak olmasiyle şehrin bağrında bir medeniyet, sanat ve ticaret âbidesi doğmuş olduğunda, yerli, yabancı bütün müverrihler müttefiktir.
“Bu imar hareketine iştirâk eden zatların isimleri meyanında Molla Hüsrev, Muhiddin Kocavî, Mimar Atik Sinan, Muslihiddin Yarhisarî, Çakır Ağa, Kapıcıbaşı Mustafa Bey, Hoca Hasan, Dâye Hâtun, Mercan Ağa, Muhiddin Hayyam, Abdüsselâm Bey, Emin Nureddin, Sarı Beyazıd, Kürkçübaşı Ahmed Şemsüddin v. s. zikrolunabilir.
“Bunların isimleri Ayasofya Vakıfları Tahrir Defterinde mevcut olup her biri on ilâ kırk dükkân yaptırmışlar ve bu çarşıyı Padişah ve millet, müşterek bir eser olarak kurmuşlardır. Daha Fâtih zamanında bu çarşı imece ile ortaya çıkarken, bugün Kalpakçılar denilen sokak Külâhcılar ve manifaturacıların yeri Bezazlar diye isimlendirilmiş, mücellidler, sahaflar hemen beş asır aynı yeri işgal edegelmişlerdir. Bu suretle bugün çarşıda mevcut 3000 dükkândan 800 kadarı gerek bizzat genç hükümdar tarafından, gerek şahıslar tarafından yapılarak yarıdan fazlası o devirden bize emanet edilmiştir. Müteakip asırlarda çarşıya ilâve olunan dükkânlar pek fazla değildir. Çarşının büyütülmesi zarureti ancak yirmi bir han ilâvesiyle karşılanabilmiştir. Bugün Büyük Bedestenle Sandal Bedesteninden maada, toplu binalar sonradan yapılmıştır.
“Çarşı bir zamanlar 3000 küsûr dükkân, iki büyük bedesten, kapıları çarşıya açılan yirmi bir hanı ihtiva etmekteydi. Bu hanların da her birinde kırk ilâ altmış mağaza ve oda olduğuna göre, heyeti umumiyesiyle dükkân adedi 4500 ü bulmaktaydı. Çarşının eriştiği en yüksek seviyenin 17. asır olduğu muhakkaktır. O asrın ortasında çıkan büyük bir yangında hayli hasar görmüşse de tekrar imarı uzun sürmemiş, mâna ve hüviyeti tahrif edilmeden bu asır başına kadar devam edegelmiştir. Ancak, 1894 deki müthiş zelzele ile ikinci bir felâkete uğramıştır. Sultan Abdülhamid zelzeleden yıkılan binayı erkânı harblerden teşkil ettiği bir heyet marifetiyle pek kısa zamanda tamir ettirmiş olmakla beraber, esnaf, bu geçen müddet zarfında, İstanbul’un dört bir tarafına, bilhassa Eminönü ve Sirkeci semtlerine dağılmıştır. Bu iki semtin ticaret mıntakası olması bu tarihten sonralara rastlamaktadır. Asıl İstanbul çarşısı zelzeleden evvelki çarşı idi. Maamafih 1954 kasım ayındaki son yangın âfetinden evvelki çarşı da gerek bina, gerek metâ itibariyle, her şeye rağmen bize mâzinin asaletinden ve bereketinden bâkiyeler arzediyordu. Meselâ, Türk el sanatlarından işlemeler, kumaşlar, halı, gümüş, bakır, çini ve cam eşya, yazı, tezhip gibi, artık yavaş yavaş arkası kesilen, işçisi, ustası kalmayan şâheserlerin son örnekleri gene de bu tarihî ve mütevazi köşede bulunuyordu. İşte bu son yangın, İstanbul’un şerefli mâzisiyle olan bağlarından birini daha kopardı, zaman zaman çetin realiteden kaçarak sığındığımız bir şeref ve sanat köşesini de küllere boğdu.
“Fâtih’in, Bedesteni ahşap yaptırdığı bir efsaneden ibarettir. Filhakika Beyazıt II. devrinde Bedestenin içi yanmış, fakat o zaman banka kasası vazifesini gören halk sandıklarının adedi fazlalaştırılarak 118 den 140 a çıkarılmıştır.
“Bunun gibi çarşının eski bir Bizans eseri olduğunu bazı kasıdlı müellifler ileri sürmüş, buna da iştirâk edenler olmuştur. Bu peşin hükümlerine mesned olarak icat ettikleri bahane, Bedestenin kuyumcular kapısına yapıştırılmış bir çift kuş kabartmasıdır. Bu baröliefin Bizans eseri olduğuna hükmedecek koca Bedesteni Bizans ismine vaftiz etmekte tereddüt göstermemişlerdir. Bir kere Bizans çarşısı son zamanlarda yalnız sahillerdeydi. Orta kısımda ticaret yoktu (B.: Bedestan).
“En eski zamanlardan Lâtin istilâsına kadar da büyük kısım Yerebatan civarındaki Augusteon’da, ufak bir parçası Divanyolu’nun üstündeydi. Lâtin İmparatorluğundan sonra ahali azaldıkça azalmış ve fetihten elli sene evvel eskisinin sekizde birine düşmüştü. Böyle olunca da çarşılar, Sultan Ahmet Sirki gibi, istimalden sâkıt bir hale gelerek harâb olmuştu. Bizans şehrinin son zamanlarında böyle bir çarşıyı kaldıracak takat aramak abestir. Söylediğimiz gibi, ticaret sahillerde, hattâ sûrun haricindeki deniz kenarında, o da ecnebiler elinde toplanmıştı. Onlar bu kuş kabartmasını kat’î bir hükme mesned yaparken Sinan yapısı Kazlıçeşme’nin üzerindeki çift tavus resmini veya Gebze’de Sultan Orhan Camii minare kaidesinde bulunan kuşu görmemişler midir? Bu resim hoşlarına gitmiş ve Türkler kendi elleriyle yaptıkları binaya koymuşlardır.
“Bu söylediklerimiz, çarşının ve bedestenin ne kadar eskilere dayanarak bu şehre Türkler tarafından vurulan İstanbul damgasının en mühim bir motifini teşkil ettiğini göstemektedir. Eskiden tahta imiş de sonradan kâgir yapılmıştır, bugünkü hali uydurmadır nev’inden sözler, onun misilsiz kıymetini gölgelemekten başka bir şeye yaramaz. Zafer ve şiirlerine “Cihad-ı Asgar” deyip imar ve medeniyet eserlerini “Cihad-ı ekber” kabul ettiğini vakfiyelerinde ilân etmiş olan büyük dâhi Fâtih’in kurmuş olduğu bu eşsiz âbide için asırlar boyu şehri ziyaret etmiş olan seyyahların gıpta ve hayranlıklarını bir araya getirmek istesek ciltler dolar.” (Ekrem Hakkı Ayverdi, Büyük Kapalı Çarşı; Milliyet Gazetesi, 28 kasım 1954).
Yine bu ansiklopedinin pek değerli kalem arkadaşlarından Halûk Y. Şehsüvaroğlu “Kapalı Çarşı ve Tarihi” adlı bir makaalesinde şunları yazıyor:
“Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra şehrin dahilinde çarşılar, hanlar, dükkânlar, hamamlar, haneler ve camiler yapılmasını emretmişti.
“Şarkta bez satılmak için yapılmış, sonra her nevi kıymetli eşyanın alım, satımına tahsis olunmuş Kapalıçarşılara bedesten denilmekteydi. İstanbul’da biri Galata’da, diğer ikisi İstanbul’da olmak üzere üç bedesten inşa olunmuştu.
“Fâtih’in Eski Saray yakınına yaptırdığı bezestan sonraları eski bezestan, iç bezestan yahud cevahir bedestanı diye anılmaya başlamıştı. Bunun ilerisine yapılan ve yeni bedestan denilen Kapalıçarşıda bir yolu pamuk, bir yolu ipekle dokunan ve sandal denilen bir nevi kumaş satışına tahsisinden dolayı Sandalbedesteni ismini almıştı.
“Her iki bedesten de Fâtih devri inşa karakterindedir. 28 X 36 metre ölçüsünde olan eski bedesten dört duvar ile sekiz fil ayağı üzerine yapılmıştır. Üstü üç sırada on beş kubbe ile örtülüdür.
“Eski bedestenin içinde 28 mahzen ve dolap denilen dükkânların altında da bir çok sandıklar vardı. Fatih devrinde bedestende yüzü ayrı, yirmi sekizi dükkânla beraber olmak üzere tam 128 sandık, yani kasa veya mahzen bulunmakta idi.
“Eski zenginler, tâcirler mücevherlerini, kıymetli altın, gümüş eşyalarını bedestendeki kasalarda küçük bir ücret mukabilinde saklarlardı.
“Bedestenlere emanet edilmiş, zamanla unutulmuş ve mirasçısı çıkmamış eşya ve mallar beytülmala kalırdı. Abdülmecid devrinin Şeyhülislâmlarından Mekkizade Mustafa Asım Efendi, büyük bir servet topladıktan sonra 1846 yılında ölmüş ve bedestende muhafaza ettiği kırk bin kese akçe devlete intikal ederek bu para ile Ayasofya camii tamir ettirilmişti.
“Bedestende dünyanın ve İmparatorluğun her tarafından toplanmış mücevherler, altınlar, silâhlar, kıymetli kumaşlar, şallar, kürkler, halılar ve her nevi kıymetli eşya bulunurdu. Buradaki esnaf şehrin en zengin esnafı idi. Bu sebeple Çarşı geç açılıp erken kapatılır, cuma günleri de tatil yapılırdı.
“İmparatorluğun serveti burada büyük bir emniyet içinde muhafaza edilirdi. Evliya Çelebi bedesten bekçilerinin dürüstlüğünden bahsederken bunlar öyle mutemed adamlardır ki bedestende olan dolablar açık kalıp nice Mısır hazinesi, hesabını ancak Bari bilir, mücevherat, murassaat meydanda yattığı halde asla el sürmezler demektedir.
“Kapalıçarşının iç ve dış kapıları vardır. Eski Bedestenin dört cephesindeki kapıların bilinen en eski isimleri Sahaflar kapısı, Takkeciler kapısı, Zenneciler kapısı ve Kuyumcular kapısıdır.
“Bedesteni 16 ncı ikinci yarısında ziyaret etmiş bulunan Nicolas de Nicolay şunları yazmaktadır: Bedesten denilen mahal murabba şeklinde ve yüksek, büyük bir kapalı holdür. Dört kapısı ve içeride o kadar yol vardır. Bu yolların iki tarafında, mücevherat ve ziynet eşyası ve envaı kürkler çok ucuz fiatla satılır; bazan Zerdevadan yapılmış uzun bir cübbe seksen, yüz dükaya alınır, halbuki başka yerde üç, dört misline alamazsınız. Bedestende, bunlardan başka, her türlü altın ve gümüş işlemeli ve ipekli kumaşlar, nefis marokenler, firuze işlemeli kemerler, kalkanlar, hançerler ve diğer çok kıymetli eşyalar vardır. Bedesten cumadan maade her gün öğleye kadar açıktır.
“Beseten 18 inci asrın başlarında büyük ve esaslı bir tamir görmüştür. Bu sıralarda İstanbul’a gelen Tournefort Bedestenin dört senedenberi tamir ve imar edildiğini, kubbelerin tamamile tuğlalardan yapıldığını ve binanın eskisinden daha aydınlık olacağını söylemekte ve yapılan ilâveler arasında çarşıya nezaret eden memurlar ve bekçiler için yeni daireler bulunduğunu da zikretmektedir.
“Bu tamirlerden sonra ve 18. asır ortalarında İnciciyan isimli bir İstanbullu da çarşı hakkında etraflı malûmat vermektedir:
“Cevahir Bedesteni denilen yer murabba şeklinde olup etrafında olan ve Türklere aid bulunan dükkânlarda mücevher, sırmalı Hind kumaşları ve diğer kıymetli eşya satılmaktadır. Bu bedestenin dört demir kapısı, önlerinde yapılan mezadlara göre adlandırılmıştır. Bunlardan mücevherat mezadı yapılan kapı “Kuyumcular”, hazır elbise mezadı yapılan kapı “Kitabcılar”, keza hazır elbise satılan diğer mezad yerindeki kapı da “Dolancılar” ismini taşımaktadır. İlk kapı gruptan yarım saat evvel, diğer kapılar ise öğleden sonra mezad bitince kapanmaktadır. Sandal Bedesteni ismini taşıyan ikinci Bedestendeki dükkân sahiblerinin çoğunu Sakızlı Rumlar ve Lâtinler teşkil etmektedir.
“Kapalıçarşı muhtelif temirler görmüş ve 1894 zelzelesinden sonra esaslı tadilâta uğramıştı. Bu tamirde Çarşı, bazı kısımları kaldırılmak suretile küçültülmüştü. Çadırcılar, Kürkçüler kapıları kaldırılmış, evvelce iç kapılar halinde bulunan Dua ve Bat pazarları, Yorgan ve Koltukçular kapıları da dış kapı haline getirilmiştir. Lûtfullah sokağı tamamile yıkılmış ve Lûtfullah kapısı da kapatılmıştır. Evvelce Çarşının içinde bulunan Sarnıclı Han, Paçavracı Han, Alipaşa camii Hanı dışarı bırakılmıştır. Yolgeçen Hanı’nın bir kapısı da dışarda kalmıştır.
“Çarşıda eskiden (iki lokanta, 4399 dükkân, 2195 oda, bir hamam, 497 dolab, 12 hazine, bir cami, 10 mescid, 19 çeşme, 8 tulumbalı kuyu, bir türbe, 24 han ve bir mekteb) bulunuyordu.
“Kapalıçarşı içindeki çeşidli binalarla, caddeler, sokaklar ve meydanlarla bir küçük şehir halindedir. Ana caddelerini Çadırcılar caddesi, Yorgancılar caddesi, Fesciler caddesi, Kalpakçılar caddesi, Keseciler caddesi, Takkeciler caddesi, Kuyumcular caddesi, Çarşıkapı - Nuruosmaniye caddesi teşkil etmektedir. İçindeki sokaklardan bazıları da Kavaflar sokağı, Basmacılar sokağı, Sandal Bedesteni sokağı, Muhafazacılar sokağı, Ağa sokağı, Zenneciler sokağı, Aynacılar sokağı vesair isimlerle anılmaktadır.
“19. cu asrın 2.ci yarısından itibaren Avrupa kumaşlarının geniş ölçüde memleketimize ithali, bedestenlerimizin yerli el dokuması kumaşlar ticaretini sekteye uğratmış, bankaların açılmağa başlaması da Bedestenin banka hizmetine nihayet vermişti.
“Bu suretle eski Bedesten mücevherat, halı, antika eşya satışile iktifaya başlamış, Sandal Bedesteni ise faaliyetten kalkmış ve 1914 yılında burası İstanbul Şehremenati tarafından satın alınarak bir umumî mezad yeri haline sokulmuştu.
“Kapalıçarşı bu son müessif yangından evvel 9 eylûl 1943 tarihinde bir yangın âfeti daha geçirmiş ve o defa Yarımtaş han, Yeşiltulumba, Mütevvelli, Sarıhasan, Yeşildirek, Ağahan, Cübbeci sokakları ile Alipaşa hanı yanmıştı.
“Kapalı çarşı, beş asırlık içtimaî hayatımızın en renkli, en güzel bir meşheriydi. Asırların zevki, serveti, ihtişamı, o sokaklarda, o dükkânlarda seyredilmiş, eski İstanbullular renk renk kıyafetlerile hüzünleri ve şevklerine “Atik” ve “Cedid” Bedestenlerde dolaşmışlardı.
“Her devirdeki hayatımızı aksettiren çarşı, yabancı seyyahların kitablarında, yabancı ressamların fırçalarında binbir gece masalları gibi yaşatılmıştı”. (H. Y. Şehsüvaroğlu).
Başda Büyük Kapalı Çarşı, İstanbul’un bütün çarşı ve pazarları, bu beldeyi ziyâret eden seyyahların tecessüs ve hayranlığını çeken yerlerden biri olmuşdur, içlerinde kalem sâhibleri de, gördüklerini vatandaşlarına anlatmayı, dâima en câzib bir konu olarak bulmuşlardır, ve yazılarında servet, ihtişam ve güzelliği pek mübâlâğalı tesvir yolunu tutmuşlardır.
Aşağıdaki satırları Abdülmecid devrinde, İstanbul’a gelmiş İngiliz edîbesi Mis Pardo’nun meşhur seyahatnâmesinden alıyoruz; bu seçkin kadın yazar eserinin “İstanbul Pazarları” başlıklı bahsinde Büyük Kapalı Çarşı ile Mısır Çarşısını, ve İstanbul’da içlerinde bâzı esnâfın yerleşmiş bulunduğu bâzı büyük hanlarını, meselâ Şekerci Hanı gibi, birbirine karışdırmış görülüyor; zirâ Mis Pardo’nun bütün endîşesi, İstanbul çarşı ve pazarlarının tümünü azametini belirtebilmekdir:
“İstanbul çarşıları, vatanına dönen bir avlupalıya Binbirgece Masallarındaki hayallerin tesirini bırakmışdır. Seyyah onların târifindeki mübâlâğada âdeta kendini kaybeder. At Meydanındaki âsârı atîka yahud Ayasofyanın azameti bu üç denizler şehrinin büyük çarşısı hakkında merakla sorulacak suallerin yarıya inmesine bile sebeb teşkil edemez.
“Eski zamanlarda İngiltere’de ilim irfan o kadar yayılmamış iken, bir çok köylülerce Londra’nın tozu altın ve kaldırımları gümüş olduğuna inananlar bulunduğu gibi, bugün de bir çok kişiler İstanbul çarşılarının masallardaki Alâaddinin sihinrli bağçeleri misilli pek mutantan, müdebdeb ve müzehheb olduğuna inanırlar.
“Çarşıda bir zâirin alâkasını uyandıran şeyler, onun pek büyük oluşu, kendine mahsus tarzda tertib ve tanzim edilişi, bir takım insan gruplarının mütemâdiyen yer değişdirmelerinden dolayı meydana gelen garib manzaralar, ve halkın birbirine uymayan kostümleri, sîmâlarıdır. Şark pazarlarını Londra’daki gibi üzerleri gönül çekici oyuncaklarla, cicili bicili şeylerle dolu muntazam tezgâhların sıralandığı geniş dâireler tarzında tahayyül etmek doğru değildir. İstanbul’un muazzam ticâret yerinde Londra’daki zarâfet yokdur. Çarşı, bir takım sokaklar topluluğudur. Bütün yollarının üzeri kemer şeklinde kârgir tavanla örtülmüş küçük bir şehre benzer. Bâzen kemerler arasında tahta parmaklıklı dar galeriler bulunur. Bunların birinden aşağıda mütemâdiyen tebeddül eden rengârenk kalabalığı seyretmek hoşdur. Hattâ burası seyyah için ayrı bir kıymeti de hâiz olabilir, çünki, insan, az çok baş döndüren bu irtifâa vâsıl olduğu zaman kendisini güvercinlerle muhat bulur. Bu kuşlar yabancının gelmesinden ürkmezler, insanlara son derece yaklaşırlar, hemcinslerinin arasında dolaşıyorlarmış gibi kayıdsızca hareket ederler.
“Çarşının her sokağı muayyen bir ticâret metâına tahsis edilmiştir. Bedesten denilen caddede karşılıklı tezgâhlarda mücevherât satılır. Mücevher tezgâhı tahtadan mâmul yüksekce bir yere konmuştur. Sahibi de buraya yaydığı halıya oturmuşdur. Dizine koyduğu parşömene benzer koyu sarı uzunca bir kâğıd üzerinde hesabını yapar. Bu sırada çubuğunu ağzından çekmez, ara sıra, kamış kalemini beline saran şal kuşağının kıvrımlarına sıkışdırdığı divitine batırır, bu suretle hem hesabına devam eder, hem müşterisini vakurâne bekler.
“Tezgâhın gerisinde pak sağlam bir oda vardır, kapusu çok muhkemdir, bu odalarda dünyanın en kiymetli mücevherâtı bulunur. Bilhassa inciler, pırlantalar, fîrûzeler heb buradadır. Her nekadar bir yabancı tezgâhların üzerindeki cam boncukları ve pırtanla taklidi şeyleri görüb Bedesten için alelâde bir yer diye düşünürse zekî ve anlayışlı satıcılar - ki ekseriyâ ermenidirler - iyi bir müşteri karşısında olduklarını his eder etmez arka odanın kapısını derhal ardına kadar açar, gözler etrâfını saran müevherât ile kamaşır.
“Ağızları cevâhirle müzeyyen su kapları, her dânesi kıymetli bir taş olan tesbihler, haremin genc ve güzel kadınlarının türbanları için türlü türlü eşkâlde pırlanta iğneler, fes sorguçları, paşaların atları için incilerle, altın halka ve zincirlerle, yıldızlarla müzeyyen takımlar.. kısacası, Bedestenin hazinelerini icmâle teşebbüs bir budalalıkdan başka bir şey olamaz.
“Sarrfafların sokağı karanlık ve nâhoşdur. Burası saatlerce altın şıkırdısını dinlemekden, veyâ ağır başlı, kalantor sarrafların sikke yağınlarını yahud işlenmemiş altı çubuklarını tedkik ve vezn etmelerinden zevk alabilecek insanların yeridir. Ticâretin bu şûbesi de hemen hemen ermenilerin inhisârındadır. Zâten İstanbul’da oturan mütemâyiz ermeniler yüksek meziyetleri ve nâmusları dolayısı ile paşaların sarrafı, bankerleridirler. Türkler ticâret teşebbüslerinde, sipekülâsiyondan tabiatları icâbı hoşlanmadıklarından, ve daha muayyen işleri tercih ettiklerinden ancak birkaç sarraf dükkânı açmışlardır. Rumların dükkânı ise, zannıma göre müşteri bulmakda müşkilât çekdikleri için, daha azdır. Binnetice İstanbul bankerlerinin ekserisini ermenilerle yahudiler teşkil ederler. Yahudilerin de çoğu şâyânı itimaddır.
“Çarşının alâka uyandırıcı kısımlarından birisi de silâh pazarıdır. Burada bir kimse beş dakika içinde her devirden, her milletin silâhı ve kisvesi ile, Hamlet’in babasının hayâli gibi: “Tepeden tırnağa kadar zırhlanmış...” olabilir. İki tarafdaki duvarlar zırh parçaları ile örtülmüşdür. Buralarda her türlü kalkanlar, at başlıkları, miğferler, pırıl pırıl pırıldayan ve peri değnekleri gibi hafif mızraklar, pasla kararmış göğüslükler, yanyana asılmış İngiliz, Amerikan tüfenkleri ile Hind yayları, Şam kılıçlarından, Mısır yatağanlarından, Türk hançerlerinden mürekkeb yığınar, pars derisinden eğerlikler, şarka mahsus arabesk tarzda gümüş kakmalı ağır çakmaklı tüfenkler bulunur.
“Satıcıların bir frenk müşteriyi elde edebilmek için başvurdukları hareketler pek gülünçdür. Müşteriyi el ve kollarını oynatarak ısrarla dükkânlarına öyle dâvet ederler ki, buna mümâneat imkânsızdır. Her birini dikkatle muayene etmenize meydan vermeden süratle birbiri peşine belki yirmi türlü şey çıkarırlar. Üzerine âyâtı kerime yazılmış bir Şam kılıcının veya müzeyyen bir arnavud piştovunun evsâfını tedkike imkân bulamadan önümüze sâde ve siyah renkli bir Horasan çeliği konulur, bir az sonra satıcı müşterisinin silâhlarından hoşlanmadığını âniyen düşünerek bütün bunları bir tarafa atar; gözlerinize, Acemistanın kıymetli tezgâhlarından çıkmış kadifeler üzerinde zarif kehrûbâ çubuklar, Tyrien işlemeli örtüler, ve daha bir çok bahâlı, nâdîde şeyler serer. Zengin kâfirin aldatılması için tâliini beklemeye râzı olmayan bâzı dükkâncılar da frengi komşularının tezgâhlarından kendilerine celbetmek için hususî adamlarına güvenirler. Bunlar ellerine mücevher kabzalı bir piştov veya altın ile pek mâhirâne işlenmiş zırh altına giymek için kullanılan bir deri yelek alarak yabancının önünde, nazarı dikkati çekmek için bir aşağı, bir yukarı dolaşırlar.
“Bu senhâr ticâreti hemen her millet ayni tarzda yapar. Ermeniler, Türklerin yanına halılarını sererler. Solgun benizli yahudiler keskin bakışlı ve kurnaz rumları dirsekle dürterler. Şurada burada eşyasının ortasına oturmuş ve hâlinden memnun olmadığı anlaşılan Acemler görülür. Bunların yüzlerinde değişen çizgilerin mânâsı büyük beyaz sarıkları ile kısmen gölgelenir. Boş gezen insan grupları da sokak başlarına yığılarak kahkahaları ile, yüksek sesleri ile uzun çarşının aksi sedâlarına dâimî gürültüler karıştırırlar.
“Kundura çarşısına gelince, burası İstanbulda her milletin kendine göre muayyen bir renkde ayakkabı giymesi âdetâ bir kanun hükmünde bulunduğu için, pek hoş bir manzara arzeder. Çünki Türkler parlak sarı sahtiyan, ermeniler kırmızı, yahudiler mor, rumlar siyah giyerler. Buna şarklıların her şeyi çabuk beğenmemek huyunu da katan ayakkabıcılar, serî bir satış yapabilmelerini temin edebilmek için fazla mikdarda mal teşhir ederek caddeyi bir lâle tarlasına çevirirler. Fakat sattıkları en güzel şey, bayramlarda güzel Türk kadınlarının giydiği, yüksek sınıfların her zaman kullandığı altın işlemeli ve mücevherli kadife terliklerdir. Bu terliklerin büyük Osmanlı âilelerinde senevî gelirin hayli bir kısmının başmaklı nâmı altında sarf edilmesine sebeb olur.
“Terliklerin arasında kısa saplı, altın veya gümüş kakmalı, ekseriyâ incili el aynaları görülür, bu aynalar, Türk hanımlarının lâzımı gayri müfârikidir. Onlar bu aynaları yalnız süslemeleri için kullanmazlar, kayıklarında minderlere yaslanıb Boğazda seyran ederlerken rüzgârın kar beyaz yaşmaklarının kıvrımlarındaki mûziblikleri düzeltmekde kullanırlar.
“Çarşının en göz alıcı caddelerinden biri de işlemecilere âid olanıdır. Burada ipek, altın ve gümüş tellerle işlenmişdir. Gaayet ince müslinler parlak renkli ipek çiçeklerle tezyin oluşdur. Ancak bir yılda tamamlanmış gibi görünen tütün keseleri; kenarlarına Kur’an âyetleri, Hâfız’ın aşk beyitleri işlenmiş giranbahâ Acem şalları vardır. İstanbuldaki bütün işlemeler, bir ikisinden gayrisi ermeni kadınların işidir. Bunlar, bir haremde kapanan güzel Türk kadınlarından daha şiddet ve dikkatle tecrid edilirler. Yorulmak bilmedikleri bu sanatlarında ızdırab ve hüsran içinde çalışırlar. Bununla beraber en kıymetli şallar İrandan idhal olunur.
“Şal pazarı bir lüks ve masraf yeridir ki teşhir olunan emtia kıymetli olmakdan ziyâde gösterişlidir. Ekseriya İskoç ve Fransız fabrikaları eseridir. Bunları orta ve aşağı tabaka halk alır. Satıcı mallarını ya duvarlara asmışdır. yahud yerdeki halının üzerine sermişdir. Bu suretle teşhir olunan malların arasında altın benekli muslinden Rum başlıkları, lama bürümcüğünden eşarplar, ve işlemeli hamam takımları da vardır. Fakat tüccarın arka tarafda bulunan hususî deposunda Tibet ve Lâhurun en değerli şalları, Bağdad kumaşları, kısacası şark tuvaleti için lâzım olan her türlü giranbahâ eşyâ bulunur. Şalcıların çoğu İranlıdır. Bunların eline düşecek bir frenge Allah yardım etsin!.. Çünkü yalancılık cesareti milliyesi ile riyâkârlık mehâretine ilâveten Rumun kurnazlığı, Ermeninin inadı ve Yahudinin hilekârlığı onlarda toplanmışdır. Gösterdiği bir şalın bin kuruşa pek âlâ bir kâr temin edeceğini bildiği halde pazarlığa ikibin, hattâ üçbin kuruş isteyerek başlar. Maksad ve gaayesine uygun diller döker, akşam hayırlı bir rüyâ gördüğünden, müşterisine, alacağı malın uğur getireceğinden dem vurur, malı hakikî değerinden çok aşağıya sattığına dâir babasının sakalına, anasının mezarına yeminler eder. Fakat yüzü hiç kızarmadan bir anda iki, üçyüz kuruş iner, bu iniş, mal uygun fiatını buluncaya kadar devam da edebilir.
“Rum kadınları Keşmir şallarına pek düşkündürler. Her şarklı kadın gibi bir şala sâhib olmaya istekli oldukları kadar da titizdirler. Bu çarşıda büyük konaklara mensub köleler de dolaşır. Bunlar güzel pazarlık bilirler ve ekseriyâ çarşıya tamir edilmek üzere şal getirirler. Tâmirciler, caddenin alt başındaki dükkânlarda, halılarına bağdaş kurmuş, ağır başlı ihtiyarlardır, gözlüklerini burunlarına takmış, ellerinde iğneleri, şalın renklerine uygun ipliklerle yırtığı örerler, ve tâmir edilen yeri arayıp bulamayanları hayret içinde bırakırlar.
“İstanbul’un Büyük Çarşısı işte böyle bir yerdir. Her ânı istifâdeli olmak üzere bütün bir hafta yorulmadan, usanmadan gezilir.”
Geçen asrın sonlarına doğru İstanbul’a gelmiş olan İtalyan edîbi Edmondo de Amicis (B.: Amicis, Edmondo de) “Constantinopoli” adındaki meşhur eserinde Büyük Kapalı Çarşıyı şöyle tasvir ediyor:
“Kapalıçarşı dışından göze çarpmaz, dışından bakıp içinin anlaşılması imkânsızdır. Şekli gayri muntazam, yüksek esmer duvarlarla çevrilmiş, üstü kurşun kaplı ve gün girmek için delikleri bulunan yüzlerce kubbe ile örtülü muazzam bir âbidedir. Civarından hiçbir ses işitilmez, hattâ kapusuna dört adım yaklaşıncaya kadar bu kale duvarlarının ardında sessizlik ve ıssızlıktan başka bir şey bulunmayacağı sanılır. Fakat içine girer girmez insan şaşırır kalır.
“Bu bir âbide değildir: Sütunlar ve kemerler üzerine oturmuş, kubbelerle örtülmüş, yollarıyla bir labirent; küçük meydanları ve yol ağızlarıyla hakikî bir şehirdir, sık bir orman gibi loş, içinde azîm bir kalabalık dolaşıyor.
“Her sokak bir pazardır. Bu yarı karanlık sokaklardan ve dalgalanan kalabalığın ortasından arabalar ve atlılar geçiyor. İnsan her taraftan işaretler ve sözlerle çevrilir. Rum bazirgân seslenir ve eliyle koluyla işaretler yaparak dâvet eder; Ermeni, biraz daha mütevâzı; Yahudi malını kulağa fısıldayarak arzeder. Türk’e gelince, sessiz dükkânının eşiğine koyduğu bir şiltenin üzerine diz çökmüş, müşterisini sâdece bakışlarıyla çağırır. On kişinin birden size seslendiğini işitirsiniz: “Maylord! Kirya! Ekselâns! Sinyör! Kaptan! Mösyö!”
“Yanlarındaki medhallerden her sapışta, uzun koridorların boyunca bir sıra pâyeler ve kemerler, kısa sokakcıklar, pazarın uzaktan ve karışık bir manzarası görünüyor; dükkânlar, duvarlara ve kubbelere asılmış mallar, işi başından aşmış bazergânlar, yüklü hammallar, yaşmaklı kadın kafileleri. Bu karmakarışık görünüş tamamen zâhirîdir.
“Kapalıçarşıda pazarların en muhteşemlerinden biri de Kavaflardır. Birbirine benzeyen iki sıralı dükkânlarda Asya ve Avrupayı dolaşan bütün ayaklara mahsus ayakkabı vardır. Bölmeler, acâib renkli ve tuhaf şekilli saten, işlemeli, tüylü ve kadife terliklerle kaplı. Çifti beş frankdan yüz franga kadar, bir kayıkcının karısının ayağından bir saraylı ayağına kadar her nevi ve kıymette ayakkabıcılar; sokağın kaldırım taşlarını çiğneyerek kösele ayakkabılar, halılar üstünde gezecek pabuçlar, beyaz satenden ökçeli zenne pabuçları, inci işlemeli kadın terlikleri. Bu terliklerin içine girecek olan ayak nasıl bir şeydir? Bir hûrî, bir melek ayağı mı ki, boyu bir zanbak yaprağı, ve eni bir gül yaprağı kadardır!
“Ecnebîlerin en çok dolaştıkları yer burasıdır. Bilhassa genç Avrupa kadınlar görülür, ellerinde bir İtalyan veya Fransız ayağının kâğıt üzerine alınmış ölçüsü, gözlerini tutan bir pabuca bu ölçüyü koydukları zaman pabucun küçük kaldığını görünce hayret etmekten kendilerini alamıyorlar.
“Bu çarşıda ekseriya beyaz yaşmakları ile Türk kadınları dolaşır, onların satıcılarla uzun uzadıya konuştukları görülür. Kulağı bir mandolin gibi okşayan berrak sesleriyle güzel Türkçenin âhenkdar kelimeleri işitilir:
— Bunu kaça verirsin?
— Pahalıdır!..
— Ziyade vermem!..
“Bu muazzam çarşıda herşey bir kışla gibi tanzim edilmiş, zabtu rabt altına alınmıştır. İnsan kısa bir zaman içinde hiç bir rehbere ihtiyacı olmadan aradığını bulabilecek hâle gelir. Her nevi esnafın bir küçük mıntıkası, bir küçük sokağı, bir küçük geçidi, bir küçük meydanı vardır. Kapalıçarşı birinden öbürüne geçilen yüz tane küçük çarşının mecmuudur. Ve her çarşı da aynı zamanda bir küçük müze, bir pazar, bir tiyatrodur. İnsan onun içinde hiçbir şey satın almadan her şeyi görür. Kahve içer, on çeşit dille konuşur, ve Şarkın en güzel kadınları ile göz alışverişi eder.
“Kumaş ve esvab satılan yere girelim. Burası evvelâ gözlerin karardığı, başın döndüğü ve kesenin boşaldığı bir zenginlik ve haşmet çarşısıdır. İpek üstüne sırma işlemeli Bağdad kumaşlarından, Karaman halılarından, Bursa ipeklilerinden, Hind bürümcüklerinden, Madras, Keşmir ve Acem şallarından, Kahire’nin alaca dokumalarından yığınlar arasında dolaşır. Altın arabesk işlemeli yastıklar, gümüş çubuklu ipek tüller, ten rengi ve mavi çizgili hafif ve şeffaf, sanki bir buhar gibi tüten gaz eşarplar, sempatik imtizaçlara karşı en âsi olan kırmızı, yeşil ve sarı renkler cür’et ve âhenkle birleştirilerek dokunmuş her nevi ve çeşitte kumaşlar karşısında ağzının açık, hayretler içinde kalırsınız.
“Burada yeşil, portakal rengi ve sünbül rengi feracelerden ipek iç gömleklerine, altın sırma işlemeli mendillerine, saten kumaşlarına kadar bir Türk kadınının kocasından başka bir erkeğin göremiyeceği eşyalarını birer birer görür ve hayran olursunuz.
“Şurada kakum kenarlı kırmızı kadife kaftanlar, penbe ipek donlar, beyaz damasko üzerine altın çiçekli içlikler, gümüş yollarıyla ışıldayan gelin duvakları, Rum, Ermeni ve Çerkes kadınlarının bir zırh gibi göz kamaştıran ve sert nakışlarla donanmış binbir çeşit tuhaf esvabları, kötü renkleriyle, şiir sahifeleri arasında, bir terzinin ölçü alırken kaydettiği âvâre rakkamlar gibi...
“En zengin ve görülmeğe değer bir pazar da silâhcılardır. Burası bir pazar değil bir müzedir. Hâtıralarla dolu hazineler...
“Silâhların ortasında al ve mor kadife, inci ve sırmadan ay yıldız işlemeli kaltaklar ve eğer takımları, binbir gece masallarındaki peri pâdişahlarının rüyâlar memleketindeki altın şehirlere girerken bindikleri atlara mahsustur. Bu hazinelerin altında Arnavud tabancaları, mücevher gibi işlenmiş uzun Arab tüfekleri, kaplumbağa kabuğu ve su aygırı derisi kaplı antika kalkanlar, Kafkasyanın örgülü zırh gömlekleri, Kazak kalkanları, Moğol miğferleri, oklar, yaylar, her nevi bıçak ve hançerler asılmış...
“Silâhçı esnafının hepsi Türktür. Ekserisi ihtiyar, uzun boylu, zayıf, kıyafetleri ve simâları ile eski asırlardan kalma cengâverlere benziyorlar...”
Büyük İstanbullu Ahmed Rasim (B. : Ahmed Rasim) Mâlumat Mecmuasına yazdığı Şehir Mektuplarından birinde Büyük Kapalı Çarşının geçen asır sonlarındaki güzel bir resmini şu satırlarla çiziyor:
“Aman bu ne dehşet!.. Yürümek ihtimâli yok.
“Poturlu, şalvarlı, ferâceli, yeldirmeli, çarşaflı, paltolu, cebkenli, saltalı, tablalı, işportalı, sırtı küfeli, başı simitli, çocuklu, boğçalı, paketli, çantalı, şemsiyeli, bastonlu, iri, kısa, zayıf, şişman ne kadar cins varsa cümlesi söylüyor Her dükkânın önünde genç, ihtiyar birer petalyacı durmuş, yıllanmış kuşcu çığırtkanı gibi bağırıyorlar. Bu nidâyi umumi arasında ince, kalın, sert, ağır, hoppa elhâsıl derâcatı tasavvufun cümlesine muvâfık sedâlar işidiliyor:
— Ne âlâ potinler, çorablar, mendiller!.
— Ne güzel ipekli hediyelik kumaşlar!
— Hanım efendi!.. Ne şık mendillerim var!..
— Büyükhanım, iki kuruş daha verir misin?
— Beyfendi, kürklü beyfendi!.. On kuruş daha verdin mi?.. (kürklü bey olmaz diye baş sallayınca) Haydi gez!..
— Hanım!.. Hanım!.. Evlâdın bâşı için kırk para daha ver!
— Allah Allah amma tamahkâr oldun gözüm!
— Küçükhanım!.. Buyurun!..
— Piyazım.. piyazım!
— Yandı kebab!
— Francelâs!
— Pideler haaaas!
— Güler yüz, tatlı dil, gül yanak söğüşcü!
— Haniya haniya barbunyanın tavası!
— Bogos!.. Artinen mecidiyemi arper...
— Tamis tomerid yu so kolise tona (?)
(Sana içinden hanod çıkacak, şu malı herife çak)
— Buyurun beyim!.. Küçükbey Allah aşkına gitme!
— Hınzır herif!.. Yakamı çekme, almayacağım!
— Aman anneciğim ayağıma basdılar!
— Oğlan nerdesin?.. a dostlar oğlan kayıp!
— Kızım.. kızım buraya gel!
— Varda!.. destur!.. dokunmasın!..
— Bacı kalfa!.. dadı kalfa!.. düz yünlü allılarım var!..
— Haniya ipekli çarşaflar, kordelâlar, basmalar!
— (Çeşmenin önündeki boğaçacı) Tak!.. tak!.. buyrun gozum!
— (Kalın sesle) Sebîl!
— Tavası tavası vay şekerim vay!
— Harrûb!.. harrûb!..
— (Râst üstünden( Yüzükler, bilezikler, iğneler, makaralar, tireler!
“Burası çarşı değil, Bâbil Kulesi. Durmak ihtimâli yok, omuz omuza! Tam yankesici yatağı olacak yer!.. Aman kurtulayım diye Nuruosmâniye Kapusuna doğru yürüdüm. Mâhaşerallah! Fakat bu izdiham alıp satıcılardan olmasa gerek. Gözlüklü, bastonlu, eldivenli şık beylerimiz de piyasada. Sürt Allah kerim diyenler de var”.
Büyük Kapalı Çarşı
(1934 Belediye Şehir Rehberinden)
Büyük Kapalı Çarşıda Bedesten önü
(Bir XVII. asır gravüründen B. Cantok eli ile)
Büyük Kapalı Çarşıda Bedesten Yanı Sokağı
(Ekrem Hakkı Ayverdi’den)
Büyük Kapalı Çarşıda Bedesten Yanı Sokağı
(Ekrem Hakkı Ayverdi’den)
Büyük Kapalı Çarşıda bir sokak
(Resim : C. Biseo)
Büyük Kapalı Çarşı
(Resim : C Biseo)
Kalpakcılar başı
(Resim : C. Biseo)
Tema
Yapı
Emeği Geçen
C. Biseo
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Kod
IAM060489
Tema
Yapı
Tür
Ansiklopedi sayfası
Biçim
Baskı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Emeği Geçen
C. Biseo
Tanım
Cilt 6, sayfalar 3288-3300
Not
Görsel: cilt 6, sayfalar 3290, 3291, 3292, 3294, 3296, 3298, 3299
Bakınız Notu
B.: Bedestan; B.: Amicis, Edmondo de; B. : Ahmed Rasim
Tema
Yapı
Emeği Geçen
C. Biseo
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.