Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BÜYÜK FİTNE
Dördüncü Sultan Muradın henüz on iki yaşında bir çocuk iken tahta çıkdığı 1623 yılından 1632 deki dalga dalga kanlı ihtilâllere kadar geçen dokuz yıllık büyük anarşi devrine eski vak’anüvis ve müverrihlerimiz “Büyük Fitne” adını vermişlerdir.
Devlet sözünün ayağa düşdüğü Büyük Fitnede İstanbulun günlük hayatının fecî hâlini, o devirde yaşamış Enderunlu Mehmed Halîfe “Târihî Gilmânî” adını verdiği risâlede şu kuvvetli satırlarla tasvir ediyor:
“... nice türlü fesatlar oldu, nihâyet yeniçerilerin, kapukulu sipâhilerinin, ve halkdan baldırı çıplak erâzil ve eclâf gürûhunun tugyânı şol mertebede idi ki gündüz hamamdan peştemal ile çıplak avret çıkarmak, sipâhilerin gulâmiye aldıkları gün Fâtih Camiinde tütün içmek, müslümanların ırzını pâyümâl etmek, sokaklarda bir köşeye çekip âşikâre ayak üstü zinâ ve livâta etmek, kan dökmek, evler ve saraylar basmak, bayram günlerinde salıncak kurup bizzat pâdişâhı ve vâlidesini (Kösem Sultan), vüzerâ ve divânı hümâyun erkânını kınalı mumlarla salıncağa dâvet etmek, bâhusus kahvehânelerde ve meyhânelerde nâ meşrû fiiller vasfa gelmez; âlem nizâmından çıkdı”.
Bu İstanbul Ansiklopedisinin müellifi ve müdevvini R. E. Koçu, Büyük Fitnenin son kanlı faslını teşkil eden zincirleme 1632 ihtilâllerini, ve o günler içindeki İstanbul vak’alarını “Yen...
⇓ Read more...
Dördüncü Sultan Muradın henüz on iki yaşında bir çocuk iken tahta çıkdığı 1623 yılından 1632 deki dalga dalga kanlı ihtilâllere kadar geçen dokuz yıllık büyük anarşi devrine eski vak’anüvis ve müverrihlerimiz “Büyük Fitne” adını vermişlerdir.
Devlet sözünün ayağa düşdüğü Büyük Fitnede İstanbulun günlük hayatının fecî hâlini, o devirde yaşamış Enderunlu Mehmed Halîfe “Târihî Gilmânî” adını verdiği risâlede şu kuvvetli satırlarla tasvir ediyor:
“... nice türlü fesatlar oldu, nihâyet yeniçerilerin, kapukulu sipâhilerinin, ve halkdan baldırı çıplak erâzil ve eclâf gürûhunun tugyânı şol mertebede idi ki gündüz hamamdan peştemal ile çıplak avret çıkarmak, sipâhilerin gulâmiye aldıkları gün Fâtih Camiinde tütün içmek, müslümanların ırzını pâyümâl etmek, sokaklarda bir köşeye çekip âşikâre ayak üstü zinâ ve livâta etmek, kan dökmek, evler ve saraylar basmak, bayram günlerinde salıncak kurup bizzat pâdişâhı ve vâlidesini (Kösem Sultan), vüzerâ ve divânı hümâyun erkânını kınalı mumlarla salıncağa dâvet etmek, bâhusus kahvehânelerde ve meyhânelerde nâ meşrû fiiller vasfa gelmez; âlem nizâmından çıkdı”.
Bu İstanbul Ansiklopedisinin müellifi ve müdevvini R. E. Koçu, Büyük Fitnenin son kanlı faslını teşkil eden zincirleme 1632 ihtilâllerini, ve o günler içindeki İstanbul vak’alarını “Yeniçeriler” adındaki eserinde şöyle anlatıyor:
“1632 İhtilâli — Sultan Murad çocukluk çağını atlatmış, yirmi bir yaşlarında bir şehbaz civan olmuştu; veçhen dilber, vücut yapısı pehlivan çatısında, elhak pençeli delikanlıydı. Ne yapalım ki, bir tarih hakikatidir ve anası Kösem Sultanın, haremde rakip bir haseki sultan görmemek için kötü terbiyesi eseridir, bu yürekli, pençeli delikanlı bir mahbubdost idi, ve bu zaafının icablarından olacak içkiye aşırı derecede iltifat ediyor idi. Mührü hümayununu Hafız Ahmed Paşaya verirken, müsahiplerinden ve meclislerinde has yâranından henüz bir nevcivan olan Hasan Halifeyi de Yeniçeri ağası tâyin etti. Bu genç adamın saraydan çıkarılıp yeniçeri ocağının başına geçirilmesi, gözü sadırazamlık makamında olan Receb Paşayı fevkalâde endişeye düşürdü.
“Gençlik ve güzelliğini zekâ, zarafet ve nezaket ile de tezyin etmiş olan Hasan Halife padişahın gayetle makbul müsahibi, nedîmi idi, Sultan Murad kendisinden öylesine hoşnud idi ki bir ihsânı şâhane olarak Boğaz içinde Bebek Bahçesinin tapu senedi verilmişti. (B.: Bebek; Hasan Halife). Yeniçeri Ağalığı ile saraydan çıktığında da kendisine şehir içinde büyük mülûkâne eşyası ile mîrî bir saray tahsis edilmişti. Bu aşırı iltifatları ve ihsanları ve bu ikbâl ve ihtişamı çekemeyenler çok idi, fakat Receb Paşanın endîşeleri başka yönden idi. Hasan Halifenin yeniçeri ağalığından sadrıâzamlık makamına atlamasını pek yakın görüyordu. Sultan Muradın bu makbulü olan genci, Kanunî Sultan Süleymanın Pargalı İbrahim Paşası gibi sadrıâzamlığa hazırladığı belliydi. Haris Receb Paşa için de sadaret, Kaf Dağının ardındaki Zümrüd Anka kuşunun yuvası kadar uzaklaşıyordu.
“İşte bu ahvâl ortasında Osmanlı tarihinin en uzun sürmüş bir yeniçeri - sipahi ihtilâli şöylece başladı:
“1632 yılı Kasım ayının ortalarında sadırâzam Hafız Ahmed Paşanın sarayında bütün devlet erkânının, Şeyhülislâm ile bütün yüksek mevki ve pâyeli ulemânın iştiraki ile bir meclis toplandı, bu toplantıya yeniçeri ocağı ile kapukulu sipahî bölüklerinin ordu sefere çıkarken İstanbulda kalmış gün görmüş ihtiyarları dâvet edildi. Genç padişahın fermanı ile konuşulacak konu askerin ahvâli idi. Yeniçeri ve sipahi ihtiyarları:
— Asker geçen kış da taşrada kışladı, çok zahmet çekti, zebun düştü, yeniçeri ile kapukulu sipahisinin bu kış Diyarbekirde kalmayıp İstanbula gelmesi makuldür... dediler.
“Meclis bu teklifi kabul etti. Diyarıbekirdeki orduya emirnâme yazılıp Yeniçeri ile Kapukulu sipahisinin İstanbula dönmesi bildirildi.
“Askere ulûfe dağıtma zamanı da yaklaşıyordu. İstanbul civarında, Trakyadan Edirneye kadar, Anadoluda da Kocaeli Yarımadası ile Bolu, Bursa, Balıkesir havalisinde âsayiş ve inzibatı temin ile görevli sipahiler ve yeniçeriler İstanbula dökülüp dolmaya başladılar. İstanbulda sipahi menzilleri olan bütün hanlar, bu arada büyük Kurşunlu Han, bu hanlar yanındaki bütün evler sipahilerle doldu, taştı; her türlü habâset ve mel’aneti ve senaati yapabilecek binlerce şâkî sipahi kılığına girip İstanbula geldi, ve böylece “İstanbulda bir ihtilâlin çıkmasına istidat hâsıl oldu”. Bu istidadı, ilk sezen de Topal Receb Paşa oldu.
“Bu haris vezir aslında sakat değildir, ayak parmaklarında müzmin sızı illeti, “nikris” vardır. Daimâ aksayarak yürür, topallığı bundan kinayedir. Hem Hafız Ahmed Paşanın, hem de Hasan Halifenin vücudlarını ortadan kaldırmak için tam fırsattı; bilhassa kapukulu sipahileri arasında kafaları Receb Paşanın tezvirlerine yatkın ve ortalığı kolaylıkla karıştırabilecek adamlar pek çoktu: Naîmâ “Her biri kendi başına fesad maddesidir” dedikten sonra bir takım isimler sıralıyor: Saka Mehmed, Cin Ali, Cadı Osman, Bıçakçıoğlu, Kütahyalı Kalem Bey, Emir Halife, Sâlih Efendi, Nazlı Muslu, Rum Mehmed, Mahmud Aa oğlu... Bunlar, hem kendi başlarına fesad maddesi, hem de her birinin peşinde yüzlerce adam körü körüne yürüyen zorbalardır; başbaşa verdiler ve günlerce konuştular. Karşılarında tek korku yeniçerilerdi; ocak ağalarına ehemmiyet vermiyorlardı, iş, yeniçerilerin neferlerinde, neferle haşir neşir olan odabaşılarla çorbacılarda idi, onları kendi taraflarına çekmede idi, bunu da kolaylıkla başardılar.
“İlk fitne ateşi 8 şubat pazar günü At Meydanında parladı; yeniçerilerin nefer ve küçük zabitleri ile kapukulu sipahisi ayaklandı:
— Kılıcının şöhreti düşman ülkesini velveleye salmış Husrev Paşa gibi bir veziri padişaha azlettirenler padişahın ve devletin dostu değildir, padişah bu adamları bize versin, paralayalım!... dediler.
“Hemen bir defter tanzim edildi ve padişahdan alınıp paralanmak üzere o yedi kişinin adı yazıldı, başta bulunan isimler şunlardı: Asrın büyük şairi Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sadırâzam Hafız Ahmed Paşa, Defterdar Mustafa Paşa, yeniçeri ağası Hasan Halife, müsâhib Mûsa Melek Çelebi (Pâdişahın gözünün nuru, gönlünün süruru bir delikanlı); ve mâhut defter saraya gönderildi.
“Saray, kapularını kapamıştı. Üç gün Bâbıhümayun ile At Meydanı arasında velvele ve gulgule gök yüzünü tutarak nümayiş ile geçti. İstanbulda bütün dükkânlar, çarşılar kapandı, ırz ve ehli kapularını kapayıp evlerine çekildi. İhtilâlciler geceleri de meydandan ayrılmadılar, yeniçeriler kışlalarına, sipahiler hanlarına gitmediler. Bu çalkantı iki gün, fırtınalı deniz sâhili döver gibi At Meydanından saray kapusuna hücum edip geri çekildi; nihayet pazartesi günü akşamı idi, saraydan bir cevap çıktı: “Yarım kula cevap verilir...” denildi.
“Yarın dedikleri salı idi. Salı günleri sabah namazından sonra sarayda Divânı Hümayun toplanırdı.
“Padişah ulema efendilere haber yollamış, salı sabahı da efendilerin hepsi saraya gelmişti. Kubbe vezirlerinden Bayram Paşa, aklı başında, vakarlı, dirayetli, haysiyetli adamdı. Sadrazam Hafız Ahmed Paşaya erkenden haber yollamış, “Meded zinhâr devletli sultanım bugün meşverettir diye sakın divâna gelmeyin, hemen bir yere saklanın, bu cemiyet elbet çözülüp dağılacaktır” meâlinde bir mektup yazmıştı.
“Bayram Paşanın mektubunu getiren ulak sadırazama yolda rastladı, Hafız Ahmed Paşa, nâmuslu adam, merd adam, münevver adam, Hüsrev Paşanın azlinde en küçük ilişiği olmayan alnı açık temiz adam, sadırazamlık mevkiinin şeref ve haysiyetini müdrik adam mektubu açtı, okudu ve omuz silkti:
— Başıma gelecek kazayı rüyamda gördüm, yoldan dönüp kaçıp gizlenecek adam değilim, ölüm, hâcil olmaktan yekdir!... dedi.
“Bâbıhümayun önüne kadar kazasız, belâsız geldi. Saray kapusu önü sipahiler tarafından tutulmuştu. Hepsi koynunu ve cebini taşla doldurmuştu, evvelâ açılıp vezire ve maiyetine yol verdiler. Hafız Ahmed Paşa onları selâmına durmuş sandı, selâm verdi ve atını sürdü geçti. Önce kalabalık arasından ileri çıkan bir sipahi paşanın arkasından bir taş attı, bunu bir:
— Bre vurun!... nârası takip etti ve bir taş yağmuru başladı. Hâfız Paşayı atından yıktılar, fakat hançer ve kılıç üşüremediler, paşanın muhafızları olan şatırlar hemen koltuklarına girip kaldırdı ve Babıhümâyundan içeri hastalar odasına kaçırdı. Bu hengâmede şatırlardan biri göğsünden hançerle vurulup öldürüldü. Bu ihtilâlde ilk dökülen bu delikanlının kanıdır.
“Şatırlar paşayı kurtarırken sadırazamın üst kaftanı ile başındaki vezirlik kavuğu, mücevvezesi paralanmış, düşmüş, talan olmuştu. Paşa içeri alınınca Bâbıhümayun da hemen kapanmıştı. Hafız Paşa bostancıbaşının getirdiği yeni bir üst kaftanı ve mücevveze giyerek padişahın huzuruna çıktı, mühtü hümayunu eliyle teslim ederek sadaretten çekildi. Sultan Murat da:
— Yürü... Var git!.. diyerek kaçıp saklanmasına destur verdi.
“Hafız Paşa hemen kıyafetini tebdil etti, Yalı Köşkünden bir kayığa binerek Üsküdar tarafına geçti.
“Kanlı Ayak Divânı — Vak’anüvis efendi yazıyor ama biz tahmin ediyoruz. Receb Paşanın sarayda da elbet ki, havasına uydurduğu adamlar vardı, ve kim bilir onlara sadırazam olduğu takdirde yerine getirilmek üzere ne zengin vaidlerde bulunmuştur. Zira Hafız Paşanın istifası üzerine Bâbıhümâyun ve Orta Kapu açılmış, ihtilâlci yeniçerilerle sipahiler sarayda birinci avlu ile divan meydanı olan ikinci avluyu birden işgal etmişti.
“Evvelâ sipahiler ileri çıkıp:
— Pâdişaha sözümüz vardır, ayak dîvanına çıksın!.. diye bağırışmaya başladılar.
“Sultan Osman vakası dünkü hâdise idi. (B.: Osman II). Ola ki, ihtilâlciler Babüssaadeden de girmeye cüret edebilirlerdi, ve hattâ bu sefer sarayı hümâyun yağma edilebilirdi. Böyle bir tecavüze karşı sarayı ve padişahı silâhla müdafaa etmek için bütün bostancılar ve Enderûnu Hümayunun bütün zülüflü ağaları silâhlandırılmıştı.
“Sipahi zorbalarının ayak divânı isteği kabul edildi. Taht Bâbüsaadde önüne, Sultan Murad da ayak dîvânına çıktı (B.: Ayak Dîvânı). Vücuduna bir zarar erişmemesi için genç hükümdarın oturduğu taht bostancılarla enderun ağaları tarafından sıkı muhafaza altına alınmıştı. Sultan Murad:
— Murâdınız nedir kullarım? diye sordu.
“Bu soruya cevap olarak her ağızdan bir lâf çıktı. Naimâ Efendi söylenenleri “edepsizlik ve dil uzatmanın son haddi” diye topluyor, ve her halde edebinden cümleler hâlinde kaydetmiyor. Fakat o devri, diliyle beraber iyi tetkik edecek bir romancı bu sahneyi gaayetle canlı ve heyecanlı tasvir edebilir. Bütün lâfların hülâsası: “Defterdeki on yedi adamı bize ver, paralıyacağız!..” dan ibaretti.
“İhtilâlciler önce biraz uzakça duruyordu, meydan hatipleri pervâsız pervâsız konuştukça taht ve padişaha doğru bir kayma, yaklaşma başlamıştı, hele konuşanlardan biri:
— “Vermezsen iş gayri olur!.. deyince âdeta padişaha hücum edeceklermiş gibi bir dalgalanma oldu. Naimâ: “Eliyâzıbillâh! padişahın vücuduna el uzatacak mertebe yaklaştılar” diyor. Sultan Murad birden tahtından kalktı ve:
— Yok!.. Siz cevaba kulak tutmazsınız ve kabili hitap değilsiniz, mademki, sözümü dinlemezsiniz, ya niçin beni dışarı dîvân için istediniz!.. dedi ve müsellâh iç ağaları ile bostancıların himayesinde Bâbüssaadeden içeri girdi. İhtilâlciler pâdişahın ardından sel gibi boşanıp Bâbüssaadenin eşiğini de aşmak istedilerse de kapunun büyük ve ağır kanadları yüzlerine süratle kapanıverdi. Dışarda müthiş bir gulgule kopdu, “zemine zelzele ve âsümana velvele saldı”. Bu sesler de şu cümlede toplanmıştır:
— Mâdem ki, istediğimiz adamları bize vermezsin, biz işimizi biliriz!..
“Bildikleri iş kendilerine yeni bir padişah bulmaktı. Deli Mustafa mı?... Hayır, Sultan Muradın kendisinden küçük dört erkek kardeşi daha vardı.
“Vak’a bu rengi alınca sarayda padişahın yanındaki vezirler arasında bulunan fitnebaşı Receb Paşa artık ortaya cesaretle atılabilirdi, yüreğinde fesad, yüzünde riyâ, padişahın ayaklarına kapandı:
— Pâdişahım, bu müfsidleri teskin lâzımdır, başka cevap dinlemezler, eğer ben kulunu dahi isteseler ver ki ,kul efendi yoluna kurban ola gelmişdir, kul da padişahlarından istediklerini ala gelmiştir!.. Birkaç bendeniz gitmekle bir şey lâzım gelmez, ama Hak saklasın eğer bu bedhuylar teskin olunmazsa ahval müşkül olur, nizamı devlet altüst olur.. dedi, hattâ daha ileri gitti:
— Hâfız Paşayı getirtin, bana da izin verin, sizin ağzınızdan Saka Mehmed Ağaya ve sâir ağalara rica edeyim, belki kabul ederler. Hâfız Paşayı af ederler, kurtarabilirim!.. dedi.
“Bunlar padişahı ve padişahlık müessesesini küçülten ne cür’etkârâne, küstahâne lâflardı. Fakat bir Hak cilvesi idi, câhil, ahmak ve haris adam ihtilâlcilerin elebaşıları ile gizli münasebeti olduğunu, ve fitnenin kendi başı altından koptuğunu âdeta itiraf ediyordu. Sultan Murad, Recep Paşanın bu lâflarına bir balmumu yapıştırmayı unutmadı.
“Sultan Muradın Yedikuledeki Genç Osman fâciasını bütün tafsilâtı ile dinlemiş olduğunu kabul etmelidir, kendisi de büyük kardeşi İkinci Sultan Osman gibi toy bir gençti, Receb Paşanın tehditkâr sözleri, Genç
Osmanın, bir gecelik entarisi ile yalın ayak başı açık, ejderhâ misâl yeniçerilerin pençesinde perişan hayâlini gözünün önüne getirmiş olacaktır ki, az evvel “var git...” diye destur verdiği Hâfız Paşanın Üsküdardan geri getirilmesini emretti, ve bostancıbaşı Câfer Ağayı dokuz çifte kancabaş kayıkla Üsküdara yolladı.
“Yukarda naklettiğimiz ayak dîvanı sahnesinin kaç dakikaya sığdığını göstermek için mühimdir, bostancıbaşı Câfer Ağa Hafız Ahmed Paşaya, kayığı Üsküdar iskelesine henüz yanaşmış, karaya ayak atarken yetişti: “Sizi padişahımız ister.” dedi, ve kendi dokuz çiftesine alarak sarayi hümayuna döndü.
“Hafız Ahmed Paşa saraya gelince Bâbüssaade tekrar açıldı, tahta çıktı, ardından Sultan Murad ikinci defa ayak dîvanına çıktı. Burada küçük bir sahneyi unutmamalıdır. Genç padişah dîvana çıkarken Receb Paşa, delikanlının metânetini bir yılan gibi daladı:
— Pâdişahım abdest alın, öyle çıkın!... dedi.
“Bu sözün apacık mânası: “İhtilâlcilerin istediğini yapmazsan âkibetin ya burada, yahut Sultan Osman gibi Yedikule zindanında ölümdür!..” demekti. Sultan Murad hemen abdest aldı ve ikinci sefer dîvana ilk metâneti azıcık kırık çıktı.
“Az evvel dışardaki uğultu zemîne zelzele ve âsümana velvele salarken şimdi soluk bile alınmıyordu. Sultan Murad gözlerini önündeki gazablı kalabalığın ön safları üzerinde gezdirdi, ve eliyle: “Sen!.. sen!.. sen!” diye işaret ederek iki ihtiyar sipahi ile yeniçeri çorbacıların ikisini ileri çağırdı; artık kalabalıkla değil, kalabalığı temsil edecek bu dört kişi ile konuşacaktı:
— Bu hareketiniz devletin nâmusunu ulu orta ayak altına almaktır, siz müslüman iseniz hareketiniz dinimize ve şeriatımıza uymaz, Kâfir iseniz burada islâm diyarıdır, benden ne istersiniz?..” dedi.
“Bu dört temsilcinin yeniçeri ve sipahiler adına ağız birliği ile cevabı şu oldu:
— Padişahım devletine hayırlı olmayan adamları ver ki, görüyorsun yeniçeri ve sipâhi kulların deryayı bi pâyan, tuğyan halindedir, başka türlü dağılmaz...
“Bâbüssaadenin kanatları açıktı, ve Hafız Paşa ayak dîvanında konuşulanları işitiyordu, içindeki hamiyet cevheri birden coştu, abdestsiz adım atmazdı, ama böyle bir anda abdest tazelemek gerekirdi, az evvel padişaha gelen leğen ibrikle abdest aldı, soyundu, başına sâde bir dülbend sardı, hançerini çıkarıp bıraktı ve Bâbüssaadeden çıkıp pâdişahın huzurunda durdu.
“Binbir ayak bir ayak üstünde, o mahşeri kalabalık birden soluğu kesti, çıt yok, işidilen yalnız Hafız Paşanın, Kur’an okurken dinleyenleri vecd içinde mest eden, ağlatan güzel sesi idi:
— Pâdişahım... Senin yoluna Hafız gibi bir kulun fedâ olsun!.. Ancak recam budur ki, beni sen katlettirme, bırak benim mâsum kanımı bu zâlimler döksün ve bana şehidlik nasîb olsun, sen de lûtfet, benim nâşımı Üsküdarda defnettir, yetimlerimi de sana emanet ediyorum! dedi.
“Ve pâdişahın cevabını beklemeden “Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhül alüyyül azim... innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” diyerek ihtilâlcilere karşı yürüdü.
“Naîmâ “Meydan sanki arsai Kerbelâ idi...” diyor. Sultan Murad çevresini çıkarıp faciayı görmemek için yüzünü kapadı, ve ağlamaya başladı, pâdişah tarafındakiler de sahneyi gözleri yaşla dolarak seyrettiler.
“Hâfız Paşa ortaya çıkınca, karşısında tuğyan halinde bir deryâ gibi kalabalığın ön saflarından bir kaç sipâhi ileri atıldı, ilk yaklaşan sipâhi paşaya saldırayım derken, paşa dindar adam, rûhu Allahın emaneti ve onu korumaya kendini mecbur bilmiş, herifin yüzünün tam ortasına öyle bir yumruk indirdi ki, sipâhi, ağzı burnuna karışıp yarı ölü yere serildi. Fakat ikinci sipâhi paşanın başına bir hançer vurdu ve çok derin bir yara açtı, onu üşüyen diğer hançer ve kılıçlar tâkib etti. Sonra sayılmışdır, o güzide vezîr tam onyedi bıçak darbesiyle yere serildi, henüz ölmemişdi, bir yeniçeri paşanın göğsüne çıkdı, ve bıçakla boğazını keserek şehid etti. O anda nereden bulmuşdur bilinmez, saray adamlarından biri elinde büyük bir yeşil örtü ile koşdu, vezirin nâşını örttü. Sultan Murad da tahtından kalkdı, bir o yeşil örtü altında yatan şehide, bir de, bu kanın vebâli hepsinin alnına yazılmış olan o gazaplı kalabalığa baktı:
— Hak teâlâ bana kudred verirse sizden nasıl intikam alınacağını öğreteceğim! dedi, bu sözü ancak muhafızlar işitebildiler, sonra yüksek sesle bağırdı:
— Bre Hakdan korkmaz, Peygamberden utanmaz, şeriata ve pâdişaha itaat etmez zâlimler!... dedi.
“Hafız Paşanın pâdişah önünde paralanması ihtilâlcilere de dehşet vermişti. O güğremiş insan seli uğulduyarak saraydan çıkmaya başladı, suçlu kaçışı gibi bir çıkış... İhtilâllerde ola geldiği gibi, Hafız Paşanın cesedinin ayaklarına ip bağlayarak sürükleyip götürmeğe kimse cesâret edemedi. Naaş sarayca kaldırılarak vasiyeti gereğince Üsküdara götürüldü.
“Bu faciadan sonradır, Sultan Murad mührü hümayunu Receb Paşaya verdi, fitne üstâdı nihayet merâmına nail olmuştu.
“Defterlilerden şeyhülislâm Yahya Efendi kaçmış, saklanmışdı. İhtilâlcilere efendinin azledildiği tebliğ edildi, katlinde israr etmediler. Defterdar Mustafa Paşa da kaçmış saklanmış, yeniçeri ağası Hasan Hâlife ise kumandanı bulunduğu ocağa sığınmıştı. Yeniçeriler ağalarına sahip çıktılar. Bu himâye ağalarına olan bağlılıktan değildi; on sene evvel Genç Osman da yeniçeri ocağına sığınmış, fakat yeniçeriler pâdişahı düşmanlarının pençesine alçakça teslim etmişlerdi. Bu sefer de Hasan Hâlifeye aynı ihâneti gösterirler ise yeniçeri ocağının adına, şânına çok ağır bir leke sürülecekdi. Receb Paşanın teşviki ile sipâhiler yeniçeri kışlalarına gidip “Ağayı siz paralamaz iseniz verin, biz paralayalım.” dediler; yeniçerilerden ters bir cevab alındı: “Paralar isek biz paralarız, sipâhi kim olur ki bizim ağamızı paralayacakdır!..” Israr edilirse iki asker arasına kılıç girecekdi. Sipâhiler ısrar etmediler.
İhtilâlci asker, Hafız Ahmed Paşayı Pâdişahın gözleri önünde paraladıktan ve sipâhiler de yeniçerilerin elinden Hasan Halîfeyi alamadıktan sonra, yeniçerilerle sipâhiler arasına kılıç girme tehlikesi belirince fitne ateşi tavsadı, küllendi, sipâhiler hanlarına ve yeniçeriler de kışlalarına çekildiler. Fakat Receb Paşa, şu kadar zamandan beri göz diktiği mührü hümâyuna kavuştuğu halde, o altın mühür koynunda sanki çöreklenmiş yatan bir yılan gibi duruyordu, ilk fırsatta baş kaldırıp Paşayı sokacak, öldürecekti. Yeniçeri ve kapu kulu sipâhisinin zorbaları ile ittihad ederek, İstanbul erâzil ve eclâfı ile bağdaşarak Receb Paşanın bu dâvaya atılmasının sebebi, Sultan Muradı iyice sindirerek, hattâ avucunun içinde bir kukla yapmak, olmazsa onu tahttan indirip, kardeşlerinden birini tahta çıkarmak, tam istiklâl ile vezirlikti. Gözleri ancak baktığı şeyi ve onun da ancak sathını görür bir kafadadır ki, böyle avâmî kaba hırs doğar, kaba ve basit entrikalar beslenir, gelişir. Zararını devletle memleket yüklenir, ıstırabını millet çeker. Receb Paşanın hamam çıplağı dellâk ile yalı kopuğu salapuryacıdan farkı sâdece sırtındaki samur kürküydü. Galiz cehlinin kaba hesabı ile sadârete kaydı hayat şartiyle gelmişti. Yerinden emin değildi, emniyet getirinceye kadar her şeyi yapacaktı, fitneyi tekrar uyandırmak için fırsat gözetmeye başladı, o fırsatın çıkması da gecikmedi. Uzun sürecek bu ihtilâlin ilk alevi “Hüsrev Paşa niçin azledildi?” diye parlatılmıştı. Bir ay sonra ikinci kundak da “Hüsrev Paşa niçin katledildi?” diye koptu.
İhtilâlin mart ayı safhası — Azlinden sonra Tokad’a çekilmiş, oturmakta olan Hüsrev Paşa bu kanlı, cebbar vezir, ilk ayaklanma onun adı ileri sürülerek olduğu için, ortalık yatışır yatışmaz pâdişahın emri ile Tokadda idam olunmuştu ve kesik başı da gizlice İstanbula getirilmişti. Aslında bu kesik baş, sadaret makamı için Receb Paşanın en tehlikeli rakibi idi. Receb Paşa bunu bildiği için önce rahat bir nefes aldı, sonra fırsat ganimettir diyerek fitneyi tahrik etti, o asrın tâbiridir, “zorbaların arasına dil sokdu”, bu şer âletleri: “Hüsrev Paşa gibi vücudü lâzım bir vezirin katline sebep olanlardan ahzi intikam lâzımdır!..” dediler.
“Sebep olan kimdi? İhtilâlin ilk safhasında defterli olan 17 kişiden biri paralanmış, bir af edilmiş (Yahya Efendi), biri pâdişahın yanında (Musa Çelebi), on beşi de kaçmış saklanmıştı. Ortada tek sîmâ, pâdişah kalıyordu. Hakikatte de ihtilâlin bu ikinci safhasında Receb Paşanın hedefi o idi, askeri ayaklandırdı ama, dilediği gibi hedefine sevk edemedi.
“1632 martının on ikinci cuma günü sabahı İstanbul yine ihtilâl dehşeti içinde uyandı. Sabah namazı vakti At Meydanında toplanan yeniçerilerle sipâhiler, ve peşlerine takılan İstanbul erazîl ve eclâfı namazdan sonra sarâyi himâyuna yürüdü. İhtilâlci ayakları Bâbıhümâyun ile Orta Kapunun eşiklerinden atlamaya çoktan alışmıştı. Dördüncü Sultan Murad yine ayak dîvanına çıkarıldı. Yeniçeri neferleri, sipahioğlanları pâdişah ile de yüz göz olmuşlardı:
— Pâdişahım, sen niçin Hüsrev Paşa gibi yarar veziri katlettin ve kendi devletini rahnedar ettin? diye sordular.
Bu soru, fâcianın uvertürü idi. Sonra eski defter ve yeni kanlı sahnelerin perdesi açıldı:
— Madem ki bu işi yapdın, sen de bize Hasan Hâlifeyi, defterdar Mustafa Paşayı ve müşâbih Musa Çelebiyi ver, paralayalım! denildi.
“Bu arada birden aşırı küstahlaştılar:
— Saraydaki şehzâdeler bizim efendimiz oğullarıdır, sana itimadımız kalmadı, Hüsrev Paşayı öldürdüğün gibi şehzâdelere de kıyarsın, onları çıkar, bize göster! dediler.
“Vak’anüvis Efendi pâdişahın cevaplarını şöylece toplayub naklediyor:
— Hasan Halife ve Defterdar nerededirler bilmiyorum. Musa Çelebinin ne günahı vardır ki size vereyim? Bir pâdişaha karşı bu mektebe hürmetsizlik olur mu?
“İhtilâl sahneleri anlatılırken en zor iş, o atmosfer altında ruhların tahlilidir. Koğuşda, han odasında, hamam külhanında veya soğukluğunda, kahvehâne, kayıkhâne, fırınlarda bekâr odalarında yatan, bütü bediî duyguları birkaç saniyelik nefis lezzetinde toplanmış, bütün dinî ibâdetleri duygusuz mihanikî hareketler olmuş insanların başlarındaki şahsiyetlere karşı hürmet yoktur, onlardan sadece korkarlar, ve bir kere de o korkuyu attılar mı, yeni bir yılgınlığa uğrayıncaya kadar alabildiklerine pervâsız ve tahribkâr olurlar, akıl ve mantık çenberlerini yırtıp, tezadlar içinde hayır ve şer hizmet ve ihanet her şeyi yaparlar, işte buna şûriş denilir, felâkettir, âfettir. Eclâfın pâdişah sözünü anlamasına elbetteki imkân yoktu. İhtilâlci Yeniçeri ve sipahilerin sözü geldi, yine mâhud tehdide dayandı:
— Bu dediklerimizi bize vermezsen sen bize pâdişahlığa lâzım değilsin... dediler.
“O sırada “Hünkâr şehzâdeleri boğdurmuş!” diye bir lâf çıktı, bunun üzerine:
— Şehzadeleri isteriz! Şehzadeleri çıkar görelim!... sesleri yükseldi.
Dört şehzâdeyi Bâbüssaade önüne çıkarıp gösterdiler: Bayazıd, Süleyman, Kasım, İbrahim...
“En büyükleri şehzâde Bayazıd, şişmanca bir gençdi. Süleymanla beraber kapı eşiğinden biraz ileri çıkıp ihtilâlcilere hitab ettiler. Bayazıd:
— Bizden ne istersiniz? Biz bir köşeye çekilmiş, kendi hâlimizle meşgulüz, adımızı anmak, bizi dile düşürmek ne mânâdır?.. dedi.
“Süleyman daha açık konuştu:
— Sebebi felâketimiz olacaksınız!.. Allah’dan korkmayıp, pâdişah hazretlerinden utanmayıp böyle tugyan edersiniz!.. Allah aşkına bizi kendi hâlimize koyun, sizin himâyenize muhtaç değiliz, bizi korumak size düşmez! dedi.
“Fakat dîvan avlusunda kaynaşan o mahşerî kalabalık bu iki şehzâdenin ne sözünü, ne de endişesini anladı. Mâzisiz adamlar istikbâli göremezler.
“İki şehzadenin yalvarmasına rağmen ihtilâlci yeniçeri ve sipâhiler Dördüncü Sultan Murada karşı küstahlığı son mertebeye çıkardı:
— Bundan sonra bizim sana itimadımız yok!.. bu efendileri sana bırakmayız, bunlara zarar etmeyeceğine bize kefil göster!.. dediler.
“Ağır hakaretti. Böyle bir günde ve böyle bir sahnede bir pâdişâha kefil olmak felâketti, fakat o anda galeyanı yatıştırmak da lâzımdı, Sultan Muradın belki de hayâtı tehlikede idi. Yeniçeri ve sipâhi, genç hükümdarı tahdından kapıp aldığı gibi paralayıp öldürmeseler bile, Sultan Murad pâdişahlığı kaybedecekdi, ve belki de Receb Paşa bunu bekliyordu. Orada bu tehlikeli kefâleti yüklenmek devlete de, pâdişaha da hizmet idi, ancak büyük medenî cesâret sahibi, büyük hamiyet sâhibi adamın yapabileceği işdi, şeyhülislâm Ahizâde Hüseyin Efendi hiç tereddüt etmedi:
— Ben kefilim! dedi.
“Avam koca şeyhülislâmın kefâletini kâfi görmedi, kendilerinden değildi, inanmak için kendilerinden de birinin kefil olması lâzımdı. Bu sefer Receb Paşa:
— Ben de kefilim!.. demeye mecbur oldu, ortalık yatışdı ve şehzâdeler içeri alındı.
“Nâimâ Efendi: “Câhil dostdan âkil düşman yekdir” diyor, şaşmaz hikmettir. Bu oniki mart günü, şehzâde Bayazıd, Süleyman ve Kasım ile Ahizâde Efendinin ileride sebebifelâketleri olacaktır. Receb Paşaya gelince, Sultan Muradın nazarında o “Topal zorbabaşı” dır, cezâsı öbürleri kadar gecikmeden, ilk fırsatda verilecektir. O gün Sultan Muradın ayak dîvanı bu sinirli, gergin hava içinde dağıldı.
“O Cuma günü çarşılar, dükkânlar açılmamış, halk sokağa çıkmamış, camilerde cuma namazı kılınmamıştı. Ve tam üç gün çarşı pazar açılmadı. İstanbulun günlük hayatı meflûç kaldı.
“14 mart pazar günü yeniçerilerle sipâhiler yine ayaklanıp toplandılar: “Defterdar Mustafa Paşa ile Hasan Halifeyi isteriz” diye bağırıştılar. Hasan Halife, sadırâzam Hâfız Paşanın paralandığı gün ağası bulunduğu Yeniçeri Ocağının nâmusuna sığınmışdı ve yeniçeriler de o gün kendisine sâhib çıkmışlar, sipâhilere karşı korumuşlardı. Hasan Halife ocaklının kendisini nâmus belâsı himâye ettiğini biliyordu, onun için ortalık azıcık yatışdığında Ağakapusundan kaçmış, Mehterhânede gizlenmişdi. Firarı muhakkak ki yeniçerileri kızdırmakdan ziyâde memnun etmişdi. Bir ara “Pâdişah defterdar ile yeniçeri ağasını sarayda, Hasbağçede saklamış” rivâyeti çıkdı.
“Mart kapudan baktırır, kazma kürek yaktırır sözünün doğru çıkdığı bir kış, iki gündenberi lapa lapa durmadan kar yağıyordu. İhtilâlciler At Meydanındaki Sultanahmed Camii ile sâhiblerine zorla açdırdıkları civardaki dükkânlara doldular. Bir bölüğü sadırâzam Receb Paşanın sarayına giderek şeyhülislâm ile ulemâyı da saray ve konaklarından zorla kaldırıp Receb Paşanın sarayına götürdüler. Paşa At Meydanına nâzır mîrî bir sarayda oturuyordu, tahmîn ediyoruz ki bu binâ, zamanımızda Ticaret Okulunun bulunduğu yerde idi. Paşa sarayında yeniçeri ve sipâhi kılıçlarının tehdidi altında sözde bir şeriat meclisi kuruldu. Pâdişahın ayak dîvanında olduğu gibi ulemâ efendilerle hayli çekişildi, nihâyet ihtilâlciler, istedikleri kimselerin idâmına bir höccet yazdırıp efendilere imzâlattılar. Receb Paşa yeniçeri ve sipâhinin bu meclisdeki söz sâhiblerine:
— Defterdar Paşa ile Hasan Hâlife sarayda Hasbağçede değildir, yakinen biliyorum, pâdişah da onları aratıyor!.. diye yemin etmişti.
“Musa Melek Çelebinin katli — Devrin müverrihi Hasanbeyzâdenin rivâyetine göre o pazar günü ihtilâlcilerin ağzında pâdişahın pek sevgili gözdesi Musa Melek Çelebinin adı yokdu. O mâsumu, adını yeniçeri ve sipâhi ağzına düşürüb felâkete sürükleyen Receb Paşa oldu. Ulemâ höcceti imzalayıp dağıldıktan sonra sadırâzam pâdişaha gitti, vak’ayı tasarladığı mel’anete göre tahrif ederek anlattı:
— Şevketli pâdişahım, kul Hasan Halîfe ile defterdar Mustafa Paşayı sizin Hasbağçede sakladığınızı zan ediyor, tekrar sarâyi hümâyuna yürüyecekler, nâhoş haller olmak ıhtimâli vardır, Musa Çelebiyi bu kulunuzun sarayına gönderin, ben de yeniçeri ile sipâhiye nasihat edeyim, işte pâdişahımızın sizlerden esirgediği yokdur, bu kadar makbûlu ve mergubu Musa Çelebiyi dahi bana göndermiştir, defterdar ile Hasan Halîfe sarayda olaydı onları da verirdi, siz de Musa Çelebiyi istemekten artık vaz geçin diyeyim, hem saraya yürümelerini önleriz, hem de inşâallah Musa Çelebiyi ellerinden kurtarırız!. dedi.
“O sırada Receb Paşanın kendi havasına uydurduklarından Canbuladoğlu Mustafa Paşa da huzurda idi o da:
— Pâdişahım, Receb Paşa lalanın bu sözü mâkbûldür. Musa Çelebiyi kul onun sarayında görünce Musa Çelebiye zarar ihtimâli yokdur, kaldı ki vezirin sarayından zor ile almak kimin haddidir, ben kefilim!.. dedi.
“İki vezir yeniden ayak divanına çıkmak istemeyen pâdişâhı iknâ ettiler. Sultan Murad:
— Hoş.. Musa size Allah emâneti olsun, eğer bir kılına hatâ gelirse sizden bilirim! dedi ve sevgili gövdesini hüngür hüngür ağlayarak o akşam ortalık iyice karardıktan sonra Receb Paşanın sarayına gönderdi.
“Bu türkünün güftesi Dördüncü Sultan Muradın imiş, ne zaman okunsa ağlarmış:
Yola düşüp giden dilber
Musam eğlendi gelmedi.
Aceb yolda yol mu şaşdı
Musam eğlendi gelmedi.
“Aynı gece, Receb Paşa Yeniçeri kışlalarına ve sipahi hanlarına: “Musa Çelebiyi pâdişah benim sarayıma gönderdi, gelip istesinler, alsınlar!..” diye gizlice haber yolladı.
“Pazartesi sabahı, yine mahşer gününden örnek verdi. Yeniçeri, sipâhi ve şehrin erâzil, eclâf gürûhu Receb Paşa sarayı önünde toplandı:
— Musa Çelebi gelmiş, elbette isteriz.!. diye kapulara dayandılar.
“Musa Çelebi, Paşanın oturduğu odaya gitti:
— Sultanım, benim hakkımda şefaat taahhüd etmişdiniz, bana kıymak revâ mıdır? dedi.
Receb Paşa kayıdsız:
— Oğlum.. ne yapalım, pâdişahımızın vücûdunu muhafaza için senin ve benim gibi bin uşak fedâ olsun!. hemen görelim, belki def’i mümkindir.. diyerek hemen hareme kaçtı.
“— İhtilâlciler kapuyu açtırmış, ve saraya girmişti:
— Musa Çelebi merdiven başına gelsin görelim!.. diye bağırışıyorlardı.
“Musa Çelebiyi merdiven başına çıkardılar. Paşa kendi ağalarına tâlim etmişdi. İçlerinden biri güzel delikanlıya kuvvetli bir omuz vurdu ve merdivenden aşağı yuvarlandı. Sahne, eski Romalıların sirklerdeki vahşî hayvanlara attığı ve diri diri parçalattığı mazlum kurbanların âkibetine benzer. Delikanlının acı feryâdı, dehşeti târif edilmez paralayıcı kaba sesler arasında boğuldu. Yeniçeri ve sipâhiler hançer üşürdüler.
“Receb Paşa, aşağılık fâcia aktörü, kulağı kirişde, gulguleyi işidince, haremden ayaklarında sâde mest ile fırlayarak ve aksaya aksaya koşarak, merdiven başına geldi:
— Bre el çekin!.. O Çelebi benim kefâletim ile gelmişdir.. Bre bu ne olmaz işdir!.. diye yalandan bir iki bağırdı: “lâkin Musa Çelebinin işi bitmişdi, vücûdu hançer zahminden sûrah sûrah olmuşdu”. Paşanın tâlimli adamları:
— Çünki hal böyle oldu, bâri ölüsünü dışarı bırakalım da cemiyet dağılsın!.. dediler..
“Musa Çelebi, henüz ruh teslim etmemişdi. Vücudunu delik deşik edenler de Paşayı merdiven başında görünce kaçmış, saraydan çıkmışlardı. Ağır yaralı delikanlıyı, bir çul çaput çuvalıymış gibi sarayın duvarı üstünden savurub, dışarı, meydan tarafına attılar, orada üzerine bir kere daha hançer üşürüldü. Çırıl, çıplak soyduktan sonra kanlı cesedini At Meydanında bir çınarın altına bırakdılar. Durmadan yağan kar, mâsum gencin kefeni oldu.
“Sultan Murad Musa Melek Çelebinin katledildiğini öğrendiği zaman, yüreğinin tâ derinlerinden bir ah çekerek:
— Ya Rab!.. bu mazluma kıyan zâlimlerin haklarından gelmeğe sen bana kudret ver!.. diyerek ağladı. (B.: Mûsa Melek Çelebi).
“Pâdişâhın fedakâr bendelerinden bir kaç kişi, ya Yeniçeri, yahud sipâhi kıyâfetinde ve muhakkak ki, gece yarısından sonra olacakdır, Musa Çelebinin nâşini atıldığı yerden kaldırıp, kaçırdılar ve Eyyüb Sultana götürüp defnettiler. O asrın adamı Evliyâ Çelebi, Sultan Muradın bu sevgili gözdesine baş ve ayak şâhideleri ve sandukası kabartma güllerle müzeyyen pek mükellef bir kabir yapdırttığını yazıyor, ve kabrinin cadde üzerinde olduğunu söylüyor; caddenin adı belli değil, Eyyubun hemen her tarafında uzun zaman aradık, bulamadık.
“Hasan Halîfe ile Defterdar Mustafa Paşanın katli — Ya, o 14 Mrat Pazar günü, ve ya 15 Mart Pazartesi günü, Musa Çelebinin şehid edildiği gün, ihtilâlciler evvelâ Yeniçeri Ağası Hasan Halifeyi, ve sonra, Defterdar Mustafa Paşayı da buldular.
“İstanbul’da köşe be köşe aranıyorlardı. Hasan Halîfe, Ağakapusundan kaçıp saklandığı Mehterhânede yakalandı, bir ata bindirilip At Meydanına getirildi. Etrafını deryâ gibi yeniçeri ve sipâhi sarmış, gazablı naralar dalga dalga yükselir çarpar, biçâre genç adam, Naimâ burada civan kelimesini kullanıyor, ölüm korkusu ile vahşetle bakınarak:
— Bana kıymayın... Vallahi, devlet işleri için pâdişah huzurunda söz söylemiş değilim, beni azad edin, başımı alup başka diyara gideyim, beni nâ hak hak yere katletmeden size ne hâsıl olur!.. diye yalvarıyordu..
“— Etrafındaki binlerce yeniçeri ve sipâhi, hepsinin yüzünde, kin ve hased vardı; hepsinin yüreği taş gibiydi. Ağızlardan çıkan yalnız küfür ve hakaret idi. En yu muşak konuşanı:
— Bre sefih oğlan”... mülûkâne saray ve pâdişâhâne yalılar yapup, arzı ihtişâmı bilirsin!.. Bre o kadar devlet senin gibi oğlana neden lâyıkdır?.. diyordu.
“Bir ara, bir adam Hasan Halifenin başına doğru bir sopa indirdi, bu sopayı o anda hançer ve kılıçlar tâkib etti, atından düşürdükleri ağayı lâhzada öldürdüler ve lâhzada anadoğması soyarak ayak bileklerine ip geçirdiler, At Meydanına sürüyerek götürdüler, meydandaki çınarlardan birinin bir dalına ayaklarından baş aşağı astılar.
“Öldürüldüğü zaman Yeniçeri ağalığı üzerinde bulunuyordu, yahud ki azledilmiş, fakat yerine bir başkası tâyin edilmemişdi. O gün Sultan Murad tarafından ocakdan yetişme Köse Mehmed Ağa, Yeniçeri ağası tâyin edildi.
“Defterdar Mustafa Paşa da, ya aynı gün, ya bir gün sonra Vefâda bir evde bulundu. Evvelâ At Meydanına, oradan Sadırazam Receb Paşanın Sarayına götürüldü. Sadırazam Paşa hemen atlayıp sarâyı hümâyuna gitti. Sultan Muraddan Mustafa Paşanın idam fermanını aldı, döndü, Mustafa Paşayı elleri arkasına bağlı siyâset meydanına çıkardılar ve çökertip boynunu vurdular. Başsız cesed ihtilâlcilere verildi, artık bir kaaide olmuşdur, hemen çırıl çıplak soyuldu, ayaklarına ip takıldı, ve Hasan Halifenin sallandığı ağacın başka bir dalına baş aşağı asıldı. Kesik başı ne oldu?.. bir kayde rastlamadık.
“Bu iki çıplak cesed, soğukdan kas katı olmuş, bir kaç gün karlı buzlu rüzgârla lâpâ lâpâ savrulan kar arasında, garip garib, vahşetle sallanıp durdu. Aşağıdaki kıt’a adı meçhul bir halk şâirinindir:
Biri başsız idi birisi başlı
Biri taze civan birisi yaşlı
Defterdar Paşanın aslı Ayaşlı
Hasan Ağa şehrî civan dört kaşlı.
“Bu uzun ihtilâlde ayak takımı gılzetinin ne hal aldığını gösteren acı ve müthiş misallerdir:
Yeniçerilerle kapukulu sipahisinin peşine takılıp ihtilâle katılan cebeciler toplandılar:
— Bre canım, biz adam değil miyiz.. dediler, yeniçeri ile sipahi sadırazamı, yeniçeri ağasını ve padişahın şöyle makbul bir nedîmini paraladılar, biz dahi zabitlerimizin hakkından gelip şânımızı isbat etsek gerektir!..
“Hemen cebeciler ocağından şöhret sahibi bir çorbacı ağanın evine hücum ettiler. Çorbacıyı paralayıp öldürdüler, evini yağma ettiler, ve yeniçeirlerle sipahilere uyarak paraladıkları o garip adamı çırılçıplak soydular, ayaklarına ip takıp mâhut çınara asmak üzere At Meydanına getirdiler, fakat sipahiler mâni oldu:
— Yok!. dediler, cebeciler çorbacısı bir adam mıdır ki, böyle kibarlarla beraber aynı ağaca asılsın!..
“Bu kanlı vakalardan sonra İstanbul bir müddet yeniçeri ve sipahi zorbalarının elinde kaldı. Tabanı yarık, yeni yakası bitli, ırzını nâmusunu bir lüle tütüne değişir ve tüyünü düzmek için de ihtilâl günlerinde saray ve konak yağmalarını fırsat bilir kaldırım uşakları eclâf da birer sokak ağası oldular; her türlü şenaat, fuhuş, rezalet göz göre işlenir oldu, pervasızca sokağa döküldü.
“Manzara ihtilâlci zorbaları da düşündürmeğe başlamıştı. Sipâhilerin söz sahiplerinden Saka Mehmed, Cin Ali, Salih Efendi, Çalık Derviş, Mahmudağaoğlu, Yemişçi Mustafa ve daha gayrileri toplanıp konuştular ve şu ağız birliğine vardılar:
“Hazmedilmez ve asla af edilmez işler yaptık. Bu mertebe isyandan ve âlemi şu hâle düşürdükten sonra bu pâdişah eline fırsat düşünce bizi sağ bırakmaz, nereye kaçsak, nerede gizlensek bize kurtuluş yoktur. Bizim için tek halâs yolu Sultan Muradı tahttan indirip kardeşlerinden birini padişah yapmaktır. Yeni padişahın yanında birer mevki sahibi oluruz, âleme yeni bir nizam veririz, padişahı kendimizden hoşnud kılarız...” dediler.
“İçlerinde büyük nüfuz sahibi olanlardan biri Rum Mehmed Ağa idi, ortaya atılan bu yeni ve büyük, ve belki de yeniden pek çok kanların dökülmesine sebep olacak fitneye şiddetle itiraz etti:
— Pâdişahımızı aldatanlardan istediğimiz gibi intikam aldık, fitneyi daha ileri götürür isek, âlem zâten ayak üstünde, eliyazibillâh devlet güneşini söndürürüz, devleti âliosman munkariz olur!. dedi. Fakat söz geçiremedi. Zira sipahi zorbaları bu madde için de Receb Paşa tarafından gereği gibi ifsad edilmişlerdi.
“Tahttan padişah indirme, Osmanlı tarihindeki ihtilâllerde daima en büyük iş ola gelmiştir, sipahilerin kendi başlarına başarabilecekleri şey değildi yeniçeriler ile mutlak şekilde ittifak etmeleri lâzımdı. Onun içindir ki, kendi aralarında kesin kararı verdikten sonra sipahi zorbaları yeniçeri ocağına baş vurdular.
Saraydan çıkma Hasan Halifenin yerine yeniçeri ağası olan Köse Mehmed Ağa (B.: Mehmed Ağa, Köse) ocaktan yetişmiş, çekirdekten yeniçeri idi; Sultan Murada sadakatle bağlı kaldı; Yeniçeri neferlerini de, ocakta kademe kademe yükseldikce hoşnud tutagelmiş, neferin gönlüne girmişti. Ocaklı; “Bu bir büyük meseledir, ağamız nerede ise biz oradayız..” dedi. Köse Mehmed Ağa da, sipahi zorbalarını asla ürkütmeden padişah değiştirmenin vehametini anlattı, yeniçeri ocağı sipahilerin cülûs teklifini şiddetle reddetti.
“Köse Mehmed Ağa günde bir kaç sefer gizlice saraya gidip padişah ile buluşmakta ve dışarıda olup bitenleri tezi tezine Sultan Murada arz etmekte idi. Güçlükle önlediği bu yeni fitneyi de anlatırken:
— Pâdişahım, bu maddenin de başı Receb Paşadır, Musa Çelebiyi de Canbuladoğlu ile söz birliği edip senden alan ve o mazlumu yeniçerilerin haşeratı ile sipahilere paralatan odur.. dedi, ve sipahi zorbalarından Rum Mehmed Ağanın da cülûs meselesine muhalefet ettiğini söyledi.
“Sultan Murad Rum Mehmede gizlice şâhâne insanlarda bulundu, yeniçerilerin ve Rum Mehmedin muhalefeti Receb Paşanın hazırladığı yeni fitneyi alevlenmeden bastırdı (B.: Mehmed, Rum).
“Sinirli hava biraz yatıştı, padişahımız olup biten maddelerde cümle suçları bağışlamıştır.” sözü çıktı, ve işte bu sâkinleşen hava içindedir ki, mübarek ramazan ayı girdi.
“Nakletmekte olduğumuz vakalar hicrî takvimde 1041 yılının receb ve şaban aylarında geçmiştir. O yılın Ramazanı da martın yirmi ikinci günü girmişti.
“İhtilâl içinde hicrî 1041 (M. 1632) Ramazan Rezaletleri — Naimâ Efendi şöylece anlatıyor:
“Ramazâni şerif geldi. Sipahi kıyafetine girmiş halk eşkiyası, şeytan kılıklı hayta ve hezele güruhu takım takım, hepsi pür silâh, semt semt kurdukları meclislerde ıyşü işret sofraları donattılar, ve fisku şenaatlerine devam ettiler. Kimi güzel güzel yüzlü ve kimi de acaip dev misali koca koca heykeller, kuklalar yaptılar, sokaklara kandillerle yer mahyaları kurdular, arkalarında bir sürü baldırı çıplak, davul zurna ile Allah Allah sayhaları gök yüzünü tutarak, ve geceleri de ellerinde meşalelerle İstanbul sokaklarını dolaşmaya başladılar, ve İstanbul halkından zorla kukla ve mahya seyri ve eğlencesi parası topladılar. Vüzerâ, ulemâ, kibar ve zenginlerin kapularına bu şehir çetelerinden biri gelir dayanır, bahşişini alıp giderken köşe başından bir yeni güruh çıkar gelirdi. Kuklalarını, çengilerini köçeklerini oynatır, çuha, kumaş, nakiş kumaş ve akçe, her kapunun şânına lâyık ihsanını alırdı.”
“Büyük müverrih hicrî 1041 Ramazanının rezaletlerini tasvire şöyle devam ediyor: “Yeniçeri ve sipahinin erazili ve baldırı çıplak şehirliden davullu zurnalı ve kuklalı köçekli soyguncular bir kapuya vardıklarında yüz kuruş verilse:
— Bu falanın kapusudur, buraya bin kuruş bahâ biçdik!.
— Yok!. bura filân devletlinin menzilidir, temâşâ parası ikibindir!. derlerdi.
“Yine Hasanbeyzâde ile Naîmâ’dan öğreniyoruz istedikleri bahşiş verilmiyecek, veya bahşişin çıkması azıcık gecikecek olsa ellerindeki meşaleleri o devrin o muhteşem ahşap saray ve konaklarının geniş saçaklarına ve şahnişinlerine doğru kaldırarak:
— Şu kadar yüz kuruş ve şu kadar çuha ve kumaş tiz getirin yoksa konağı yakıyoruz!.. diye saçakları meşalelerle tutuştururlardı, çâresiz menzil sahibi haytaların ayaklarına düşer yalvarır, tutuşturulan saçağı söndürtür ve istediklerini de verirdi.
“Bayram rezâletleri — Ramazan sona erinceye kadar bu davullu zurnalı, köçekli çengili, kuklalı, meşaleli gece çapulları devam etti. Yalnız büyük konaklar, saray yavruları ve saraylar değil, nâmus erbabından orta halli kimselerin kapuları da çalındı, herkesin evinde hediyelik hazır eşya bulunmaz, o şehir eşkiyasına tâze gelinlerin veya gelinlik kızların sandıklardaki çeyiz eşyaları verildi.
“Bayram oldu, üç gün de sokaklara, meydanlara salıncaklar kurdular, devlet erkânını İstanbul âyan, eşraf ve kibarını, düğüne dâvet eder gibi kınalı mumlarla salıncaklara dâvet ettiler, salıncaklara gelenler de çuha ve kumaş ve boğca boğca çamaşır ve esvap bayram hediyeleri ile geldiler, her salıncakta bir dükkân dolduracak mal toplandı. Ve fareza bir vezire yüz mumdan fazla geldi, her mumum üzerine: “Bu falan salıncağın mumudur” diye bir de kâğıt vardı. Mum alanlar salıncaklara verecekleri hediyelerin defterini yaptırdılar, arabalara yüklenen hediye denkleri salıncakları birer birer dolaşarak bu defterlere göre dağıtıldı. Tam rezalettir.
Bayramdaki küstahlıklarını padişahın anası Kösem Sultan ile bizzat padişahı dahi kınalı mumla salıncağa çağıracak kadar ileri götürdüler; kendileri gelmediler ama, hediyeler geldi.
“Bu 1041 Ramazanında ve Ramazan bayramında olanları anlatırken Naîmâ Efendi: “Nice erâzil ve bî edeb câhiller ramazan günleri alenen oruç bozdular, sokaklarda, kahvehanelerde tütün içtiler, alenen şenâati kabiha, fuhuş irtikâp ettiler, kimse men’ine kaadir olmazdı. Aşikâre meclis kurup çalgı ile köçek oğlan ve çengi avret oynattılar, içki içtiler, sokaklarda avrete ve tâze oğlana taarruz etmek gibi nice mel’anetleri oldu ki, anlatılması bile müstehcendir” diyor.
“Yine onun anlattıklarıdır: “Yalın ayaklarına bir papuç almağa kudreti olmayanlar katar sahibi ağa oldu, bayramdan sonra da hepsi mekânına menziline çekildi, ortada ancak zorbabaşıları kaldı.”
“Fitne kundakcısı Receb Paşanın îdamı — Asıl ortada kalan fitne kundakçısı sadırâzam Receb Paşa idi.
“Yeniçeri Ağası Köse Mehmed Ağanın sadâkati ve sadâkat yolunda cesâretle himmet ve gayreti sâyesinde yeniçerileri kendi tarafına çevirmeğe muvaffak olan Sultan Murad, artık ne Receb Paşadan, ne de sipahi zorbalarından korkacaktı. Bayramın ayı çıkmadan, 28 şevval 1041 ve 18 mayıs 1632 salı günü ki bir divan günüdür, paşa erkenden saraya geldi. Gelir gelmez dîvan toplanmadan padişah tarafından huzura çağırıldı, kuvvetle tahmin ediyoruz ki, vak’a Arz Odasında geçmiştir. Aksak adımları ile huzura çıkan Receb Paşa osmanlı protokolu icabı taht eşiği, saçağı öpecekti, buna resmî istilaahında “ayak öpme” denilir; fakat yine o protokol icabı sadırazamlar huzura divan dağıldıktan sonra girerlerdi; vakitsiz erken dâvet kendisini şaşırttığı için bir tereddüt ânı geçirmişti. Sultan Murad kaşları çatık:
— Beri gel Topal Zorbabaşı!. dedi.
“Bu hitab Receb Paşanın “canını başına sıçrattı”, alçak adamlar cebîn olurlar, kendilerinde aciz ve karşısındakinde kuvvet his edince hemen zelîl olurlar:
— Hâşâ padişahım!.. Vallah billah padişahımın rizasından dışarı zerre kadar hareketim yoktur!. diyerek türlü türlü yeminler etti.
“Receb Paşanın ayak dîvânı günündeki tehdidini unutmamış olan Sultan Murad:
— Bre kâfir abdest al!. dedi.
“Kendi tezvir ve fesadı ile ayaklanıp kükremiş olan Yeniçerilerle kapukulu sipahileri bir takım mâsumların başını isterken âdetâ alay ederek “Uşak efendisine fedâ ola gelmiştir!.” diyen Topal Receb Paşanın dili tutuldu, sızılı bacakları da gövdesini çekemiyerek olduğu yere çöktü. Ölüm karşısında abdest almak muhakkak ki, metânet ve celâdet sahiplerinin işidir. Padişah onun bu zelîl çöküşünü seyre tahammül edemedi:
— Tîz şu hâinin başını kesin! dedi.
“Hazırda cellâd yoktu. Zülüflü baltacılardan iki zeberdest tuvana kemend atarak boğdular.
“Dalga dalga uzun bir ihtilâlin sağladığı sadırazamlığı ancak üç ay sürmüştü. Bu üç ay içinde saraya her gelişinde kapukulu sipahîsi zorbalarının namlılarından bir kaçını da yüzlerce adamları ile peşine takar, Bâbıhümayuna kadar bu avâmî kuvvet gösterisi ile gelirdi; o gün de öyle gelmişti, sipahiler Bâbıhümayun önünde paşalarını bekliyordu: “kemendin izi boynuna kara yılan gibi sarılmış”, Receb Paşanın cesedini bir hasıra koydular, ve hasırla sürüyerek Bâbıhümâyundan dışarı bıraktılar. Sadırazamın boğuk cesedini gören paşalılarla sipahileri bir dehşet aldı az evvel kabadayı nümayişi ile el kol sallayıp pala bıyık buran adamlar bir anda çil yavrusu gibi dağıldı.
“Receb Paşanın boynundan alınan mührü hümayun “Tabanıyassı” lâkabı ile meşhur Arnavud Mehmed Paşaya verildi, padişahın yeni sadırazamına ilk hitabı da:
— Göreyim seni, zorbaların hakkından gelesin!.. demek oldu.
“Sinanpaşa köşkü yemini ve büyük fitnenin sonu — Biri ağa, biri paşa iki adaş, Köse Mehmed yeniçerileri zabtu rabt altına alınca Düztaban Mehmed de zorba kapukulu sipahilerinin hakkından gelmeye muvaffak oldu.
“Receb Paşanın idamından sonra sarayda deniz kenarında kale bedeni üstünde Sinanpaşa köşkü önünde, fakat bu sefer padişahın isteği ile büyük bir ayak divanı toplandı. Şeyhülislâmın ve yüksek mevki ve pâyeli ulemanın, sadırazam ve bütün vezirlerin, devlet erkânının, İstanbul âyan ve eşrafının, ve yeniçeri ağası ile yeniçeri ocağının bütün katar ağaları ile çorbacı ve odabaşılarının, sipahi bölük ağalarının iştirâk ettiği bu dîvanda, padişahın oturduğu taht, köşkün bahçeye açılan kapusu önüne konmuştu. İlk sözü padişah aldı; âlemin keşmekeşinden devletin gördüğü zararları anlatarak uzunca bir konuşma yaptı ve nihayet:
— Yeniçeri ve sipahi kullarım aralarından bir kaç ihtiyar kimseleri seçip göndersinler, dilekleri ne ise bu dîvanda söylesinler, ve burada verilecek karar ne ise, ona razı olsunlar, âleme bir nizam verelim artık!. dedi.
“Yeniçeri ve sipahi neferlerinin temsilcileri de geldi. Köşkün altındaki sahil boyu da sipahi ve yeniçeri ile, adım atılamayacak şekilde doldu.
“Bu ayak divanında Sultan Murad önce yeniçerilere hitap etti:
— Bu devlette asker, ulu ecdadıma itaat ede gelmişken siz o yoldan çıktınız, âsi oldunuz, bunca vak’alar oldu.. Devlet binası sarsılıyor!.. Düşmanlara fırsat düşüyor!.. Bunun sonunun dünyada husran ve âhirette de gazabı Rahmen olduğunu bilin!. dedi.
“Yeniçeriler padişahı alkışladı, ve yeniçeri ağası Köse Mehmed Ağa ocak adına:
— Devletli Pâdişahım, sen bizim pâdişahımızsın, bizim sana bir veçhile muhalefetimiz yoktur, dostuna dost, düşmanına düşmanız.. dedi.
Sultan Murad:
— Aranızda fitne ve fesad koparmış bedbahtlar vardır, sizi iki cihanda bednâm eden onlardır, sözünüzün doğruluğuna inanmam için o makuule müfsidleri himâyeden elçekip bana teslim edin, onları katlile ortadan nifak ve fesâdı kaldıralım! deyince yeniçeri ağası ve bütün ocaklı bir ağızdan:
— Biz şevketli pâdişahımıza itaat üzereyiz, maazallah o eşkiyayı himâye etmeyiz, pâdişahımıza kulluğa gerekmeyen ocağımıza da gerekmez!. diye bağırıştılar.
“Sultan Murad “Vallah mı, Billâh mı” diye yeniçerilere, ortaya konulan bir mushafa el bastırarak bizzat teker teker yemin ettirdi, ve bu yemini dîvandaki ulemâya resmen ve şer’an tescil ettirdi.
“İşte Sinanpaşa Köşkü ayak dîvanındaki bu yeniçeri yeminidir ki, Sultan Murada ayaklanmaların ön saflarında bulunmuş yeniçerilerle kapukulu sipahisi zorbalarının âmansız tedîbine imkân verdi. O dalga dalga ihtilâle ön safda karışmış olanlardan tek kişi sağ bırakılmadı. Dokuz yıldan beri devam edegelen Büyük Fitne devrini Dördüncü Sultan Muradın amansız kanlı istibdâdı kapadı” (B.: Murad IV).
Gündüz hamamdan peştemalla çıplak kadın çıkardılar.
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Padişah abdest alıp ayak divânına öyle çıkdı.
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Musa Melek Çelebi.
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Biri başsız iki çıplak cesed sallanıyordu.
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Ramazan geceleri rezâletleri
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Bayramda salıncak rezâleti.
(Resim : Sabiha Bozcalı)
Theme
Event
Contributor
Sabiha Bozcalı
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM060472
Theme
Event
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
Sabiha Bozcalı
Description
Volume 6, pages 3265-3280
Note
Image: volume 6, pages 3265, 3269, 3273, 3275, 3277, 3278
See Also Note
B.: Bebek; Hasan Halife; B.: Osman II; B.: Ayak Dîvânı; B.: Mûsa Melek Çelebi; B.: Mehmed Ağa, Köse; B.: Mehmed, Rum; B.: Murad IV
Theme
Event
Contributor
Sabiha Bozcalı
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.