Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
BUTAK (Mehmed Behzad Hâkî)
Büyük aktör, sahnede ellinci yılını pek şanlı şerefli idrâk etmiş bir sanatkâr ki çağdaş Türk tiyatrosunu temsil eden sîmâlardan biri; hudûdu çok geniş bilgisi ve kültürü ile hakîki aydın adam; husûsî hayatında en hurda teferruâta varınca, meselâ o güzelim gecelik entârisini pijamaya tercih edişi gibi, katıksız muhâfazakâr İstanbullu; evi Eski Bedestenden bir köşe, kendisi, koleksiyonlarına topladığı eşyanın nâdîdesi, en güzeli; aşağıdaki hal tercümesini Darülbedâyi (Şehir Tiyatrosu) tarafından 1933 de “Behzad Hâki’nin san’at hayatında yirmi beş yıllık jübilesi” adlı risâleden alıyoruz:
“Mehmed Behzad, 16 teşrinievvel (Ekim) 1891 de Bursa’da Maksem mahallesinde doğmuştur. Babası eski gazetecilerden Halil Hâkî Bey orada sürgün idi.
“Daha altı yaşında iken her şeyi anlayış kabiliyeti fazla olan bu mütecessis çocuk, babasiyle bir akşam Mihaliç’e gelmiş “Gavril” tiyatro ve cambaz kumpanyasının marifetlerini seyre gitmişti. Behzat altı yıllık kısacık hayatında daha ilk defa böyle bir şey görüyordu. Perde açılıp cambazların tel üstünde gezmeğe, perende atmağa, nihayet bir pehlivanın karnı üstünde koca bir taşı kırmağa başladığını görünce hayreti artmış, babası da taş kırılırken baygınlıklar geçirmişti. Nihayet sahneye çıkan komiğin tuhaflık olsun diye çakşırında sakladığı bir odunla k...
⇓ Devamını okuyunuz...
Büyük aktör, sahnede ellinci yılını pek şanlı şerefli idrâk etmiş bir sanatkâr ki çağdaş Türk tiyatrosunu temsil eden sîmâlardan biri; hudûdu çok geniş bilgisi ve kültürü ile hakîki aydın adam; husûsî hayatında en hurda teferruâta varınca, meselâ o güzelim gecelik entârisini pijamaya tercih edişi gibi, katıksız muhâfazakâr İstanbullu; evi Eski Bedestenden bir köşe, kendisi, koleksiyonlarına topladığı eşyanın nâdîdesi, en güzeli; aşağıdaki hal tercümesini Darülbedâyi (Şehir Tiyatrosu) tarafından 1933 de “Behzad Hâki’nin san’at hayatında yirmi beş yıllık jübilesi” adlı risâleden alıyoruz:
“Mehmed Behzad, 16 teşrinievvel (Ekim) 1891 de Bursa’da Maksem mahallesinde doğmuştur. Babası eski gazetecilerden Halil Hâkî Bey orada sürgün idi.
“Daha altı yaşında iken her şeyi anlayış kabiliyeti fazla olan bu mütecessis çocuk, babasiyle bir akşam Mihaliç’e gelmiş “Gavril” tiyatro ve cambaz kumpanyasının marifetlerini seyre gitmişti. Behzat altı yıllık kısacık hayatında daha ilk defa böyle bir şey görüyordu. Perde açılıp cambazların tel üstünde gezmeğe, perende atmağa, nihayet bir pehlivanın karnı üstünde koca bir taşı kırmağa başladığını görünce hayreti artmış, babası da taş kırılırken baygınlıklar geçirmişti. Nihayet sahneye çıkan komiğin tuhaflık olsun diye çakşırında sakladığı bir odunla kadınlara çirkin bir tarzda saldırdığını gören eşrafı belde ve kaymakam utanmışlar, hiddetlenmişler, bunun üzerine de çoluk çocuğu tiyatrodan uzaklaştırmışlar; bu meyanda Behzat da var; fakat o oyundan çıkarıldığına müteessir olmamış: çünkü aklı fikri adam karnı üstünde kırılan taşa takılmıştı. Ertesi günü sırf bu merakını tatmin için tiyatro kumpanyasının oturduğu hana gitmiş, Gavrille uzun uzadıya görüşmüş, ahbaplık peyda etmişti. Lâkin garibi şu ki Gavril de karşısındakinin boyuna, bosuna bakmadan oturmuş dert yanmış, hattâ geceki müstehcen oyun dolayısiyle onları icrâyı san’atten meneden kaymakama ricada bulunmak üzere Behzada yalvarmış, bu küçük çocuktan medet ummuştu.
“1906 da babasının ölümünden sonra İstanbulda Mercan İdadisine devama başlamıştı. Artık enikunu büyümüş, ruhunda kaynaşan san’at tahassüslerine kendini kapıp koyvermişti. Mektebe, istibdadın şiddetle menettiği Namık Kemal’in iyatrolarını gizli gizli getirip arkadaşlarına okuyordu. Fakat hafiye zannedilen müdür bir gün Behzadı elinde “Zavallı Çocuk” varken yakalamış, hiçbir tekdirde bulunmadan sadece kitabı almış, akşam üstü de ona gizlice iâde etmişti. Bu müdürden sonra gelen müdürün zamanında da mektebe yine serbestçe kitap taşımıştı. Halbuki gerek Edebiyatı Cedide ve gerekse Meşrutiyet ricali arasında fazla şöhret kazanmış olan bir zât (Hüseyin Câhid Yalçın olacak) müdür olarak gelince, günün birinde Behzadı elinde Ebüzziya Matbaasında basılmış bir eser olduğu halde yakalamış ve hiç dinlemeden mektepten kapı dışarı etmişti. Bu hâdise henüz çocukluğunu bitirip gençliğini yaşamağa başlamış olan Behzada, insanların iç yüzünü öğretmiştir.
“Mercan İdadisinden kovulan Behzad, Ticaret Mektebine ayni zamanda pek sevdiği resme çalışabilmek için ressam Muazzez Beyin yanına devama başlamıştı. Lâkin çok geçmeden Ticaret Mektebini de sermiş, hem tiyatrocu, hem ressam olan Muazzez Beyin ılık san’at yuvası onu daha çok cezbetmişti. Bir yaz günü Yakacıkta oğlunu sünnet ettiren Muazzez Bey, o meserretli günün şerefine bizzat kendisinin de iştirak ettiği bir ortaoyunu oynamıştı. Bu oyunda; İbnürrefik Ahmet Nuri Bey “Pişekâr”, Muazzez Bey “Kavuklu”, Rıza Tevfik Bey “Arnavut ve Muhacir”, Reji Nazırı olan Baha Bey “Acem”, Tahran Sefareti İkinci Kâtibi Beylerbeyli Fuat Bey “Zenne”, Kadıköylü Refik Bey “Anadolulu”, maliye ketebesinden merhum Salâhaddin Bey “Posat” çı, sonradan Maliye Nazırı olan Ferit Bey “kocakarı”, Rüsumat Tercüme Kalemi Müdürü Nimet Bey “Zenne”, Behzat da “kavuklu arkası” rolüne çıkmıştı. Bu ortaoyunu takımında maatteessüf Musahipzade Celâl Bey bulunamamıştı.
“Rol oynamayı, halktn önüne çıkmayı ortaoyununda tecrübe eden Behzat daha ertesi günü ilân edilen Meşrutiyetin cuşuhuruşu arasında sahneye hakikî ve sağlam adımını atmıştır. “1908” Behzadın san’at hayatına besmele çektiği tarihtir.
“Behzad vakıâ edip, zarif zevâtın oynadığı bir ortaoyunu ile istidadını tecrübe etti, fakat hiçbir zaman yirmi beş senelik sahne hayatında ilk tecrübesini tekrar etmedi, etmek istemedi. Şu da muhakkak ki Behzad, hiçbir vakit san’atında avamfiripliğe, iptidailiğe iltifat etmemiştir.
“Meşrutiyetin ilâniyle sahneye adım atmış olan Behzat, bir taraftan Sanayii Nefise Mektebine de devam ediyor, diğer taraftan da ressam Muazzez Beyin başında bulunduğu “Sahnei Heves” tiyatro trupunda rol alıyordu. Bu amatörlerden mürekkep heyet, Şehzadebaşında Millî Sinemasının olduğu yerde işe başlamıştı. Değerli türk gençlerinden müteşekkil bu heveskâr heyetin içinde komik Naşid Bey de bulunuyordu. İlk temsil ettikleri eser “Beyimin Tiyatroya Merakı” unvanlı bir komedidir. Fakat “Sahnei Heves” trupu henüz faaliyete başlarken tiyatro binasının tâmiri elzem görüldü. Bunun üzerine Beykozda muharrir Ahmed Midhat Efendinin himayesinde “Beykoz İttihad ve Taavün Cemiyeti” namına “Beyimin Tiyatroya Merâkî” komedisini oynadı. Lâkin garibi şu ki komedinin mevzuunu teşkil eden eser provası, aktörlerin şaşırması ve saire gibi tiyatronun iç yüzünü karikatürize eden sahneler, seyirciler üzerinde aksi bir tesir bırakmış, perde kapanır kapanmaz Ahmed Midhat Efendi merhum sahneye koşmuş, ressam Muazzez Beye sakalı titreyerek, hiddetli hiddetli:
— A oğlum, beni rezil ettiniz! İnsaf yok mu sizde! Oyunu prova etmeden, ezberlemeden hiç halk önüne çıkılır mı? Beni mahvettiniz!.. demiş.
“Vaziyeti ve komedinin anlaşılamadığını kavrıyan gençler, Midhat Efendiye izahat vermişler, iknâ etmişler, Midhat Efendi de perde önüne çıkarak bu yolda halka bir konferans vermış, işin iç yüzünü anlatmış. Halk da bu izahattan sonra komediye gülmüş.
“Sahnei Heves” faaliyetine nihayet vermişti. Behzad, Sanayii Nefiseye devam ediyordu. Bir gün, hep erkek modeli karşısında çalışmaktan bıkan talebeler, Müdür Hamdi Beyden kadın modeli istemiş, mumaileyh de menfi cevap vermişti. Bunun üzerine ressam Ruhi merhum, Çallı İbrahim, Hikmet Beylerle Behzaddan teşekkül eden bir murahhas heyeti Maarif Nazırı Abdürrahman Şeref Bey merhumun huzuruna çıkmıştı. Bu ateşli gençler uzun uzadıya dert yanmışlar, şikâyette bulunmuşlardı... Nazır da kemâli sükûnetle onları dinlemiş, nihayet ayağa kalkmış, hademesine seslenerek kaloşlarını getirtmişti; genç ressamlar Nazırın bu halini görünce fevkalâde memnuniyet izhar etmişler, çünkü Abdürrahman Şeref Beyin cezrî hareket edeceği zannına düşmüşlerdi. Halbuki Nazır kaloşlarını giyip oda kapısından çıkarken;
— Hamdi Bey nasıl isterse öyle yapar! demiş ve gitmişti.
Bu küçük hâdise iki meslek güden Behzada taassup ve dar zihniyetin bizde kadını uzun müddet için sanayii nefiseden uzak yaşatacağını bir kere daha öğretmişti.
“Behzad, Sanayii Nefise Mektebi talebesi iken birkaç heveskâr arkadaşiyle “Sanayii Nefise Tiyatro Heyeti”ni teşkil etti. Şehzadebaşında Letâfet apartımanı karşısındaki “Osmanağa” Tiyatrosunda “Ancelo Mari Piyer” isimli tercüme bir piyes oynadılar. Hasılat yapamadılar, sahneyi tefriş için Bahzad’ın evden getirmiş olduğu halılar ve sair eşya tiyatroda rehin kaldı. Heyet te dağıldı. 31 Mart hâdisesi bu ara patlak verdi. Hâdise henüz sükûn bulmuştu. Hamdi Bey merhum Sanayii Nefise Mektebinin arkasında oturmuş olan talebelere yaklaştı, dedi ki: Gördünüz mü? İstediğiniz kadın modeli bu mektebe sokmuş olaydım, 31 Mart vak’asında bu mektep taş yığınına dönerdi. Siz de şimdi oturacak yer bulamazdınız!..
“İşte bu ara Hariciye Nezaretinin delâletiyle Behzad’ın da bulunduğu dört kişilik bir talebe grupu, İtalya’ya elektrik mühendisliği tahsili için gönderildi. Roma Sefiri Hakkı Paşa vasıtasiyle “Toskana” elektrik fabrikalarına yerleştirileceklerdi. Fakat İtalya’da amelenin yaptığı numumî bir grev hasebile buna imkân hâsıl olamadı. Behzad, iki ay kadar Roma’da ve Napoli’de tiyatroları gezdi, nihayet İstanbul’a döndü ve Bahriye Yüzbaşısı Âtıf, Doktor Celâl Tahsin, Şehab Rıza, Doktor İsmail ve Cevad Beylerin teşkil etmiş oldukları “Mürebbii Hissiyat” tiyatro kumpanyasına dahil oldu. Bu heyet; “Osman Gazi”, “31 Mart”, “Âkif Bey”, “Zavallı Çocuk”, “Orhan Gazi”, “Osmanlıların İstiklâli” gibi eserleri temsil etti. Fakat 31 Mart hâdisesi memleketin şirâzesini bozmuş olduğu için, tiyatro rağbet göremiyor ve tabiatiyle teşekkül eden heyetler dağılıyordu. İşte bu meyanda Mürebbii Hissiyat ta kapılarını kapamak ıztırarında kaldı. Bir müddet sonra “Darüttemsili Osmanî” ismi altında yeni bir teşekkül oldu. Bu grup, şimdiki belediye hesap müdürü Kemal Beyin maddî muavenetile Sedayi Millet Başmuharriri Fazıl Reşid ve aktör Hüseyin Kâmil Beylerin yazmış oldukları “Ramses” eserini temsil etti. Bu eserin temsili; dekor, kostüm, mizansen itibarile harikulâde bir hâdise oldu. O zamana kadar sahnelerimizde böyle şeylere lâyıkile ehemmiyet verilmemişti. Behzad, bu eserde “Kâhin” rolünü oynamıştır. Hem garibi şu ki, tetâbüü izafetle dolu olan ve beher cümlesi 20-30 satırdan ibaret bu çetin lisanlı rolü hâlâ unutamamıştır. Bahsi geçince hemen okumağa başlar “Ramses” in topu topu üç defa temsilinden sonra heyet dağıldı. Çünkü büyük bir para ziyanına uğramıştı.
“1908 in başından 1909 un sonuna kadar geçen iki sene, tiyatroya yeni başlamış Behzad için heyetten heyete göç seneleridir. Daha Darüttemsil kapanırken “Mürebbi Hissiyat” ın müessisleri “Şark Dram Kumpanyası” diye yeni bir teşekkül yapmışlar ve akibinde de meşhur aktör Burhanaddin’le teşriki mesai etmişlerdi. Behzad ta bu kumpanyaya dahil oldu. Bütün bir yaz mevsimini bellibaşlı sayfiye yerlerinde temsil vererek geçiren “Şark Dram Kumpanyası” iki ağustosta Erenköyünde “Şarlok Holmes” piyesini oynıyacaktı. Behzad, “Ertuğrul Muhsin” isminde çok mahcup, sarışın, uzun boylu bir gence; kendisine ait “Bop” rolünü vererek o günkü matinede oynattı. Şu halde Ertuğrul Muhsin, Behzadtan bir sene sonra sahneye adım atmış oluyor...
1910 da patlayan İtalyan Harbi üzerine bu kumpanya da dağıldı. Ortalık sükûn bulacağı sıralarda işsizlikten ve parasızlıktan bunalmış yedi arkadaş, başlarında merhum Komik Ali Rıza Efendi olduğu halde “ümit dünyası bu!” diyerek Karadenize açıldılar.
“Vapurun bir köşesinde endişe ile sinmiş Behbad ve Otello Kâmil Rıza gittikçe kabaran denize bakıyorlardı. Birazdan yanlarına kantocu Anber Hanım geldi. Bu hikâyenin alt kısmını Behzad’ın kendi ağzından dinlemek lâzımdır.
“Anber Hanım, vapur mu sallanıyor, yoksa bana mı öyle geliyor, dedi. Güvertede yalnız başına oturan sıska bir adam: “hayır! vapur sallanmıyor, sana öyle geliyor anam!” diye cevap verdi. Otello Kâmil, bu hususlarda fazla titiz ve kavgacı ruhludur. Bunu bildiğim için büyük bir mesele çıkmasın diye lâfa karışan sıska adamla hafif tertip bir ağız kavgasına başladım.. Halbuki iş aksine oldu. Mesele büyüdü. Herif ambara iğilerek aşağıya seslendi; “Ulan dinime küfür ettiler.. gelin yukarı!”. Bunun üzerine ambardan yirmi kadar kürd fırladı. Hemen içlerinden biri fetvayı verdi: “boğup denize atalım!” dedi ve burnuma olanca kuvvetile bir yumruk indirdi. Yere yıkıldım. Elime bir demir halka geçti, sarıldım... Fakat kendimi kaybetmiştim. Rüyâda imişim gibi tabanca, düdük sesleri arasında karanlık bir boşluğa kaydım. Neden sonra gözümü açtığım zaman kendimi vapurun salonunda, bir masa üstünde buldum, etrafımda kaptanlar, yolcular ve saire... üstüm başım sırsıklam... boğazımda bürülü kocaman, kırmızı bir kürd mendili... Meğer beni herifler boğmuşlar... denize atacakları sırada Kâmil tabancasını çekip ateş etmiş, tayfalar yetişmiş, beni kurtarmış... Giresun’a hasta hasta çıktım... Oynıyacağımız tiyatronun karşısında İstelyani isminde bir rumun pansiyonuna yerleştik. İstelyani bize, iki ay evvel Giresuna gelen bir tiyotro kumpanyasının uğradığı hazin akibeti anlattı: “aktrisleri Giresun’un arkasındaki adaya kaçırmışlar, hâlâ da orada imiş... Perişan olan kumpanyanın diğer etrafı da güç belâ canlarını kurtarıp kaçmışlar.” Bu vak’a bizi altüst etti. Hemen ihtiyat tedbirleri aldık. Kadınlara, hariçten hiç kimse ile temas etmemelerini sıkı sıkı tenbih ettik. Her ne bahasına olursa olsun Giresun’da kadınlarımızı kimseye kaptırmamağa karar verdik. El ilânlarına “sahneye para atılmamasını, kanto istenmemesini” yazdık. Müşteriler buna kızdı ve buna rağmen sahneye para attılar. Biz üç altın kadar tutan bu parayı toplayıp halkın gözü önünde Donanma Cemiyetine verilmek üzere tiyatro sahibine teslim ettik. Bunun üzerine bir daha sahneye para atmadılar. Dördüncü temsili vereceğimiz günü perdeci Niko, yüzü sapsarı, telâşla geldi: “Kumpanyamızda kantoculuk yapan Araksi ismindeki kızın bu akşam çıkarılacak bir kavga esnasında kaçırılacağını, sahnede çalışan Hıristonun da bu işe âlet olduğunu” söyledi. Bunun üzerine bize taallûk eden bu işi kendi kendimize halle karar verdik. Oyun zamanına kadar sessiz sadasız tertibatta bulunduk. Akşam dışarısı bir metre boyunda karla örtülü olduğu halde tiyatro hıncahınç doldu. Kantolar sükûnetle geçti, dram başladı. Ön locaların birinde on beş seneye mahkûm olduğu halde bir türlü tevkif edilemeyen azılı bir şerir eşraftan birile yan gelip kurulmuştu. Oyun esnasında sahneye bakarak küfürler savurmağa, hakaretlet etmeğe başlayınca Kâmil dayanamadı, sahneden ona mukabele etti, arkasınand da perdeyi kapattı. Çok geçmedi, sahnenin kapısı vuruldu. Artık arbede başlamıştı. İçeriye elinde tabancası, çizmeli bir herif girdi: “Kâmil nerde?” diye haykırdı.
“Kâmil, hemen herifin önüne çıktı. Fakat tabancasını koynundan çıkaracak vakit bulamadığı için işi tatlıya bağlar gibi yaptı. Herifi piyazladı, elindeki tabancayı bıraktırdı, arkasından kendi tabancasını çekip herife ateş etti. Herif yere yıkılınca ortalık adamakıllı karıştı. Bu kargaşalığı sahnenin üst tarafından takip eden Araksi, heyecan ve korkudan bayıldı, ayağı kaydı, tepesi stü sahnenin altına düştü, kafası patladı ve dili tutuldu, Ali Rıza Efendi avucundan yaralandı ve perdecinin iki parmağı uçtu. Bu müthiş ve kanlı hâdise üzerine oturduğumuz pansiyona iltica ettik. Araksi iki gün sonra feci bir şekilde öldü. Sözün kısası bu Giresun’da öyle sefil olduk, öyle aç kaldık ki, deniz azdıkça azdı, kış bastırdıkça bastırdı, ne vapur geldi, ne de kimse bize elini uzattı. Kâmille tiyatroda bulduğumuz bir izmariti kim daha evvel kapacak diye az kalsın birbirimizin parmaklarını kırıyorduk. Hülâsa ilk gelen vapura kapağı attım, koyunlar arasına katılarak İstanbul’a dönebildim. Bu vak’adan iki sene sonra haber aldım ki, merhum belediye reisi İmam Hasan Beyi riyasetinde münevver Giresunlu gençler bir tiyatro heyeti yapmışlar ve Raşid Rıza’yı da rejisör olarak getirtmişler... İşte ilk tiyatro turnemi böyle yaptım...”
“Döndüğü zaman Abdi Efendiyle müşterek bir kumpanyada Behzad Galip’le tanıştı. Bu ufacık tefecik genç, tiyatroya fazla müptelâ idi. 1910 senesinin ramazanında banker Küpeliyan, şimdiki Fransız tiyatrosunda, bütün Binemeciyan ailesinin, rahmetli Muvahhid meşhur Vahram Papazyan, Ertuğrul Muhsin, İ. Galip ve sairenin iştirakile büyük bir kumpanya teşkil etmişti. Behzad’ın da dahil olduğu bu büyük temsil heyeti Simon, Zehranın kalbi, Kösem Sultan gibi eserleri sahneye koymuştur. İşte bu parlak ramazanı müteakip Behzad yine yeniden teşekkül etmiş olan Şark Dram Kumpanyasına girdi.
“Merhum Fehim Efendinin de bulunduğu bu koca trup Ferah tiyatrosunda Diktatör eserini oynadı, iki ay sonra dağıldı. 1912 ye kadar olan müddet zarfında Behzad, hep ufak teşekküllerde çalıştı. Ertuğrul Muhsinle yaptıkları minicik bir heyette çıkardıkları her yeni eser için dekor yaparlardı. Birçok temsillerini Osmanbey’de verirlerdi. Bir gün Behzad’ın Kıztaşındaki evinde hazırlanan dekoru nakledecek paraları yoktu. Behzad şafak sökerken deoru sırtladı, Cibali’ye indirdi, oradan bir ayıkla Sütlüceye geçti. Fakat yolu şaşırdı, Darülâcezenin üstünden geçerek Osmanbey’e gelebildi, tabiî dekor sırtında... kan ter içinde, dekoru kurup hemen akibinde yaya olarak bütün apartımanları gezdi, el ilânı dağıttı. Buna rağmen akşam hasılat yapamadılar, Behzad gece yarısından sonra aç bîilâç yine yaya olarak evine döndü. Lâkin o bu gibi dönüşlere artık alışmış, kanıksamıştı.
“1912 de Balkan Harbi ilân edildi. Şehzadebaşında Osmaniye kıraathanesinde toplanmış olan birkaç genç arkadaş, ahvâle endîşe ile bakıyor, ve dertleşiyordu. Son Posta gazetesinin sahibi Uşakizade Ekrem ve şimdi avukat olan Hilmi Beylerle başbaşa vermiş olan Behzad bir ara bahsi erkeklik ve cesaret gibi zorlu ve alaylı bir maceraya soktu, Hilmi’yi kızdırdı. Nihayet bu hızla ikisi de gidip gönüllü asker yazıldılar. Kastamonulu Mehmed onbaşının emrine verildiler. Mehmed onbaşı, Behzad’a nişan almak, silâh atmak gibi tarifleri pek basmakalıp bir lisanla öğretmek istedi. Çünkü kendisine öyle öğretmişlerdi. Hele şu tarifi pek güzel; “gabzayı şöyle gavrarsın, nefesini kesersin.. gözünle gezden arpacıktan hedef noktasına nişan alırsın, elinde incik gan galmayıncıya gadar gabzayı sıkarsın, istinada götürürsün, ateş edersin, anladın mı?”. Behzad yekten anladım diyerek anlatmağa başladı. Fakat Behzad tarifi bitirir bitirmez onbaşı kızdı ve “inciği unuttun eşek!!” diye haykırdı.
“Behzad askerî tâlim ve terbiyesini ikmal ettikten sonra Bulgarlarla harbetti. Nihayet ayakları şişti. Hilmiye de perişan bir halde Tatarlıcada rastladı. Yola düşen iki arkadaş, buldukları iki mısır koçaniyle açlıklarını gidermeğe çalışarak çamur içinde ancak kırk sekiz saatte Çorlu’ya gelebildiler. Trenlerde müthiş bir izhidam vardı. Bu iki arkadaş bir furgonun damına yerleşerek beş gün, beş geceden sonra İstanbul’a döndüler.. Fakat Behzad, ağır hastalanmıştı. Bir buçuk ay kadar yatakta kaldı. İyi olunca yine askere çağırıldı. Nihayet sakallı bir halde İstanbul’a döndü. Döner dönmez doğruca Çarşıkapıda “Türkiye” kıraathanesinde prova yapan arkadaşlarına gitmek üzere yola çıktı; Beyazıtı geçerken gözü önünde Mahmud Şevket Paşayı vurdular. Hemen kahveye koşarak vak’ayı arkadaşlarına haber verdi, ertesi günü Kemal Emin, Ertuğrul Muhsin, İsmail Galip, Âtıf, Niyazi ve Sara Mannikten müteşekkil bir heyetle Bursa’ya gitti. Fakat maalesef Bursa’da iş yapamadılar, her yere baş vurdular; “mektupçu” dan yardım dilediler, elinde bir fransızca piyes olduğu halde onları koğdu, tahkir etti. Kemal Emin’in tabancasını satıp evvelâ Ertuğrul Muhsin’i İstanbul’a gönderdiler; arkasından bütün kumpanya etrafı birbirine haber vermeden teker teker savuşmağa başladı.
“Şark Dram Kumpanyası üstat Fehim Efendi ve Raşid Rıza ile birleşti, tekrar ayrıldı, tekrar birleşti. Muhsin İstanbul’a döndü, Behzzad’la teşkiri mesai edip beraberce çalıştılar.
“1914 te İstanbul’da mühim bir teşekkül oluyordu. Paris’ten Cemil Paşa’nın getirttiği büyük aktör ve rejisör Antuvan, Darülbedayii yani şehrin tiyatrosunu kurmrağa memur edilmişti. Açılan müsabaka imtihanına 165 kişi iştirak etmişti. O gün imtihanda bulunmuş Şair Halit Fahri Beyin mecmuamıza Jübile münasebetiyle gönderdiği mektubun baş tarafını, Behzad’ın imtihan gününü pek güzel anlattığı için aynen alıyoruz:
“Ben Behzad’ı ilk defa 1914 ağustos veya eylûlünde görmüştüm. O gün, Şehzadebaşındaki Letâfet apartımanı üstünde mektep olarak yeni açılan Darülbedayie alınacak talebelerin müsabakası icra ediliyordu. Jürinin başında mektebi tesise çağrılmış olan Antuvan vardı ve kadın erkek iki yüze yakın talebe, küçük bir sahne arkasındaki dar koridorda birbirinin omuzuna yığılmış, sahneye çıkmak sırasını bekliyordu. O esnada Molyer’e âşık bir dostum, Celâl Bey - şimdi doktordur - bana, elinde Ahmet Vefik Paşadan bir Molyer adaptesi tutan, kısa boylu, sessiz bir arkadaşını tanıttı:
— Tanır mısınız? dedi, Behzad Bey... Kendisi amatör artistlerimizdendir.. bilhassa benim gibi Molyer’e düşkünlerden.. hiç oynarken görmediniz mi?..
“Hatırlamıyordum. Yüzüme iki derin, mânâlı, nazar çevrildi, mûnis bir yüzde her lâhza değişen ince işmîzazlar belirdi. Konuşurken hareketleri canlandı, sesi komik bir tonla derinleşti ve ben bir an evvelki sessizliğini bırakıp şimdi cıva gibi kaynayan bu genç istidadı dinlerken onda diğer rakiplerini bastıran bir hususiyet sezer gibi oldum.” Behzad Molyer’in Zor nikâhındaki İvazı oynamıştı.”
“Bu büyük imtihanda, Behzad, Ertuğrul Muhsin, Kâmil Rıza, Sara Mannik kazanmış ve dokuzar altın maaşla Darülbedayie alıkonmuştu. Lâkin henüz daha işe başlamamışken Harbı Umumî patladı... Behzad, çağrılmasını beklemeden askere koştu. Edirne’den Saroz körfezine indirilerek Çanakkale harp meydanına götürüldü.
“8 Nisan 1915 hücumunda kolundan yaralnadı. Bir bomba parçası pazısını uçurdu. Yarası iyi olmadan yine harbe girdi. Yedi ay yedi gün Çanakkale’de bulundu. Bilâhare beşinci fırka 14 ncü alay 3 üncü taburu ile Bitlis’e kadar gitti. O havâlide uzun müddet kaldı. İstanbul’a döndüğü zaman, Darülbedayi Beyoğlunda Hamalbaşı caddesinde bir koca konakta rejisör Reşad Rıdvan Bey merhumun idaresinde yeniden teşekkül etmişti. Behzad, sırtında henüz asker esvabı olduğu halde Halid Ziya Beyin “Füruzan” piyesinde rol aldı. Nihayet Nureddin Şefkati Bey için hazırlanmış olan “Kayseri Gülleri” indeki “Bodos Ağa” rolü bin müşkülâtla Behzad’a verildi. Ve bu koca rol, Behzad’ın hakikî san’at hüviyetini meydana çıkararak iştiharına vesile oldu. Piyesin nâkılleri Münir Nigâr ve Hüseyin Suad Beyler bir cemile olmak üzere Kayseri Gülleri’nin bütün hukukunu Behzad’a terketmek lûtfunda bulundular. Mükemmel bir kompozisyon aktörü, fevkalâde bir komediyen olduğunu ispat eden Behzad’a artık Darülbedayi heyeti edebiyesi rol vermeğe başlamıştı. Lâkin 1920 de Raşid Rıza ile İbnürrefik Ahmet Nuri Bey arasında vukubulan münakaşa yüzünden en değerli san’atkârlar, Darülbedayiden ayrılarak “Hizmeti Umumiye Acentası” sahibi İsmail Faik Beyin kurmuş olduğu “Yeni Sahne” ye dahil oldular.
“Behzad, Yeni Sahnede “Amca Bey” piyesinde “Amca Bey” rolünü ibda etmiştir. Birkaç ay sonra Ertuğrul Muhsin’in Almanya’dan avdeti üzerine ve ramazan münasebetiyle ayrılan san’atkârlar tekrar Düralbedâyie avdet ettiler, yalnız Raşid Rıza müstesna… o, dönmedi. Ramazandan sonra başta Ertuğrul Muhsin olmak üzere yeniden bir ayrılma oldu.
“Savni Rıza Beyin riyaseti altında “Türk Tiyatrosu” teşkil edildi. Fakat Muhsin yine Almanya’ya dönmüştü. Raşit Rıza’nın iltihakiyle Türk Tiyatrosu bir müddet Ferah Tiyatrosunda, bir müddet de Millî Sinemada çalıştı. Behzad, Türk Tiyatrosunda “Molyer” in “Muhayyel Hasta” sını oynamıştır. Ramazan gelince Türk Tiyatrosu, yine Darülbedayile birleşti. Ramazan ertesi İstiklâl Harbi zaferi münasebetile ve Muvahhid merhumun teşebbüsiyle İzmir’e gidildi... Gidenler birkaç ay İzmir havalisini gezdiler. İşte bu ara Ermeni kadınları sahnemizden çekilmeğe başlamıştı. Boş kalan yerlerini doldurmak lâzımdı. Bedia Hanımı İzmir’de sahneye çıkardılar. İstanbul’a dönünce Ertuğrul Muhsin, Raşid Rıza ile birlikte Fransız Tiyatrosunda Otelloyu temsil etti. Ve Münire Hanımla Bedia Hanım o gece resmen sahneye adım atmış oldular. Darülbedayi; Meclisi Belediyede Ziya Mollanın “Eliza Hanım gitti, heyet dağıldı. Binaenaleyh tahsisatı keselim!” diye kopardığı feryatlar üzerine parasız, pulsuz kalmıştı. İstanbul’da kalmış olan san’atkârlar bir araya geldiler, rahmetli müdir Psalti Efendinin nezareti altında Ferah Tiyatrosunda temsillere başladılar. Behzad, bu mevsimde “Nurbaba köşkünde” ki “Bekir Efendi” rolünü çok güzel oynamıştı. Muhsin’in İsveç’ten, Galib’in Paris’ten avdeti üzerine mükemmel bir Ramazan mevsimi geçirildi ve arkasından evvelâ Samsun’a, sonradan da Trabzon’a gidildi. Muhsin’in avdetinden sonra Behzad, “Cehennem” deki “İmam” rolünü oynamıştır. 1925 senesi Karadeniz turnesinden dönünce yine bir ikilik oldu.
“Ertuğrul Muhsin’in riyesetinde ve “Darülbedayi san’atkârları” ismi altında Ferah Tiyatrosunda mükemmel bir surette temsillere başlandı. İşte bu hakikî san’at mevsiminde Behzad, en güzel rolleri oynamış, en güzel tipleri yaratmıştır. “Yorgaki Dandini” yi, “Azarya” yı, ve “1 + 1” deki birbirine aynen benzeyen, fakat karakter itibariyle taban tabana zıt iki rolü harikulâde oynamıştır. Ferahdaki bu güzel teşekkül de Karadeniz turnesini müteakip ve Ertuğrul Muhsin’in Rusya’ya gitmesile bozuldu. Raşid Rıza ile teşriki mesai edildi. Yeniden tamir edilen Tepebaşı Kışlık Tiyatrosunda temsillere başlandı. Altı aylık bir sezondan sonra yine işler bozuldu. Bu sefer Behzad “Odeon” tiyatrosunda şehremanetinin nezareti ve himayesi altında toplanan ve temsillere başlayan Darülbedayie girmiyerek Şadi ile Raşidin Tepebaşı tiyatrosunda açtıkları “Milli Sahne” de çalışmağı tercih etti. Bir müddet sonra yani 1928 de “Mürai” deki “Rahmetullah Âbid efendi” rolünü oynıyarak yine Darülbedayie dahil oldu. Bundan sonrası Darülbedayide ve onun yerini alan Şehir Tiyatrosunda devamlı olarak çalışdı.
Behzad, şu muhakkak ki, özlü san’at meyvalarını Darülbedayi sahnesinde vermiştir. Daha doğrusu Darülbedayi teşekkül ettikten sonra... Hayatının bu yeni devrinin de yine tam yirmi beş yıllık bir san’at ömrünün tarihçesi olmasını temenni ederim”. (M. Kemal, Behzad Budak adına Broşür).
Bu güzel hal tercemesini kaleme alan M. Kemal’in asîl temennîsi tahakkuk etmiş, M. Behzad Hâkî Butak, şan ve şeref içinde 1958 de ellinci san’at yılını da idrâk etmişdir.
Muhsin Ertuğrul: “Büyük aktörleri sarayları, tahtları yokdur; ama yirminci asrın halk üniversitesi sayılan bugünkü tiyatrosunda, ölünceye kadar ders verecekleri kürsüleri vardır. Bahzad’a sahnede elli yıl azdır. Yetmiş beşinci yılını kutlamak Türk milletine nasib olur inşallah” diyor. İnşallah.
Behzad Butak
(Resim : Hâlid)
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Hâlid
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Kod
IAM060322
Tema
Kişi
Tür
Ansiklopedi sayfası
Biçim
Baskı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Emeği Geçen
Hâlid
Tanım
Cilt 6, sayfalar 3151-3158
Not
Görsel: cilt 6, sayfa 3152
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Hâlid
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.