Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BULGAR KEŞİŞİN ÎTİRAFNÂMESİ
1861 de Mehmed Emin Âlî Paşanın üçüncü sadâretinin ilk ayları içinde, İstanbul’da devlet baş mustantiki Mehmed Nazmi Efnedinin huzûrunda tesbit edilmiş bir itirafnâmedir. Asıl adı Gabruvalı İstoykooğlu Mihail olub Bulgar Keşiş Mitrokan adı ile tanılan büyük bir serserinin bir kaç roman konusu olacak hayatını aydınlatan ve manastırların iç yüzünün kirli köşelerini gösteren bu îtirafnâme son derece kıymetli bir vesîka olub ilk defa 1961 yılının ekim ayında R. E. Koçu tarafından Cumhuriyet gazetesinde neşredilmişdir; ki R. E. Koçu bu itirafnâmeye şu satırları ilâve etmişdir:
«Bu îtirafnâme ile cihan edebiyatına mühim bir vesika verdiğimizi zan ediyorum. Eserleri bütün batı dillerine çevrilmiş Panayit İstratinin romanlarının çoğunda baş kahramanlardan biri olan Mihail, romancı tarafından hayatının büyük bir kısmı, bilhassa mâzîsi tamamen karanlık olarak gösterilmiştir. Panayit İstrati’nin romanlarını okumuş olanlar, bu itirafnâmenin sâhibi Gabruvalı Mihail ile İstrati’nin Mihaili’nin aynı adam olduğunu çok yakından göreceklerdir. Panayit İstrati sağ olsaydı ve İstanbul adliyesinde tesbit edilmiş bu îtirafnâmeyi görmüş olsaydı, bizim naklettiğimiz macerâlar, yeni bir kaç romanının bizi çok düşündürecek mevzuu olurdu» (B.: Mihail).
Gabruvalı İstoykooğlu Mihail, 1861 yılı nisanında şü...
⇓ Read more...
1861 de Mehmed Emin Âlî Paşanın üçüncü sadâretinin ilk ayları içinde, İstanbul’da devlet baş mustantiki Mehmed Nazmi Efnedinin huzûrunda tesbit edilmiş bir itirafnâmedir. Asıl adı Gabruvalı İstoykooğlu Mihail olub Bulgar Keşiş Mitrokan adı ile tanılan büyük bir serserinin bir kaç roman konusu olacak hayatını aydınlatan ve manastırların iç yüzünün kirli köşelerini gösteren bu îtirafnâme son derece kıymetli bir vesîka olub ilk defa 1961 yılının ekim ayında R. E. Koçu tarafından Cumhuriyet gazetesinde neşredilmişdir; ki R. E. Koçu bu itirafnâmeye şu satırları ilâve etmişdir:
«Bu îtirafnâme ile cihan edebiyatına mühim bir vesika verdiğimizi zan ediyorum. Eserleri bütün batı dillerine çevrilmiş Panayit İstratinin romanlarının çoğunda baş kahramanlardan biri olan Mihail, romancı tarafından hayatının büyük bir kısmı, bilhassa mâzîsi tamamen karanlık olarak gösterilmiştir. Panayit İstrati’nin romanlarını okumuş olanlar, bu itirafnâmenin sâhibi Gabruvalı Mihail ile İstrati’nin Mihaili’nin aynı adam olduğunu çok yakından göreceklerdir. Panayit İstrati sağ olsaydı ve İstanbul adliyesinde tesbit edilmiş bu îtirafnâmeyi görmüş olsaydı, bizim naklettiğimiz macerâlar, yeni bir kaç romanının bizi çok düşündürecek mevzuu olurdu» (B.: Mihail).
Gabruvalı İstoykooğlu Mihail, 1861 yılı nisanında şübheli bir adam olarak Erzurum’da yakalanmışdı. Adının «Yorgiyef» ve keşiş uşağı olduğunu, yolda eşkiyâ tarafından soyulduğunu, Trabzon yolu ile İstanbul’a yahud Eflak’a (Romanya’ya) gitmek istediğini söylemişdi.
Tahminen kırk yaşlarında, uzun boylu, güçlü kuvvetli, pençeli, vücud yapısı ve yüz çizgileri ile bir erkek güzeli idi. Hakikaten soyulmuş bir adama benziyordu, eteği ayaklarının ince kemikleri hizâsına kadar inmiş papas cübbesinin altında bir iç donu ile gömlek vardı; pantalon, caket, yelek gibi şeyler yokdu. Ayakları çıplakdı ve çıplak ayaklarına partal kaba kundura geçirmişdi. Bu perişan kılığı ile tamâmen tezad hâlinde, boynuna altın bir zincirle asılmış on santim çapında ve çevresi elmaslı bir altın madalyon vardı.
Eşkiyâ tarafından nerede soyulduğunu, haydutların boynundaki kıymetli madalyonu niçin almadıklarını söyliyemedi; tevkif edilerek İstanbul’a gönderildi.
ÎTİRAFNÂME
“Çocukluğum ve aşkım — 1820 de Büyük Tırnava’nın Büyük Gabruva kasabasında doğdum. Ailemiz aba dolapçısı İstoykooğulları diye meşhurdur. Adım Mihaildir. Şimdi taşıdığım Yorgiyef adı dedemin ismidir, babamın adı Vasildir. Babam namuslu bir çiftçi idi, uzun zaman haber alamadım, hayatta mıdır, bilmiyorum. Ben de onaltı yşaıma kadar çiftçilik yaptım. Kapanmış eski yaraları açmak benim için çok acıdır, fakat size hayatımı hiç bir şey gizlemeden anlatacağım, hattâ bir erkek için yüz kızartıcı olan şeyleri de gizlemiyeceğim.
“Çok güzel bir çocuktum. Kuzu derisi kalpak, aba potur ile, ve bazan yalınayak dolaşırdım ama Gabruva’nın hemen bütün kızları yolumu beklerler, benimle konuşmıya can atarlardı. Benim de başımda kavak yeli ve kanımda ateş vardı, fırsat buldukça kızları bir köşeye çeker, sıkıştırır öper, onlara türlü türlü ümitler verirdim.
“Tarlamızın kenarından küçük bir dere geçer, iki kenarı salkım söğütlük ve kavaklıkdır, derenin öbür yakasından da bir yol geçer. Derede yıkanıyordum, birden atları parlamış bir arabanın ilerden tozu dumana katarak geldiğini gördüm, arabada bir kız vardı ve atlara hâkim olamıyordu, hemen yola fırladım, belki çılgınlık idi, atların önüne atıldım, ayaklarım yerden kesilerek bir müddet havada uçarak gittim ama iki parlamış atı durdurmağa muvaffak oldum.
“Arabadaki kız, Gabruva’nın en zengin adamı olan yün ve deri tüccarı Nidelkof’un kızı Minke idi. Memleketimizde fakir ve zengin kızlarının kıyafetleri hemen farksızdır, Minke’nin de sırtında ev tezgâhında dokunmuş işlemeli bir gömlek, kaba siyah şayaktan bir eteklik vardı, koyu kumral saçları ince ince belki kırk kolan örülmüş ve ayakları çıplaktı.
“Arabayı durdurdum ama hani ben de bittim, derin derin nefes alıyordum. Minke ile göz göze geldik, o da çok korkmuş, perişan bir halde idi, arabadan yere indi ve bana:
— Sen, İstoykooğlu Mihail değil misin? diye sordu.
— Evet,. dedim.
“Birden boynuma atıldı, onu kucakladım ve öpüştük. Hiç konuşmadan bir salkım söğüdün altında belki yarım saat öpüştük; ve bu vak’adan sonra her gün buluşmağa başladık, hattâ bir kaç defa derenin en kuytu bir yerinde yıkandık, ama Leylâ ile Mecnun gibi saf ve temizdik.
“Meğer görülmüşüz, Minke’nin babasına haber vermişler. Kızını bir zengin arkadaşının oğluna vermek istiyen adam ifrite dönmüş, çapkın oğlan kızını baştan çıkarıyor diye zaptiyeye şikâyet etmiş. Bir akşam tarladan döndüğümde beni evden aldılar, zaptiye dairesine götürdüler ve Minkenin babasını çağırdılar. Adam elinde olsa beni boğacak idi. Aba potur ve yalınayakla dolaşan bir oğlanın bir gospodin kızı ile konuşması küstahlık, sevişmesi cinayet idi, bana küfretti ve iki tokat attı. Çavuş da ayrıca tehdit etti.
“İlk iftirâ — Ertesi gün Minkeyi yolumda buldum. Güzel kız babasının bana olan muamelesinden çok üzgün idi, kendisini hemen alıp kaçırmamı söyledi. Benimle beraber her türlü geçim sıkıntısına katlanacağını anlattı. Gabruva’dan kaçmağa karar verdik, gününü ben tesbitedecek idim, ve o söyliyeceğim yere gelerek, kaçacak idik. Fakat ertesi sabah zaptiyeler tekrar evimize geldi ve beni aldılar. Bu sefer, iki gece evvel çarşıda bir kuyumcu dükkânına girip onbin kuruşluk mücevher çalmakla suçlandırıldım. Bekçi hırsızı kaçar iken görmüş ve İstoykooğlu Mihail idi demiş.
“Evvelâ çok dayak yedim, ve bir hafta bir bodrumda hapsedildim. Fakat mahkemede, çarşıdaki dükkânın soyulduğu gece, kasaba dışında un öğütmek için gittiğim değirmende kaldığımı şahitlerle ispat ettim. Bekçi de karakoldaki ilk ifadesini mahkemede değiştirdi, gece idi, hırsız bu çocuktur diye ısrar edemem, dedi. Beraat ettim. Bekçi benden af diledi. “Mihail çok güzel ve çok toy bir çocuksun, sana acıyorum, gospodin Nidelkof ile uğraşılmaz, başına çok büyük işler çıkaracak, gel beni dinle, bir müddet için Gabruva’dan uzaklaş, başka yerlerde iş ara” dedi.
“Mahkemede beraet ettim ama halk nazarında çapkın ve uygunsuz bir genç oldum. Minke’yi öğrenemediğim bir yerde oturan bir yakınlarının yanına gönderdiler, öbür kızlar da artık benimle konuşmaktan çekindiler, zaten gözümde Minke’den başka kız yoktu.
“Prisova Manastırında ilk keşiş yamaklığı — Bir gün çarşı boyunda bir ihtiyarın benim için İstoykooğullarının yüz karası dediğini kulaklarımla işittim. Gabruva’da yaşayamıyacağımı anladım, keşiş olmıya karar verdim, bu kararıma razı olan babam beni Tırnava’ya iki saat mesafede Prisova Manastırına götürdü, orada başkeşiş Hacı Akabye’nin yanında “dayak” oldum. Dayak acemi ve genç keşiş demektir ki, vazifesi manastırın eski emektar keşişlerinin birine uşaklıkdır, yahut uzaktan öyle biliyor, öyle görüyorduk.
“Manastıra yaralı kalb ile, ve kâmil insanların arasında bulacağım huzur ümidi ile gelmiş idim, keşiş kılığına girmek için can atarcasına soyundum.
“El tezgâhında dokunmuş yünlüden siyah entarimin beline ip kuşağın nasıl bağlanacağını gösteren keşiş, belki bir aydan fazla berber eli değmemiş başımı okşıyarak:
— Hele saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır.. dedi.
“Bu lâftan bir mâna çıkaramadım. Bildiğim, saçlarımın artık kesilmiyerek uzatılacağı idi. Dayak’ların hizmetinde bulundukları keşişlerin odalarında yattıklarını da o gün öğrendim.
“Hacı Akabey ilk günlerde bana çok iyi muamele de bulundu, hakikî bir baba yakınlığı gösterdi.
İkinci iftirâ — Prisova manastırında dördüncü gecem idi; beni bir baba şefkati ile her fırsattan istifade ederek okşıyan ve öpen başkeşiş, bana bir kız gibi dilber olduğumu söyledi, ve hiç sıkılmadan çok çirkin bir teklifte bulundu, ve ben yaşta bir delikanlı için çok câzip bir hediye olan altın bir cep saati hediye etmek istedi. Şiddetle reddettim ve o gece hiç uyumadım.
Her sabah bir keşiş bana saatin kaç olduğunu soruyordu, saatim yok diyordum. Beni kasdederek vahşî bir şahin, çakal diyorlardı. Bunların mânasını da o gece öğrendim.
“Manastırlarda gün ağarmadan kalkılır. Sabah duasından sonra başkeşişin kahvaltısını hazırlardım. Tembihi üzere kahvaltıyı iki kişilik hazırlar ve odamızda baba oğul gibi sofraya beraber otururduk, o sabah bir kişilik hazırladım; Hacı Akabey: — Mihail, çok zeki oğlansın, onu bırak ve git, bugün âvare dolaş, yeni vazifeni sana söylerler.. dedi.
“O gün kırlarda âvare dolaştım ve akşama kadar aç dolaştım, manastıra yemeğe de gitmedim. Herhalde diyordum, başkeşiş babamı çağırtacak ve benim işe yaramadığımı, keşiş olamıyacağımı söyliyerek çocuğu al götür diyecekti.
“Akşam yemeğimi nerede yiyeceğimi bilmiyordum, bir keşiş: — Bizimle gel.. dedi. Aynı adam sofrada yatağımın kilise yanındaki boş bir bekçi kulübesine nakledildiğini söyledi. Sofradan hiç kimseye göstermeden bir bıçak aşırdım. İki gece tek başıma bu kulübede yattım ve manastırda bana bir iş göstermedikleri için, kilisede ibâdetler hariç, başıboş dolaştım...
“Fakat ikinci gecenin sabahı, sabah duâsı için kiliseye girildiğinde, bir camın kırıldığı ve kiliseden 12.000 kuruş değerinde bir gümüş şamdanın çalındığı görüldü ve bütün şüpheler benim üzerimde toplandı. Garip tesadüftür, o sabah ben herkesten önce kalkmış, karanlıkta ayak alışkanlığı ile kır yolunda dolaşmış, bir yerde sırt üstü uzanarak, az sonra kaybolacak yıldızlara bakıp manastırdaki sığıntı durumumun sonunu ve istikbalimi düşünmüştüm.
“Duâdan sonra Hacı Akabye beni odasına götürdü: — İnadı bırakır ve yola gelirsen seni bu zor durumdan kurtarabilirim Mihail! dedi.
“Başkeşişin ayaklarına kapandım, ağladım, hırsız olmadığını söyledim ve teklifini yine reddettim. Beni bir odaya kapadılar ve Tırnava’ya haber gönderdiler, zaptiyeler geldi.
Tırnava Mahbushânesi ve haydut Balaban — Tırnava mahpuzhânesinde dört ay yattım. Cebimde beş param yoktu; mahpushânede Balaban adında azılı bir haydut tarafından beslendim. Parası olmıyana mahpushânede bir kuru ekmek verilir, o da taş gibidir ve küflüdür. Balaban da Hacı Akabye tıynetinde bir adam idi, bana kız gibi güzel olduğumu söyledi; dört duvar arasında idim, etrafımdakilerin hepsi serseri, hırsız, kaatil; başıma çok daha müthiş şeyler geleceğini o kadar aydın gördüm ki, Balaban haydudun himayesini kabule mecbur oldum. Bu adam yirmi yıla mahkûmdu, benim ise muhakemem bile olmamıştı. Bir paskalya sabahı mahpushane kumandanı beni salıverdi, Balaban da küçük bir cep harçlığı verdi, maceramı biliyordu: — Mihail.. dedi, ben de tıpkı senin gibi, sen yaşta iken bir dayak idim, ama ben keşişi kestim ve dağa kaçtım, haydut oldum...
“Bir keşiş yamağı kıyafetiyle perişan bir halde Gabruvaya babamın yanına döndüm. Gabruvada herkes Prisova Manastırından çalınan gümüş şamdandan bahsediyordu, hattâ babam bile: — Nereye sakladın gömdün?.. diye sordu. Şamdanı çalmadığıma inandıramadım.
“— Sen artık Gabruvada oturamazsın.. diyen babam beni yine bizim o taraflarda Zieni Manastırına götürdü. Başkeşiş beni tepeden tırnağa muayene etti, hattâ pazardan katır alır gibi dişlerime baktı, ağzımın kokusu var mı diye yüzüne karşı hohlattı, gömleğimi çıkardım, vücudumu gördü ve nihayet: — Bu oğlan bana dayak olabilir! dedi.
“Zleni Manastırı, ve üçüncü iftirâ — Babam memnun, bana vedâ ederken: — Aman oğlum eline hâkim ol, buradan da bir şey çalarsan artık eve gelme!.. dedi.
“Babamdan da soğudum. Uşağı olduğum Zleni Manastırı başkeşişinin adını bile öğrenmedim. İlk gece ona, dilediği gibi hizmet ettim. Manastırda para menfurdur, şeytanî igfal vasıtasıdır, onun için bana hizmetimin karşılığı bir altın saat hediye etti.
“Fakat Zlenideki keşişlerin hepsi toplanmışlar, karar vermişler, içlerinden biri: — Dayak, dedi, seni aramızda istemiyoruz, başkeşişin himayesine güvenme, çünki senin bir gün yardan düşüp parçalanmana mâni olamaz...
“Hiç düşünmedim: — İşte gidiyorum! dedim, başkeşişe haber vermeğe bile lüzum görmedim, ayaklarıma çarıklarımı çektim ve hemen yola çıktım.
“Babam beni yine karşısında görünce şaşırdı. Zlenide bir gecelik misafirliğimin hikâyesini kısmen anlattım, başkeşişin hizmetimden memnun kaldığını, hattâ bana altın bir saat hediye ettiğini, fakat beni diğer keşişlerin kovduğunu söyledim. Kovulduğuma inandı ama bir gecelik hizmet karşılığı bir altın saat verileceğine aklı yatmadı: — Çaldın!. dedi. — Git sor! dedim..
“Babamın manastıra gitmesine hacet kalmadı.. Ertesi gün manastırdan bir keşiş geldi, babamla gizlice konuştu. Babam, suratı asık beni çağırdı: — Yalancı, hırsız oğlan, ver o çaldığın saati bana!.. dedi.
“Muhterem başkeşiş ailemizi tekrar dile düşürmemek için beni zaptiyeye teslim etmiyormuş! Bir gecelik hizmetimin bedeli olarak çok görülen altın saati geri verdim ve o andadır ki keşişlerin ve manastırların düşmanı oldum. Ömrüm oralarda ve o adamların arasında geçecekti, ama ağaç içinde yaşıyan kemirici bir kurt gibi.
“Ben saati verdikten az sonra Tırnavadan zaptıye geldi — Mihaili götüreceğim! dedi — Suçum ne imiş?.. diye sordum; — Bir saat çalmışsın! dedi.
“Firarım ile işlemediğim suçu üzerime aldım — Beni Gabruvadan Tırnavaya götüren zaptiye neferine altın saatin nasıl bir hizmet karşılığı verildiğini hiç sıkılmadan anlatmışdım; yolun orman içinden geçen ıssız bir yerinde uzunca bir mola vererek ve muhabbet ettikten sonra nefer:
— Mihail.. dedi, sana çok acıyorum, sen şimdi benim elimden kaç, ben havaya bir el silâh atarım ve arkandan koşarım.. ormanın bitimindeki kasabanın ilk evlerinden birinin kapısını çal ve içeriye gir.. Ben oradan geçip Tırnava tarafına gidince Gabruvaya dön ve babana serbest bırakıldığını söyle, ama orada çok eylenme, başka bir yere çık git ve izini kaybet...
“Masum ve toy idim. Zleni başkeşişinin ahlâksızlığını Tırnava mahkemesinde anlatabilirdim. Kendisinden de bahsedersem çok kötü duruma düşecek olan zaptiye neferinin sözünü dinlemekle artık firarî bir hırsız olarak aranacağımı tahmin edemedim.
“Bana bir altın saat hediye ettikten sonra hediyesini geri aldırtan başkeşişten muhakkak ki çok lûtufkâr olan basit vs kaba zaptiye neferi, ki, beni Tırnavaya götürürse mahpushanede başıma gelecekleri pek dehşetli anlatmıştı. Beni âzad ettikten sonra tarif ettiği kasabanın ilk evlerinden birinin kapısını çaldım.
“Garib bir mâcerâ — Adını asla unutamam, gospodin Mitko Kocoharof, kıpıya elli yaşlarında, akçıl sakallı ve çok temiz giyinmiş bir adam çıktı. Beni görünce bir an hayretle dona kaldı. Gözlerini açmış, bir müddet yüzüme baktı ve sonra dudakları titriyerek: —Hristo!.. Oğlum, benim güzel oğlum! diye bağırdı ve bana kollarını açtı.
“İçimden, ne olursa olsun diyerek onun kolları arasına atıldım. İkimiz de hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladık. Ben garipliğimden, korkumdan, yeni ve garip bir mâcerânın eşiğinde duyulan heyecandan ağlıyordum, onun niçin ağladığını az sonra öğrendim.
“Gospodin Mitko Kocoharof’un on sene kadar evvel 6-7 yaşlarında olan biricik oğlunu çingeneler çalmıştı, kalbi evlâd acısı ile durmadan sızlıyan bir baba idi ve benim yüzüm adı Hristo olan o çocuğa benziyordu. Adam kayıp evlâdını bulmuştu. Durmadan gözlerimi, yanaklarımı öpüyor, saçlarımı, boynumu kokluyordu. Karısı koştu geldi, bu sefer beni adam bıraktı, kadın kucakladı, kadın bıraktı adam bağrına bastı. Ve cevabını almağa lüzum görmeden bana mütemadiyen nerede idin, nerede idin, diye soruyorlardı. Ayak üstü bir yalan uydurdum: Çingenelerin elinde üç sene kalmıştım, sonra sayısız kapılarda uşaklık etmiştim ve sonra bir manastırda dayak olmuştum ve nihayet tam bir buçuk ay gece gündüz yürüyerek ve yol iz sorarak baba ocağımı bulmuştum. Evin içi, zengin bir ailenin meskeni olduğunu gösteriyordu.
“Genç Hristo Kocoharof’un baba ocağına döndüğü haberi küçük kasabaya yayılıverdi. Evin kapısı ardına kadar açıldı, bütün kasabalı mesut ana babayı tebrik ediyor ve benimle kucaklaşıyor, öpüşüyordu.
“Gospodin Mitko tam bir hafta kasaba halkına geceli gündüzlü ziyafetler verdi. Ben de bu bir hafta içinde, mütemadiyen, rezalet meydana çıkmadan nasıl kurtulacağım diye düşündüm.
“Nihayet: — Babacığım, dedim, bu şenlikleere bir son verelim ve ben artık bir iş ile meşgul olmalıyım, ticaret yapmak istiyorum...
“Gospodin Mitko: — Evet oğlum.. dedi, ben artık köşede oturacağım, işlerimin başına sen geçeceksin...
“— Ah babacığım.. dedim, on yıl diyar diyar gezip dolaşmaya o kadar alıştım ki, bir yerde oturup iş göremem, bana küçük bir sermaye ver, başka yerlerden mal alıp getireyim...
“Gospodin Mitko bana iki bin kuruş verdi ve: — Gecikme, gözlerim yolda seni bekliyeceğim!.. dedi.
“Bu vak’a hayatımın en hazin hâtırasıdır. Zavallı adam gözleri yolda beni bekledi, durdu. Hakikati öğrendi mi bilmiyorum. Keşke öğrenmemiş olsa, o bir hafta onun için tatlı bir rüya olarak kalsa idi.
“Şimdi şöyle düşünüyorum, bu iyi zengin adama hakikati söylemiş olsaydım, mâdemki kaybolmuş oğluna benziyordum, beni onun yerine koyabilir, oyalanabilirdi, yalancı elmas gibi. Gabruvalli Mihail unutulacaktı, zaptiyeler peşimde dolaşmıyacaktı.
“Üstümde bir kat yeni çuha esvap ve cebimde iki bin kuruşla baba evine döndüm. Evimiz Gabruva’nın bir kenar mahallesindedir, kasabaya ortalık karardıktan sonra kimseye görünmeden girmiştim. Babam beni görünce şaşırdı:
— Mihail! Ailemizin adını kirleten oğlan, yine mi karşımdasın! Bu kıyafetin ne? Kimi soydun? dedi.
“Vak’ayı olduğu gibi anlattım, inanmadı: — Çık git evimden, seni evlâtlıktan reddediyorum! dedi.
“— Zaten gideceğim, yarın gün doğmadan! dedim.
“Ablam Gabruva’ya beş saat mesafede Selvi kasabasının bir köyüne gelin gitmişti, onun yanına gitmeye karar verdim. On yedi yaşın ürkekliği, o civarlardan henüz bir türlü uzaklaşamıyordum. Fakat yolda, Selvi’nin Batoşova köyünün yarım saat ilerisinde ve dağ başında bir manastır görünce kararımı değiştirdim. Ne olacağını bilmiyordum, sırf keşişlere bir kötülük yapmak için bu manastıra gittim. Keşişler karşılarında on yedi yaşında güzel ve tertemiz giyinmiş bir delikanlı görünce, son derecede esvindiler. Başkeşişe dayak olmak için geldiğimi söyledim. Beni hemen soydular, siyahlara büründüm...
“Batoşova Manastırında başımdan geçenler — Gospodin Mitko’nun evinde kaldığım on gün içinde omuzlarıma kadar uzamış olan saçlarımı kestirmiştim. Batoşova manastırı başkeşişinin ilk iltifatlarından biri de: — Mihail saçların uzadığı zaman sen İsaya benziyeceksin!. demek olmuştu.
“Bu manastırda iki ay kaldım; manastırların içyüzünü artık iyice biliyordum, hizmetlerimde hiç aksamadım. Fakat burada başımdan başka garip bir vak’a geçti.
“Köse Petrof adında otuz yaşlarında genç bir keşiş benimle yakından alâkadar oldu. Kilisenin anahtarları onda idi, benim gözüm de kilisedeki kıymetli eşyada olduğu için, ona yaklaşmakta, dostlukta kusur etmedim. Pehlivan yapılı, elleri ayakları iri kıyım, zehir gibi acı bir kuvvete sahipti, yalnız köse olduğu için sesi kadın sesi gibi ince idi, o heybetli manzarasını görenler, sesini işitince gayri ihtiyarî gülümserdi. Bir gece Petrof’un odasında misafir oldum ve bu genç adamın aslında bir kadın olduğunu öğrendim ki, Petrof’un sırrını benden başka yalnız başkeşiş biliyormuş. Koca Balkanlı bir köylü kızı imiş, köyünde Erkek Marîke derlermiş. Bir fâhişe idi.
“Petrof benim üzerimde son derecede kıskanç oldu, beni öbür keşişlerin hiç biriyle konuşturmadı. Kendisinden herkes korktuğu için, hükmünü yürüttü.
“Üç iftiradan sonra ilk hırsızlığım — Bir gece üç haydudun içebileceğinden fazla şarap içmişti, körkütük sızdı, Fırsatı kaçırmadım. Sarhoş fahişenin belinden kilisenin anahtarlarını aldım ve gece yarısı kiliseye girdim, ışığı ihtiyacım yoktu, çalacaklarımı tesbit etmiştim, el yordamı ile hepsini buldum, üç gümüş şamdan, üç gümüş kandil ve altınlı üç kıymetli ikon çaldım ve dağda, nişan koyduğum bir ağacın dibine gömdüm, sonra manastıra dönerek fâhişenin koynuna girdim. Bu iş en çok yarım saat sürmüştü.
“Kiliseden çıkarken camlardan birini kırmıştım, böyle yapılması gerektiğini de Prisova manastırında öğrenmiştim. Ertesi sabah hırsızlık vak’ası görülünce bütün gözler şüphe ile bana çevrildi. Fakat Köse Petrof beni himâye etti:
— Hayır, çocuk bütün gece benim odamda idi.. dedi.
“Sonra beni bir köşeye çekti:
— Çapkın oğlan, doğru söyle, çaldığın şeyleri nereye sakladın?.. Yoksa elimden kurtulamazsın!..
“Önce inkâr ettim, belindeki anahtarları gösterdi: — Bunlar kuşağımın sağ tarafında asılı durur, bu sabah sol tarafımda buldum!..
“Fâhişenin ayaklarına kapandım ve suçumu itiraf ederek çaldığım şeyleri nereye gömdüğümü söyledim.
“Bu vak’a şöyle kapandı: Manastırdan kovuldum, dayak entarimi aldılar ve kendi urbalarımı verdiler. Manastırdan çıkınca ablamın yanına gittim, ertesi günü de keşiş Köse Petrof’un manastırdan kaçtığını işittik. Kahpe kadın sırrını fâş edeceğimi zannetmiş ve gömdüğüm yerden şamdanları, kandilleri ve ikonları alarak kaçmışdı.
“Bana gelince, ablamın yanında ancak bir hafta kalabildim. Tırnavaya götürülürken bir ormanın içinde zaptiye neferinin elinden kaçan İstoykooğlu Mihail evvelâ babasının evinde aranmıştı; sonra da ablasının evinde yakalandı.
“Üç yıl prangabendlik — Tırnava mahkemesi firarımı saat hırsızlığı için kâfi delil saydı ve beni üç yıl prangabendliğe mahkûm etti, mahpusluğum hırsızlıktan, prangaya vurulan firardan idi. Ama ancak beş ay yattım.
“İkinci firar ve yakalanış — Bir gün on iki nefer prangalı mahpus arasında dağdaki bir ocaktan kiremit getirmeğe gönderildik, içlerinde en çelimsizi bendim ki pençeli bir delikanlı idim, hepsi dev misâli haydut, on iki prangalıya iki muhafız verdiler, dağ haydut, on iki prangalıya iki muhafız verdiler, dağ yolunda bir puntuna getirdiler, muhafızları kıskıvrak yakalayıp bağladılar. Hepimiz yalınayak idik ve ayak bileklerimizde bize ancak genişçe bir adım attırabilecek uzunlukta demir zincirleer vardı, onları kırmak için biraz uğraştık, mahkûmların hepsi bir tarafa kaç-
tı, ben de Batoşova kasabasında Dilsiz Jifko adında fakir bir adamın evinde üç ay gizlendim, sonra yatağım ile beraber yakalandım.
“Bir prangabendin firarı... Suçum büyüktü, bu sefer Vidin kalesi zındanına gönderildim. Tıpkı ormanda olduğu gibi ve aynı şartlar içinde, şu fark ile ki, bu defa iki zaptiyenin elinden Vidin yolunda Lom kasabası civarında kaçmağa muvaffak oldum. Ve ilk defa biraz uzaklaştım, Filibe taraflarına gittim ve orada Kiriçima Manastırına sığındım.
“Aynaroz’da Zograf Manastırındaki güzel Teofilos — Günler, aylar geçiyor, tam bir takvim hesabı yapmama imkân yok, artık ondokuz yaşında idim. Bıyıklarım terlemiş, vücudüm da hayli serpilmiş, irileşmişti. Bu manastırda yirmi bir yaşıma kadar iki sene kaldım. 1840 senesinde resmen keşiş oldum ve kilise an’anesince bana Mitrokan adını verdiler. Keşiş olunca Aynaroza gönderildim ve orada Zograf Manastırında bir sene kaldım. Bu manastırda başkeşişin Teofilos adında bir dayak’ı vardı, onyedi yaşlarında, kumral saçları omuzlarına dökülmüş, Meryem Ana tasvirleri kadar güzel bir çocuktu. Başkeşişin mahbubu idi. Teofilos ile yakın bir dostluk kurdum ve onu kandırarak beraberce evvelâ Selânik’e, oradan da Niş’e kaçtık.
“Teofilos’un yüz altını vardı, bizim için büyük servetti, ilk altını bizi bir gece Aynarozdan kaçıran iki Rum kayıkçıya verdik, iki altın da Selânikte kıyafetlerimizi tebdil için ve han, aşçı masrafı olarak harcandı. Teofilos’u bir kız kıyafetine koydum, ben Mihail Yorgiyef, o da zevcem Gano Yorgiyef oldu. Bir altın da bu isimlere mürur tezkeresi almak için verdik.
“Niş’de bir sene kaldık. Ben orada bir iş tutamadım. Bu bir sene içinde Teofilos’un bıyıkları terledi ve delikanlı tekrar Aynaroz’a dönmek istedi. O tekrar keşiş kılığına girip Niş’den Aynaroz’a giderken ben de Eflâk’da Kalas kasabasına gittim. Niyetim oradan İstanbula geçmekti.
“Rumanya’da Kalas’taki mâcerâm — Bir gün Kalas’da iskele civarında âvâre dolaşırken İstanbul’a kalkacak gemilerde iyi bir yer arıyan bir kesişe rastladım, adı Kirilos olan bu adam benimle alâkadar oldu, ben konuşkanımdır, bir kahvehanede oturduk, sohbet ettik. İşsizlikten, parasızlıktan şikâyet ettim, iskele civarında acaba hamallık yapabilir miyim diye dolaştığımı söyledim; Kirilos:
— Senin gibi güzel, sıhhatli, ve sözü sohbeti çekilir bir gencin hamallık yapması doğru değil, ben dayak’ımdan memnun değilim, çok sadık olduğu için onu atamam ama, seni de yanıma alabilirim.. dedi. Teklifini derhal kabul ettim ve o geceyi de Kalas’da kaldığı handa, Kirilos ile dayak’ının odasında geçirdim.
“Kalas’dan İstanbul’a bir Rum kaptanın arpa yükü ile hareket eden Kali Tihi adındaki yelkenlisine bindik. Kaptan gemisinin iki kamarasından birini Kirilos ile bana tahsis etti, sâdık dayak yatağını güverteye serdi. Gemide Kirilos ile dostluğum birden çok ilerledi. Her hususta bu adamın aradığı uşaktım.
“Kirilos keşiş Metropolit pâyeli idi ve müthiş bir Türk düşmanı idi. Mora ihtilâlindeki hizmetlerinden bahsederken ağzı köpürüyordu. Kendisine keşiş olduğumu, kilise adımın Mitrokan olduğunu gemide söyledim, son derecede memnun oldu ve bana, Yunanistan gibi yakında Bulgaristanın da istiklâline kavuşacağını, bana memleketimde çok büyük işler düşeceğini söyledi.
“Bu yolculukta Kirilos’un eşyası arasında iki ağır sandık nazarı dikkatimi çekti, yattığımız kamarada baş ucuna yerleştirmişti.
“İstanbul’da ikinci hırsızlığım — İstanbul’da kendisi gibi vaktiyle gizli ihtilâl komitesinde çalışmış yakın dostu bir havyarcının Galatadaki dükkânının üstündeki tek odada yerleştik. Kirilos’un yatağını kerevet üstüne, bizimkileri de yere serdik; ve o mahut iki ağır sandığı Kirilos kerevetin altına koydurdu.
“Kirilos Yunanistan’a gidiyordu, İstanbul’da da Patrikhanede görülecek mühim işleri vardı. İstanbulda en az bir hafta kalacak idi.
“Aklım sandıklarda, Havyarcının odasında yattığımız ilk gecenin sabahı Kirilos’a uydurma bir rüya anlattım: Hazreti İsa’yı görmüştüm, beni Kudüse davet ediyordu. Metropolit son derece heyecanlandı: — Benim güzel oğlum, bu mühim bir işarettir, böyle bir rüya görmek isterim, fakat madem ki sen gördün, ben de dâvet edilmiş sayılırım, Atina’ya gidip şu emanet sandıkları yerine teslim edince arzı mukaddese beraber gideriz! dedi.
“Bir gün Kirilos, akşama kadar kalacağını söyliyerek Patrikhaneye gitti. Sadık uşak da bunu fırsat bilerek Balıklı kilisesine gitti. Odada yalnız kaldım. Halbuki Kirilos odayı o aptal uşağına emanet etmişti. Sandıkların kilitlerini kırıp da açınca, hayretler içinde kaldım, her birinin içinde kırkardan seksen torba vardı. Torbalardan birini açtım, kor gibi Macar altını. Fakat ancak bir torbasını güçlükle alabildim, bu hazineyi saklıyacak, götürecek yerim yoktu. Ve düşündüm bu hazine benim için ancak bir belâ, tehlike olurdu. Aldığım torbayı yatağımın üstüne döküp saydım. 750 altın. İki sandıkta 600.000 altın. Kaarun hazinesi. Kirilos bu altınları nereden ve kimden almış kime niçin götürüyordu?..
“Yediyüz elli altının bir kısmını heybeme, bir kısmını da yatağımın yünleri arasına yerleştirip sakladım.
“Sadık uşak akşam biraz geççe geldi, çok telâşlı idi: — Hazret geldi mi Mitrokan?.. diye sordu. Henüz gelmediğini söyledim, rahat bir nefes alarak: — Aman benim buradan ayrıldığımı öğrenmesin.. dedi.
“Kırık kilitleeri yerlerine üstün körü yerleştirip sandıkları yine kerevet altına koymuştum. Kirilos o gün odada yalnız kaldığımı öğrenseydi ilk işi sandıklarına el atmak olacaktı.
“O gece ikinci rüyâyı gördüm, Hristos bana acele Kudüs’e gel dedi. Kirilos bu habere hem sevindi, hem üzüldü, sevinci benim yüksek mânevi mertebem, üzüntüsü hem ruhanî mertebesi yüksek hem de dilrübû yaratılmış bir genç dosttan ayrılmak mecburiyeti idi. Bana olan muamelesi değişmiş, sanki o benim uşağım olmuştu.
“O gün Yafa iskelesine hareket edecek bir vapuru hazır bulduk. Kirilos’un gözünde Kudüs dâvetinin ehemmiyeti bir kat daha büyüdü. Beni vapura kadar uğurladı, öpüştük ayrıldık.
“Öyle zannediyorum ki Kirilos sandık kilitlerinin kırıldığını görünce bana kızmamış, yalnız bir torbacık aldığım için insaflıymış çapkın demiştir.
Kudüs’de — Yafa iskelesine çıkar çıkmaz ilk işim âlâ elbiseler ve samur kürkler, seccadeler satın almak oldu; ve eli yüzü düzgün, kaşı gözü yerinde bir de uşak tuttum, ve Kudüs’e bir metropolit azamet ve debdebesi ile gittim. Orada Ayios Nikolaos manastırında yerleştim. Bana iki odadan mürekkep bir daire tahsis edildi. Birinde genç uşağım, birinde de ben oturacaktım. Benim odamı gayet âlâ döşediler, ve çalar saat, aziz resimleri ve gümüş şamdanlarla tezyin ettiler. Kirilos’un Macar altınlarını harcıyarak bir hafta ruhanî bir prensi gibi yaşadım.
“Altınlarımın bir kısmını ve yeni satın aldığım esvaplarla bazı kıymetli eşyayı Yafa’da kiralayıp kapattığım han odasında bırakmıştım. Bir hafta sonra uşağımla beraber Yafa’ya onları almağa gittiğimde başımdan yeni bir mâcera geçti. Assiye adında bir arap rakkaseye çılgın gibi, yıldırımla vurulmuş gibi âşık oldum.
Rakkase Assiye — Assiye bir hıristiyan Araptı. Henüz onyedi yaşında simsiyah saçlı, kömür gözlü, tatlı esmer bir kızdı. Onu genç ve yakışıklı uşağımın sâyesinde tanıdım.Ondokuz yaşında olan bu oğlan bir zangoçun oğlu olduğu halde mektepten kaçmış, sanat öğrenmek için usta yanında durmamış, kahveci ve meyhaneci çıraklığı yapmıştı. Yafa’da o körpe yaşına rağmen bilmediği, girip görmediği yer yoktu.
“Yafa’da hayatları kadınsız geçen keşişlerin gizli eğlenceleri için evler vardı, bu evlerin hemen hepsini Yahudiler işletirdi, en devamlı müşterileri de Kudüs deki Rus papasları idi. Çalgı, rakkas, rakkase, kız, mahbub, içki, kumar her şey vardı. Bu evlerden birinde gördüğüm Assiye beni öylesine büyüledi ki rakkaseyi evvelâ üç günlük bedelini ödeyerek kapattım. Kız da bana karşı vahşet göstermedi, hattâ bilâkis çok yaklaştı, bana, koca olarak tahayyül ettiği güzel ve kuvvetli erkek olduğumu söyledi: — Bir keşiş olmasaydın senden hiç ayrılmazdım! dedi.
“Selvi Manastırındaki Köse Petrof’u hatırladım, Assiye’ye o müthiş fâhişeyi anlattım, kendisini bir dayak, tüysüz keşiş uşağı oğlan kılığında Ayios Nikolaos Manastırına pek âlâ sokabilirdim. Nitekim aynı manastırda çok güzel bir tüysüz keşiş görmüştüm, bir sabah pencere önünde saçlarını tararken kız zannetmiştim. Öğrendim ki bu güzel küçük keşiş yamağı bir Rus Grandükünün oğlu imiş, ve adı Konstantin imiş, babasının arzusu hilâfına bir uşağı ile buraya kaçmış.
“Assiye ince bir Arap kızı idi. Henüz tam gelişmemiş göğsü ile vücudu, körpe bir delikanlı vücudundan farksızdı. Teklifimi âdeta sevinçle karşıladı.
“Bu gizli evlerin bütün zevk vâsıtaları zavallılar bir esirciden farksız muhabbet simsarlarının pençelerinde idi. Assiye, ve çok zeki oğlan olan uşağımla şunu kararlaştırdık: Arap kızı bir sabah erkenden kaçacak ve kendisini tâyin ettiğimiz bir sokak başında bekleyen uşağımla başka bir Yahudi evinde keşiş cübbesi ve serpuşu ile tebdili kıyafet ederek misafir kaldığım hana gelecekti, ve derhal Kudüs’e doğru yola çıkacaktık.
“Yafa’dan Gelibolu’ya firar — Arap kızı keşiş oğlan kılığında geldi, tam o sırada Kudüs’teki Ayios Nikolaos Manastırı başkeşişinden bir mektup aldım, başkeşiş: patrik vekili Kirilos bu sabah Beyrut’tan buraya geldi, sizinle hemen görüşmek istiyor, derhal Kudüs’e geliniz diye yazmış. Üstümden bir teneke kaynar su dökülmüş gibi oldum, mâşukamla uşağıma: — Siz beni az bekleyin, acele bir işim çıktı.. dedim, ve mektubu getiren keşişe de: — Görüyorsun, araba kapıda, zaten geliyordum, hep beraber gideriz ,sen uşaklarımla biraz otur, bir yerde emânet akçam var, onu alıp geleyim.. dedim.
“Bütün eşyamı, sandığımdaki yüzlerce altını handa bırakıp üstümdeki paramla, ki ne kadar olduğunu bilmiyordum, limana koştum ve kalkmak üzere olan bir gemiye atladım, geminin Gelibolu’ya gittiğini de ancak yolda öğrendim.
“Bu firarım ile de büyük bir hatâ işlediğimi yıllarca sonra anladım, Kirilos’un beni bir hırsız gibi ele vermiyeceğini bilmeli idim, zira kasdı beni yakalatmak olsaydı, Ayios Nikolaos Manastırında izimi bulunca ulu orta dâvet etmez, zabtipe vâsıtası ile tuttururdu, ama ben yılgındım. Balaban Haydutun hayali zaman zaman gözlerimin önüne gelir, yalın ayaklarımın bileklerinde taşıdığım zincirin şakırtısını da işitirdim.
“Baş döndüren mâcerâlar — Bundan sonraki mâceram baş döndürür. Gelibolu’dan Filibe’ye gittim, evvelce bir müddet keşişlik yaptığım Kıricima Manastırında üç ay kaldım. Orada bir sabah odamı basarak yakaladılar, Filibe’ye götürülüp despot konağında hapsedildim. Bana Kirilos’un kırmızı mumla mühürlü bir mektubunu verdiler, metropolid: Oğlum, benden niçin kaçtın, hırsızlığının hesabını seni sevmiş olan bir adama vermek hakkında iyi olacaktı, şimdi mukaddes gayeler için toplanmış bir paranın nefsânî arzular yolunda hebâ olmasının cezâsına katlanman lâzım diyordu.
“Kirilos’dan çaldığım 750 Macar altınının nerelere sarf edildiğini gösteren mufassal bir defter tanzim ettim, bu para ile ne gibi eşya satın almıştım, bu eşyayı nerelerde ve kimlerin elinde bırakmıştım, ve paranın ne kadarını çarçur edip harcamıştım, hepsini yazdım. Üstümdeki parayı aldılar, bin küsûr kuruştu. Defteri verince oda hapsinden çıkıp göz hapsine alındım, bu hürriyet benim için kâfi geldi, o gün Filibeden kaçtım, doğru Kıricimaya gittim, manastır baş keşişinde on altınım vardı, onu defterde çarçur edilmiş paralar arasında göstermiştim. Adı Sarafim olan başkeşiş hâlime acıdı, beş altınını verdi. Parayı alınca manastırdan ayrıldım, tabana kuvvet, dağlardan, ormanlar arasında Vidin civarında Vıraca kasabasında Karlıkoğlu Manastırına gittim. Orada altı ay keşişlik yaptım, sonra tekrar Aynaroza gittim ve Rusko Manastırına girdim.
“Aynarozda bir gün Zograf Manastırına uğradım. Bir zamanlar Nişde zevcem Gano Hanım diye yanımda kadın kıyafetinde dolaştırdığım keşiş Teofilos’u yine orada buldum. Çocuk serpilmiş, karanfil bıyık ve zârif bir sakal ile pek dilber bir delikanlı olmuştu, altmış, yetmişlik ak sakallı keşişler, despotlar Teofilos’a bir put gibi tapıyorlardı.
“Rusko Manastırında tam onbir sene kaldım. Bu onbir yılın içinde beni alâkadar eden tek vaka genç ve güzel Teofilos’un esrârengiz ölümü oldu, bir yardan yuvarlanarak parçalanmıştı. Ben de vaktiyle Zleni Manastırında böyle bir ölümle tehdit edilmiştim. Keşişler arasında sapık münasebetler yüzünden öyle menfur kinler, intikam duyguları vardır ki, bunu onların arasında yaşamıyanlar bilemezler, anlayamazlar.
“Rusko’dan Dalmaçya’ya geçtim, bir buçuk sene de oralarda dolaştım, sonra İstanbul’a geldim. Patrikhâne beni Karadeniz sâhilinde Msura Manastırına başkeşiş tâyin etti, dört sene de orada kaldım. Manastır hesaplarını vermek üzere İstanbul’a geldiğimde 12.000 kuruş açığım çıktı. Patrikhânede onbeş gün kadar hapsedildim, fakat bu parayı benden alamadılar, yalnız başpapaslığımı aldılar. Bir gün patrikhane mutfağında bir yangın çıktı, o telâş arasında kaçdım; Kayseri’ye giderek bu kasabaya dört saat mesafede Yanartaş Manastırında iki buçuk sene keşişlik yaptım. Kendimi o kadar emin bir insan bildirdim ki bu manastırın zenginliği meşhur hazinesinin anahtarlarını bana teslim ettiler.
“Yanartaş Manastırı soygunu — Bir mahzen ki içi gümüş ve altın haçlar, kimi elmaslı, kimi yakutlu, zümrütlü; gümüş ve altın tepsiler, şarap kupaları, âyinlerde metropolidlerin, destotların göğüslerine taktıkları ve diskopotri dedikleri mücevherli nişanlar, altın ve gümüş şamdanlar, kandiller, kaşıklar, ve tarihî hâtıralar taşıyan yığın yığın giranbaha eşya hırsız Mitrokan'ın teslim edilmişti.
“Bir gün manastırın başkeşişi Partinoz, Arap rakkase Assiye’ye benzettiğim Eftim adında Bodrumlu esmer güzeli bir genç keşişi okşayıp öptüğüm için bana bir tokat attı. Bu tokatın intikamı, Yanartaş Manastırı hazinesinin feci bir şekilde talanı oldu.
“Hem hazinedar hem de bekçi idim, yattığım oda, manastırda ayrı bir bölme teşkil eden hazine mahzeninin hemen kapısı önünde idi. Soygun ile beraber başkeşişten intikam için Bodrumlu Eftim’i de kaçırmayı kafama koydum. Çok fakir bir balıkçının oğlu olan bu çocuğu kandırmak gâyet kolay oldu, beni katır ile manastırdan çıkarken gördüğünde, arka taraftaki keçi yolundan kaçacak, ben de onu, evvelden tedarik edeceğim bir köylünün yanında ve atla önüm sıra ılgarla gönderecektim. Evvelâ en kıymetli diskopotriyi aldım, boynuma asarak iç gömleğimin altında gizledim ki Erzurum Paşasının göğsümde bulduğu nişandır. Sonra biri elmaslı biri zümrütlü iki altın haç, üç tane güzel som altın kupa, üç altın şamdan, üç altın tabak, ve kıymetlerine paha biçilmez dört altınlı ikon aldım ki bu ikonları İstanbul patrikhanesi istediği halde göndermemişlerdi. Hepsini heybemin iki gözüne yerleştirdim, ve daha birçok şey aldım. Bu hazırlık günlerce sürdü.
“Sonra bir kaptan ağzından kendime bir mektup yazarak başkeşiş Partinos’un huzuruna çıktım: — Bir mektup aldım, vilâyetimden bana para göndermişler, kaptan Mersin İskelesinde beni bekliyormuş.. diyerek izin aldım, ve manastır bahçesinden kaptana hediyelik meyva götürmek istediğimi söyledim, ona da müsaade etti.
“Bir heybenin iki gözünü dolduracak kadar elma, armut ve erik toplattım, fakat bu meyvaları heybelerin içindekini örtecek kadar göstermelik koydum, geri kalanı odamın bir köşesinde gizledim. Manastırdan bir de yol tezkeresi aldım, ve bir sabah katırla manastırdan ayrıldım. Hazine anahtarları da yanımda idi.
“Yanartaş Manastırından Mersin beş konak yoldur. Keşiş Çeşmesi denilen yerde tembih ettiğim köylüyü iki at ile beni bekler buldum. Yarım saat sonra da Bodrumlu geldi, onu köylü ile bir konak ileri yolladım.
“Dördüncü konakta önüme gümrük memurları çıktı, heybemi muayene ettiler, kıymetli eşyayı görünce gözleri parladı. Baktım ki başıma bir iş çıkacak, gümrükçülere bir altın tepsi ile bir altın kupa vererek ellerinden sıyrıldım. Mersine vardığımda Eftim’le kılavuzu köylüyü limanda bir kahvehanede beni bekler buldum, hazine anahtarı ile katırı o köylü ile manastıra geri yolladım, adam ayrıca başkeşişi görecek, benden selâm götürerek Eftim’i merak etmemesini, çocuğun yanımda çok rahat olduğunu söyliyecekti. Bir altın kupayı bir meyhaneciye rehin adı altında bırakarak bir miktar para aldım ve hemen bir gemiye atlıyarak Bodurumlu küçük arkadaşımla İskenderiye’ye kaçtım. Bindiğim küçük arkadaşımla İskenderiye’ye yerleşmiş, keşişlere son derecede hürmetkârdı, beni evinde misafir etti; işte bu dâveti kabul etmekle büyük bir hatâ işledim.
“Son mâcerâ — Niyetim Mısır’dan Tûri Sînâya gidip Eftim’le oradaki manastırlardan birinde yerleşmek ve âhir ömrüme kadar orada yaşamaktı. Fakat o manastırlara diğer manastırlar gibi her gelen keşişi almıyorlardı. Bu manastırların İskenderiye’de bir keşiş nâzırları vardı, oraya girebilmek için ancak onun müsaadesi lâzımdı. Bu adam Hacı Dimitri kaptanın aziz dostu olduğu halde bana Tûri Sînâ’ya girme izinnâmesi vermedi. Bunun üzerine Eftim’le beraber üçüncü defa olarak Aynaroza gitmeye karar verdim, fakat hiç beklenmez bir aksilikle karşılaştım.
“Kaptan Dimitri’nin ondokuz yaşında bir oğlu vardı, evden öteberi çalar satar ve akranı olmayan çapkınlarla meyhanede yermiş. Bir gün benim heybeyi yoklamış ve içinde kilise eşyası görünce şaşırmış, çalamamış ama babasına haber vermiş. Kaptan beni sıkıştırdı, bu kıymetli kilise eşyası sende ne gezer dedi, yakamı bırakmadı, muhakkak ki sen bunları manastırdan çaldın dedi. Üç kıymetli haçı aldı, sâirlerini bıraktı:
— Mersin’e gideceğiz, seni orada zaptiyeye teslim edeceğim, ben bu haçları Kayseri’de manastıra götürüp hırsızlık malı olup olmadığını soracağım, ben dönünceye kadar da sen zaptiye nezaretinde kalacaksın dedi.
“Kaptan, hayırsız oğlu, Eftim ve ben tekrar gemiye bindik. Çapkın oğlanla gemide babasından gizlice ahbaplığı ilerlettim: — Eline ne geçti ve geçecek ki babana bunları haber verdin?. dedim. — Ben de pişmanım şimdi, seninle anlaşmalıydım dedi. — Yine mümkün dedim.
“Oğlanla anlaştık, ona satması çok kolay iki altın şamdan verdim, Beyrut İskelesinde babasını oyalıyarak beni kaçırttı, benim de ilik işim Bodrumluyu İstanbul’a kaçırmak oldu. Gümrük memurlarından Arnavut Hacı Ali adında birinin vasıtasiyle Rusçuklu fıçıcı Ömer Ağa’dan iki antika altınlı ikon karşılığı bir miktar para aldım, başıma bir kefiye sarıp arkama da bir maşlah giyerek gece menzilhaneden tuttuğum bir beygirle Şam’a kaçtım. Ömer Ağa’dan aldığım para ancak yol harçlığı olmuş ve Şam’da beni birkaç gün beslemişti. Hancıya oda bedeli karşılığı küçük altın bir istavroz ile bir gümüş kaşık verdim, oradan Cebeli Lübnan’da Eliya Manastırına gittim. Niyetim İstanbul’a gitmekti, orada beni bekliyecek olan Eftim’i bulacak idim. Cebeli Lübnan’da ihtilâl çıktı, dürziler ayaklandı, bazı köylerle manastırlara hücum ettiler. Elimde Kayseri soygunu malından son kalan bir gümüş istavrozla bazı kıymetli kilise eşyasını da bu manastırın başkeşişi Makaryosa vererek bir miktar harçlık aldım ve bir beygir kiralıyarak Haleb’e gittim. Orada beni Filibe’den tanıyan bir abacı ile karşılaştım: — Sen keşiş Mitrokan değil misin? dedi. Boş bulundum:
— Evet, dedim.. Yine sordu:
— Nereye gidiyorsun?..
— Konya üzerinden geçecek bir kervanla İstanbul’a dedim. Meğer Kayseri soygunu etrafa yayılmış, zaptiye her yerde beni arıyormuş..
— Soyduğun hazineden sus payı vermezsen seni ihbar ederim.. dedi.
“Elimde bu adama verecek bir şey kalmamış idi. Çarşı ortası idi, kalabalıktı, elinden güçlükle kurtulabildim ve yolumu değiştirerek şehirden çıkmak üzere olan Erzurum kervanının devecileriyle anlaştım ve bu kervana katıldım, İstanbul’a Trabzon yoliyle giderim dedim. Erzurum’da da vali paşa tarafından yakalandım. İşte benim mâceram budur mustantik efendim”.
İstintak zaptı sureti burada sona eriyor. Asıl adı Gabruvalı İstoykooğlu Mihail’in bundan sonraki hayatı tamamen meçhulümüşdür.
Gabruvalı İstoykooğlu Mihail’in İstanbul’da serbest bırakıldığını ve belki de Bodrumlu küçük Eftim’i bularak onunla Romanya’da İbrâil’e gittiğini, ve orada bir müddet sonra genç Adrien (Panayit İstrati) ile tanıştığını tehmin ediyoruz.
İstoykooğlu Mihail
(S. Bozcalı’nın eli ile)
Mihail Prisova Manastırında
(S. Bozcalı’nın kompozisyonu)
Theme
Person
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM060257
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 6, pages 3104-3112
Note
Image: volume 6, pages 3105, 3106
See Also Note
B.: Mihail
Theme
Person
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.