Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BÖLÜKBAŞI (Rıza Tevfîk)
Şâir, edîb; hiç bir mektebe mal edilemiyecek haşmetli büyük bir kaalemin sâhibi; tıb tahsili yapmış, “Doktor” unvânını almış, fakat icrâyi tabâbet etmemiş; felsefe ile iştigal etmiş, kendisine “Filosof” demişler, bu tevcîhi benimsemiş, fakat ne bir mektebin mensûbu, ne de yeni bir doktrinin vâzıı olmuş, hattâ bu alanda bir lise felsefe mualliminin salâhiyetine dahi sâhib olamamış; siyaset ile uğraşmış, devir devir komitacı olmuş, meb’us olmuş, nâzır olmuş, bir devletin mukadderatını tâyin edecek bir sulh muahedesinin imzasında murahhaslar heyeti âzâsı, diplomat olmuş, fakat bu politika hayatında rollerini asla başaramıyan gaayet kötü bir aktör olmuş, bu yüzden uzunca bir zaman için vatan dışında yaşamak cevrü cefâsına katlanmış; lâkin uzun ömrü boyunca ve son demi hayatına kadar dâimâ büyük şâir kalmış ve türk edebiyatının semâsında yerini boş bırakan bir yıldız gibi üfûl etmişdir.
Aşağıdaki satıları 1939 senesinde İbnülemin Mahmud Kemal İnal’e gönderdiği oto biyografiden alıyoruz:
“Ben, Hoca Mehmed Tevfik Efendi ismiyle kendi âleminde maruf, fakat Gelibolu’da meşhur bir âdemin beş evlâdının ilkiyim. Babam “1249” cümadelâhiresinde Makedonya’nın Cumaibalâ kasabasında doğmuşdur. Yirmi yaşında İstanbul’da Fatih Medresesine girmiş 1278 (1861 - 1862) de icazet almış ve derhal imtiha...
⇓ Read more...
Şâir, edîb; hiç bir mektebe mal edilemiyecek haşmetli büyük bir kaalemin sâhibi; tıb tahsili yapmış, “Doktor” unvânını almış, fakat icrâyi tabâbet etmemiş; felsefe ile iştigal etmiş, kendisine “Filosof” demişler, bu tevcîhi benimsemiş, fakat ne bir mektebin mensûbu, ne de yeni bir doktrinin vâzıı olmuş, hattâ bu alanda bir lise felsefe mualliminin salâhiyetine dahi sâhib olamamış; siyaset ile uğraşmış, devir devir komitacı olmuş, meb’us olmuş, nâzır olmuş, bir devletin mukadderatını tâyin edecek bir sulh muahedesinin imzasında murahhaslar heyeti âzâsı, diplomat olmuş, fakat bu politika hayatında rollerini asla başaramıyan gaayet kötü bir aktör olmuş, bu yüzden uzunca bir zaman için vatan dışında yaşamak cevrü cefâsına katlanmış; lâkin uzun ömrü boyunca ve son demi hayatına kadar dâimâ büyük şâir kalmış ve türk edebiyatının semâsında yerini boş bırakan bir yıldız gibi üfûl etmişdir.
Aşağıdaki satıları 1939 senesinde İbnülemin Mahmud Kemal İnal’e gönderdiği oto biyografiden alıyoruz:
“Ben, Hoca Mehmed Tevfik Efendi ismiyle kendi âleminde maruf, fakat Gelibolu’da meşhur bir âdemin beş evlâdının ilkiyim. Babam “1249” cümadelâhiresinde Makedonya’nın Cumaibalâ kasabasında doğmuşdur. Yirmi yaşında İstanbul’da Fatih Medresesine girmiş 1278 (1861 - 1862) de icazet almış ve derhal imtihan vererek Mektebi Mülkiyei Şahaneye girüb iki sene sonra şehadetname almış ve sarığı çıkarmış, 1280 senei hicriyesinde iki yüz elli kuruş maaşla Zabtiye Nezareti konturato dairesine kâtib olarak hizmeti devlete girmiş ve ayni zeman bazı maruf aile genclerine ders vermekle de meşgul olub muhabbet ve hürmetlerini kazanmış. Bu zevâtı kiramın çoğuna ben yetişdim ve inâyet ve himâyetlerine mazhar oldum. Bilhassa Mümtaz Efendi zâde Ali Riza Paşa merhum babamın pek dostu ve hâmisi idi. Babam böyle İstanbul’da üç sene meşgul bulunduktan sonra Münire isminde bir çerkes kızı ile teehhül etmiş, ve Yanya vilâyetinde bâzi nevahi müdirliğinde gezmiş ve terfii rütbe ederek Edirne vilâyetinde Cisri Mustafapaşa kazasına kaymakam nasbolunmuş. Bu tarihden dört ay sonra yani 1285 senesi remazanının yirmi üçüncü günü güneş doğmazdan iki dakika evvel ben, Meriç sahilinde kâin hükûmet konağında dünyaya gelmişim ki 1869 Kânunisanisinin yedinci gününe tevafuk ediyor.
“Babam, Cisri Mustafapaşa’da bir buçuk sene oturmuş ve becâyiş suretiyle Kırkkilise’ye nakli memuriyet edüb orada da bir sene hizmet etmiş, oradan da ayni suretle Babaeski’ye gidüb üç sene iki ay kalmış ve yine becâyiş suretiyle Cisri Mustafapaşa’ya avdet ve yirmi altı ay daha hizmet etdikden sonra işden isti’fa edüb İstanbula rücu’ etdiği zeman ben yedi yaşını iki ay geçirmiş bir çocuk olduğum halde ilk defa olarak payitahtı ziyâret etmiş bulunuyordum. Cisri Mustafapaşa’da dört buçuk yaşımda iken âminlerle, ilâhilerle mektebe başlâdığımı ve mektebden hiç hoşlanmadığımı hatırlıyorum. Menâzırı tabiîyeden de zihnimde birçok lâtif mübhem levhalar kalmış idi. “Serâbı ömrüm”, “Meali tabiat” ve “Şamı gariban” unvanlı manzumelerim o güzel hayalâtı şiir lisaniyle tasvir arzusunun eseri ilhâmıdır.
“İstanbul’a geldiğimiz zeman 1876 Eylûlü idi. O sene meğer pek tehlikeli bir buhran zemanı imiş. Biz, Rumeli’nden İstanbul’a perişan bir halde hücum etmeğe başlıyan biçâre islâm muhacirlerinin sefalet ve felâketine o zemanlar şahid olduk. Çünki Üsküdar’da Bülbülderesi mezarlığının medhaline nâzır bir sed üzerinde kâin viran bir küçük evde kira ile oturuyorduk. Babam bu hengâmei kıyametde bizi geçindirebilmek için yine hocalığa baş vurdu ve o civarda Musevî’lerle meskûn Dağhamamı’nda “Sion” mektebine türkce hocası olarak intisab etdi ve beni de en küçük çocuklarla ders okumak üzere meccânen kabul etdirdi. Bu mekteb meşhur “Alyans İzraeliyet” müessesatından idi. 1879 senesine kadar haftada beş def’a muntazaman devam etdik. Ve ben fransızca ve yahudiceyi pek güzel konuşacak kadar öğrenmişdim. O zeman bukadar erken iki ecnebi lisanı öğrenmeğe başlamış Türk çocuğu hiç yoktu sanırım. 1879 senesine kadar Sultan Aziz’in hal’i ve Muradın culûs, Çerkes Hasan vak’ası, Sultan Murad’ın hal’i ve Sultan Hamid’in culûsu, Rus harbi ve netayici faciası ve kahtü galâ gibi felâketlerin hepsini gördük. Babamdan da evde birçok şeyler işidir ve çok korkardım ve müteessir olurdum.
“İstanbul’dan hiç hazzetmedim! O sene Maarif Nezareti babamı Beylerbeyi ve Davudpaşa rüşdiyelerine kavaidi türkiye ve inşâ muallimi olarak tayin etti. O mekteblere de yine beraber öğleden sonra haftada ikişer gün giderdik. On ay da böyle geçdikten sonra babama İzmit Müddeiumumî muavinliği tevcih olundu. Bin dört yüz kuruş maaş içün değil, fakat İstanbul’da cismen ve ruhan pek fena yorgun düştüğü içün kabul etti. Hemen İzmit’e gittik. O zemanlar o güzel memleket katil bir malarya menbaı idi. Hepimiz hastalandık. Yedinci ayda genc ve dinc validem vefat etdi. Bu felâketden bir hafta sonra pek perişan bir halde yine Üsküdar’a döndük. Bir ay dinlendik. Sonra babam, bilmem hangi dostum delâletiyle Nişantaşı’nda Muzikai Hümayun Feriki Necib Paşa’nın konağından Nerkis Edâ isminde bir hanımla evlendi. Sultan Murad saraylılarından idi. Bir ay sonra yine İzmit’e gittik. Beş ay kadar daha oturabildik. Babamın makamata recaası üzerine ayni memuriyetle Gelibolu’ya nakli tensib olundu. Heman İstanbul’a döndük ve oradan Gelibolu’ya gitdik. Ben o zeman on üç yaşımı bir ay aşmıştım. O dilber memlekette tamamiyle serâzâd ve cevval, tendürüst, haşari lâkin hassas ve meveddetperver bir çocuk olarak tabiatin kucağında yaşadım ve büyüdüm. Babam hastalıklı bir âdem olmakla beraber terbiyei fikriyem ile meşgul olmaktan fariğ olmazdı. Orada rüşdiye tahsilini ikmâl ettim ve birinci çıktım.
“O sene babam beni İstanbul’a götürdü ve Ali Riza Paşa merhumun himmetile Galatasaray Sultanisi’ne meccânen leylî kabul olundum. (1886).
“İyi çalışdım. Ertesi sene o kadar sıkıldım ve pervâsız bir yaramaz oldum ki sınıfdan döndüm ve Geliboluya ricat etdim, bir daha İstanbula gitmek istemedim. Babam, artık benimle tekayyüd etmedi. Fena halde müteessir oldum. Temamiyle serbest kaldığım halde hayatımdan bezdim. On yedi yaşımı sürüyordum. Nihâyet babam beni tekrar İstanbula tahsile göndermeğe râzı oldu ve kendi götürdü, yine Ali Riza paşanın sayei himayetinde Mektebi Mülkiyei şahanenin birinci sınıfına leylî olarak meccânen kabul olundum. Paşa merhum, resmen bana vasî olmuşdu. Ve tatil günlerini de Nişantaşındaki konağında geçirirdim.
“Mektebi Mülkiyenin pek parlak ve uyanıklık devri idi. Hocalarımız Türkiyenin en büyük ulemasından müteşekkil bir heyeti mümtâze idi. Talim, pek serbest ve talebenin seviyei irfanı çok yüksek idi. Şiir zevki ve heyecanı âdeta umumî idi. Namık Kemal’in, Ziya Paşa’nın, Hâmid’in, Ekrem’in bir beyti bütün mekteb talebesini heyecane getirirdi. Yalınız Mülkiye mektebinde o zeman başlı başına şair olarak İbnürreşad Ali Ferruh, İhsan, Ali Kemal ve bilâhare İskrapar kaimmakamı namiyle şöhretşiar bir şairi sofî olan Ali Riza ve benim sınıf arkadaşım olan Ali Seydi merhumları zikretmek yeter. Yoksa herkes bu muhiti irfan içinde şairliğe namzed olarak yetişiyordu. Ben onlardan biri idim ve şiir yazıyor idim. Edebiyatdan, şiir ve inşâdan da birinci çıkmışdım. Bu devri saadet, bir devri nekbete döndü. Jurnal edilen mekteb hocaları hep dağıldı. Tahsil ve talim usuli kontrol altına alındı. Buna karşı talebe fena halde isyan etdi. Bâzi kişileri tard etdiler. Onların için de ben vardım. 1890 senesi açıkda kaldım.
“O esnada pederimin Geliboluda seretan illetinden vefat etdiğini haber aldım, gitdim. Aile işlerile meşgul oldukdan sonra İstanbula avdet etdim. İmtihan ile Tıbbiyei mülkiyeye girdim. Arnavud köyünde Arnavud İsmail Kemal beyin evinde oturuyordum. Gelibolu mutasarrıfı iken beni tesadüfen tanımış ve çok teveccüh göstermişdi. Talebeye bir konferans verdimdi. Fakat hususî bir yerde idi. Jurnal etmişler. İsmail Kemal Beyin evinde tevkif edilüb kitablarımla beraber Zabtiye nezaretine tahtelhıfz sevkolundum. Bir ay kadar mevkuf kaldım. Nazım Paşa merhum o vakit pek parlak bir Zabtiye nazırı idi ve zeki, afif, münevver, şâir ve insaniyetperver bir âdemdi, bana pek eyi muamele etdi. Beni tebrie uğrunda çok himmet gösterdi. Tevkifhâneden otuz gün sonra çıkdım. Fakat çok perişan idim. Ayasofya hamamı civarında sakin şehremaneti muhasebecisi Reşad Efendi merhumun (R. E. Koçunun dedesi) oğlu Reşid Bey (R. E. Koçunun amcası) Sultanî arkadaşlarımdandı. Beni evine davet etdi. Saikai hiddetle Nazım Paşaya küstah bir mektub yazdım. Bu sefer Zabtiye habishanesine girdim. Bir hafta caniler ve hırsızlarla konuşdum. Lâkin kış şedid idi. Fena hasta oldum. Çıkarmak istediler, çıkmadım, inad etdim. Hile ile çıkarub serbest bırakdılar. Tıbbiye idaresi de beni tardetmiş idi. Zeki Paşayı gördüm, tekrar mektebe kabulümü emretdi. Beni, pederimin akrabâsı bu hayatdan kurtarmak içün evlendirdiler. Mektebi Tıbbiyei Mülkiyeden akibet 1315 de (1897) ve dört aylık bi rçocuk babası olarak doktor çıkdım. Lâkin -tâbiri mahsusı üzere- çokdan mimlenmiş olduğumuzdan dolayı şahadetnamemi vermediler, ihtiyaten haczedüb beni başı boş salıverdiler.
“Merhum Cenab Şehabeddin ile görüşdüm. Kendisi benden bir iki yaş büyükdü ve çekirdekden yetişmiş karantine doktoru ve Karantine meclisi âlisi âzasından biri idi. O zeman karantine müdiri olan meşhur Ahmed Midhat Efendi de matbuat âleminde biraz şöhret kazanmağa başlamış olduğumdan dolayı beni tanımış ve defeat ile benimle görüşmüş bulunduğu içün teveccüh gösterirdi. Merhum Cenab, bana karantine hizmetine girmeyi tavsiye etdi. “Daha serbestdir ve bir hayli müddet taşralarda hizmete mecbur olacağın için ayda otuz İngiliz lirası alırsın ve uzun zeman gözden kaybolub ismini unutturursun” dedi. Midhat Efendiye resmen müracaat etdim. “Fakat şahadetnamem mahcuzdur” dedim. “Mektebden bir kâğıd getir, biz onun üzerine maumele yaparız zararı yok” dedi. Öyle yapdım. İmtihan verdim. O sırada hacca gitmek üzere harekete müheyya bir vapur varmış, Midhat Efendi, tavsiye etdi. Bindim, yola çıkdık. İstanbulda kıyamet kopmuş. Jurnal etmişler, Ahmed Midhat Efendinin etekleri tutuşmuş. Fakat bana temamile itimadı olduğu içün “şimdi bir telgraf çekerim Çanakkaleden döner” demiş. Filhakika telgrafı alır almaz avdete mecbur oldum. Bu yüzden birçok suallere maruz ve cevablara mecbur kaldım. Nihayet Avrupaya kaçmak niyeti ile değil, dünyanın en müdhiş cehennemi olan “Kamaran” adasına gitmekde olduğum anlaşılınca “Şevketmeab Efendimiz sizin gibi okumuş âdemlerin İstanbulda hizmet etmesini tercih buyurdular” diye taltif edildim. Muhterem hocalarımdan Rasim ve Mustafa Münif Paşanın tensibi ile ve bin beş yüz kuruş maaşla Gümrük eczayı tıbbiye müfettişliğine tayin edildim. Bir de Cemiyeti tıbbiyei mülkiyeye âza oldum. Bu vazifelerle ilânı meşrutiyete kadar kanaat etmişdim. Lâkin ilânı meşrutiyetden bir sene evvel pek aziz dostum Manyasî zade Refik Bey merhumun ibrâmı ve tavassutu üzerine İttihad ve Terakki Cemiyeti hafiyesine girüb pek çok arkadaşlarıma oraa mülâki olmuşdum. İlânı meşrutiyetdeki faaliyetimi zikre hacet yok. Mebus olduğum zamanı da hikâyete lüzum yok. Meclis dağıldıkdan sonra bir sene boşda kaldım. Balkan muharebesinden sonra karantine meclisi âzası nasbolundum. Ve Harbi umumi nihayetine kadar o mevkii muhafaza etmekle beraber eserlerimi yazmakla vakit geçirdim. Darülfünunda büyük bir şevk ile felsefe dersleri verdim.
“Mondros muahedesi üzerine düveli galibe askerleri memleketimizi işgal etdikleri zeman merhum Sultan Vahidüddinin emri ve ısrarı üzerine nazır oldum, sonra âyan âzası oldum. Fakat hakikatde hükûmet hizmetine girmiş olduğuma şiddetle nâdim oldum. Kâşki kendi zevkıma göre ulum ve felsefe ve şiir ile vakit geçirmiş olsa idim belki iki odalı bir evim olurdu. Ve ömrüm de yok yere heder olmazdı.” (İ. M. K. İnal, Son Asır Türk Şâirleri)
Çağdaş yazarlardan Hilmi Yücebaş (B.: Yücebaş, Hilmi), millî kütübhânemize hediye ettiği kıymetine bahâ biçilmez edebî vesikalar cildleri arasında bir de “Filozof Riza Tevfik” neşretmişdir; 1958 de üçüncü baskısı yapılan bu kitabın baş tarafında bu yorulmaz araştırıcı ve toplayıcı kalem, Riza Tevfik hakkında şunları yazıyor:
“1869 yılında Rumelinin Cisr’i Mustafa paşa (Tsaribrod) kasabasında doğan Rıza Tevfik Bölükbaşı, baba cihetiyle Arnavud, ana cihetiyle Çerkes olduğunu şu beytiyle açıklamıştır:
Babam Arnavuttu, anam Çerkes
Bilmeyen varsa öğrensin herkes...
“Babası kaza kaymakamlıklarında bulunan Hoca Mehmet Tevfik Efendidir. Rıza Tevfik, Yahudi, Ermeni mekteplerinde ve Galatasaray Lisesinde okumuş, haşarılığından dolayı muhtelif mektepler değiştirerek Tıbbiyeye girmiştir. Buradan da bir iki kere çıkarılmışsa da nihayet diplomasını alabilmiştir. Gümrükte hekimlik, Cemiyeti Tıbbiyede âzalık etmiş, 1908 Meşrutiyet inkılâbında şiirleri, tenkidleri ve nutuklariyle herkesin dikkatini çekerek Edebiyatı Cedide erkânı arasına girmiştir. Bir müddet “Malûmat” gazetesinde çalışmış, ilk açılan Mebusan Meclisine Edirne Mebusu seçilmiştir.
“Önce İttihat ve Terakki ile beraber olduğu halde, sonra muhalefete geçmiş, politika mücadeleleri arasında da hapsedilmiştir. Bu yüzden siyaset hayatını bırakarak ilim ve edebiyatla meşgul olmağa karar vermişse de yine kendini heyecanlı politika cereyanlarından bir türlü kurtaramamıştır. Damad Ferid kabinesinde Maarif Nâzırı, Şûrayı Devlet Reisi olan Rıza Tevfik, sulh konferansında Osmanlı devleti murahhası olarak Sevr’e gitmiştir.
“İstanbul Darülfünununda felsefe profesörü bulunduğu mütareke yıllarında, millî hareketlere karşı muhalif kalması, talebenin isyanını mucib olunca Rıza Tevfik Darülfünundan çekilmeğe mecbur kalmış ve millî zaferden sonra yurt dışına çıkarak adı “Yüzellilikler” listesine girmiştir. O sıralardaki yazılarında hatalı politikasından pişman olduğunu samimî surette itiraf etmiştir.
“20 yıllık gurbet hayatından sonra 1943 yılında memlekete döndüğü zaman çok ihtiyarlamış bir halde idi. Bir müddet istirahattan sonra kıymet-li makaleler ve şiirler yazmaktan geri kalmadı ve 1948 yılında “Yeni Sabah” gazetesinde “Biraz da ben konuşayım!” başlığı altında hâtıralarını neşretti.
Eserleri: Şiirlerini Serâb-ı Ömrüm (Kıbrıs, Lefkoşa, 1934, ikinci baskısı İstanbul 1949) adlı kitapta toplamıştır. Ayrıca Abdülhak Hâmid ve Mülâhazat-ı Felsefiyesi (1913) adlı tenkid eseri ile, Felsefe dersleri (1914) Mufassal Kamus-u Felsefe (1914) adlı eseri ve Rübaiyat-ı Ömer Hayyam 1922, Hüseyin Daniş’le, beraber) adlı bir tercümesi vardır. Muhtelif gazete ve mecmualarda çıkmış birçok edebî ve ilmî makaleleri de mevcuttur.
“Yedi - sekiz lisan bilen Riza Tevfik, mizacına uygun bulduğu Bektaşiliğe de intisab ederek nasib almış ve Baba olmuştur. Hece vezniyle yazdığı koşma ve divanları birer şaheser olarak yıllarca dillerde dolaştı. Hafiyelik yapmayan, paraya tapmayan, el etek öpmeyen Riza Tevfik 30 Aralık 1949 Cuma günü saat 21.15 de vefat etmişdir.”
Hilmi Yücebaşın “Filozof Riza Tevfik” adlı eserde topladığı başlıca makaleler, kitabdaki sırasına göre şunlardır:
Orhan Seyfi Orhon, Feylesof hicivleri;
Hakkı Sühâ, Riza Tevfik;
Prof. Hilmi Ziya Ülken, Filozof ve şâir Riza Tevfik;
Dr. A. Adnan Adıvar. Feylesof;
Ruhi Naci Sağdıç, Filozof Riza Tevfik;
Refik Halid Karay, Riza Tevfik’in ilk nâzırlığı (Minelbâb ilel mihrab’dan);
Refik Halid Karay, Riza Tevfik’in dört yemeği;
Mustafa Ragıb Esadlı, Filozof Riza Tevfik;
Mustafa Ragib Esadlı, Riza Tevfikin hitâbesi;
Refi Cevad Ulunay, Üstad Riza Tevfik;
Refi Cevad Ulunay, İstemem eksik olsun;
Refi Cevad Ulunay, Üstadım seni unutmadık.
Fazıl Ahmed Aykaç, Riza Tevfiki düşünerek (manzum);
Tevfik Nevzad Çağdaş, Riza Tevfik için (manzum)
Orhan Seyfi Orhon, Serâbı Ömrüm (iki makale);
Orhan Seyfi Orhon, Filozof Riza Tevfik;
Halide Edib Adıvar, Serâbı Ömrüm;
Mustafa Ragıb Esadlı, Son şiiri;
İsmail Habib Sevük, Bektaşi nefesleri ve Riza Tevfik;
Vâhid Lütfi Salcı, Muhibban Gazeteci ve Riza Tevfik;
Adnan Tahir, Riza Tevfikle başbaşa;
Kandemir, Riza Tevfikle son görüşme;
Halid Fahri Ozansoy, Riza Tevfik ve Terlikçi Salih Efendi;
Ahmed Hamdi Tanyeli, Riza Tevfikin ittihadcılarla kavgası;
Refi Cevad Ulunay, Feylesof hapishânede iken;
M. Süleyman Çapanoğlu, Çapanoğlu ve Riza Tevfik;
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Riza Tevfik Baba;
Muallim Vahyi Ölmez, Riza Tevfikin bir mersiyesi;
Zehra Celasun, Âile hayatından notlar;
Halid Nihad Boztepe, Feylesof Âyanda (manzum);
Halil Nihad Boztepe, Feylesofun istifası (manzum);
Fazıl Ahmed Aykaç, Riza Tevfik (manzum);
Filozof Riza Tevfikin hayatından şirin bir hâtıra olan aşağıdaki satırları Refî Cevad Ulunay’ın bir yazısından alıyoruz (Riza Tevfik; mektubları, s. 26 - 68) :
“Riza Tevfik’i Bektaşîliğe sevkeden lisan meselesinden başka biraz de dekorun tesiri olduğuna şüphe yoktur. Rumelide seyahatlerinden birinde misafir olduğu bir bektaşi tekkesini bana şöyle anlatmıştı:
— Bir sabah pek erkendi. Tekkeye geldik. Taş kemerli kapıdan girdim. Tatlı bir rüzgâr koyu nefti servileri sallıyor, tekkenin avlusunda çiğden ıslanan otlar güneşin ziyasile parlıyor gibiydi. İç avluda geniş bir şadırvanın orta havuzundan billûr gibi sular akıyordu. Etrafta kimseler yoktu. Şadırvanın yanındaki bir tahta peykeye oturdum; etrafımda daldan dala sıçrayan kuşların cıvıltılarını dinliyerek bekledim; biraz sonra hücrelerden birinin kapısı açıldı, kulağı menkûşlu, beyaz sakallı dinç bir ihtiyar çıktı. Yüzünde pek yakın bir Cem âleminin mahmurluğu görülüyordu. Yavaş yavaş şadırvana yaklaştı. Gümüş gibi akan suyu yüzüne kuvvetli kuvvetli çarparak yıkandı. Boynuna attığı çevresile silinerek bana doğru geldi.
— Hoş geldin imanım! dedi.
“Muhatabıma baktım, etrafımdaki dekora baktım. Bir tablo seyrediyorum sandım.
Bektaşiler nefeslerini çuğurla söylerler. Bu nefesler Bektaşi tekkelerinin duvarlarını aşarak halk arasına yayılmışlardır.
“Nesimî’nin bütün saz şairleri tarafından okunan şu şiirine bakınız:
Ben melâmet hırkasını deldim giydim eğnime,
Ar-ü namus şişesini yere çaldım kime ne?
Sofular haram demişler şol aşkın şarabına,
Ben doldurur ben içerim güneh benim kime ne?
Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,
Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni,
“Nesimî” ye sordular ki sen yârinden hoş musun?
Hoş olayım, olmayayım o Yâr benim kime ne?
“Rıza Tevfik, yaptığı nefeslerle Nesimî’yi fersah fersah geçmiştir, diyebiliriz. İşte misali:
Gel derviş, beri gel, yabana gitme,
Her ne arıyorsan inan sendedir.
Nefsine beyhude eziyet etme,
Kâbeyse maksudun rahman sendedir...
Çöllerde dolaşıp seraba bakma,
Allah Allah deyip semaya bakma,
Talibi Hak isen kitaba bakma,
Okumak bilirsen Kur’an sendedir
İlminde bir kılı kırka yararsın,
Etrafına bakıp kimi ararsın?
Gördüğüm rüyâda sade sen varsın,
Bu tehî kubbeyi kuran sendedir.
Kılı kırk yarmaya irfandır deme,
Ona yahşi, buna yamandır deme,
Şuna gerçek, buna yalandır deme,
Birinin aslı yok; yalan sendedir.
Ayrı mâna verme küfr ile dîne,
Varıp gelme şaşkın şekkü yakine,
Arifsen agâh ol sırrı mübine,
Şerre mail isen şeytan sendedir.”
Riza Tevfikin ölüm döşeğinde yazdığı son şiiri, zevcesi Nazlı Hanıma hitâben şu mısrâlar olmuşdur:
Hiç ummayacak bir asabî derd-i serim var.
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var!
Ben bihaberim kendi sürekli elemimden,
Gel nabzıma bak! Tut şu soğuk cansız elimden,
Hiç unmayacak bir asabî derd-i serim var.
Nazlım bugün ayrılma yanımdan kederim var!
Riza Tevfik Bölükbaşı 1920 de İstanbulda ve 1939 da Cünye’de
(Resim : S. Bozcalı)
R. T. Bölükbaşı karikatürde
“Bizde heykel dikilseydi: Filosof..”
(Aydede, 1922)
R. T. Bölükbaşı karikatürde
“Dârüleyt âmın Zeybek Muallimi”
(Aydede, 1922)
R. T. Bölükbaşı karikatürde
(Aydede, 1922)
Theme
Person
Contributor
S. Bozcalı
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM060214
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
S. Bozcalı
Description
Volume 6, pages 3079-3084
Note
Image: volume 6, pages 3080, 3082, 3083
See Also Note
B.: Yücebaş, Hilmi
Theme
Person
Contributor
S. Bozcalı
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.