Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BOZACI GÜZELİ KARAGÖZ MUSTAFA İLE SERENDİBLİNİN KIZI DÜRDÂNE HANIM HİKÂYESİ
Cemiyet hayatı ve folklor bakımından hemen hepsi müstesnâ kıymet taşıyan yüzden fazla masal bilen ve bu masalları bir meddah ustalığı ile anlatan 1935 - 1940 arasında Bulgaristan’ın Eski Zagra kasabasında vefat etmiş İstanbullu Gülmen Hanımın ağzından zaptedilmiş bir İstanbul masalıdır:
Zamanımızdan şu kadar yüz yıl evvel Saraçhânebaşında seksen odalı konak sahibi olan karabiber ve çay tüccarı Serendibli Hacı Zafir Behmen Pûr İstanbulun sayılı zenginlerindendi. Güzelden güzel, zerâfet ve terbiyede bîbedel, zekâda akli evvvel, adı Dürdâne, bin körpe nigâr içinde bir tâne, on dört yaşında gonca gül, muhabbet dalında bülbül bir kızından başka evlâdı yoktu. Hem kızın güzelliği, hem de Hacı babasının serveti İstanbul delikanlıları arasında velvele salmış, nice paşa oğulları, bey zâdeler, mollazâdeler, emlâk ve akar sahibi âyan ve eşraf ve tüccar evlâdları için gelen görücü kafileleri Saraçhânedeki konağın eşiğini aşındırmağa başlamıştı. Hacı Behmen Pûr güzel kızını isteyenlerden hangisini tercih edeceğini şaşırmıştı.
Baht ve devlet kuşu zenginin başına konmuştur ama, gönül kuşu fakirin ten kafesinde de çırpınır. Ustanın dükkânı Çenberlitaşda Sultan Hamamının yanında, kendisi de gündüz dükkânda çalışır, geceleri elinde kalaylı güğümlerle sokak sokak dolaşır bozacı çırağı Karagöz Must...
⇓ Read more...
Cemiyet hayatı ve folklor bakımından hemen hepsi müstesnâ kıymet taşıyan yüzden fazla masal bilen ve bu masalları bir meddah ustalığı ile anlatan 1935 - 1940 arasında Bulgaristan’ın Eski Zagra kasabasında vefat etmiş İstanbullu Gülmen Hanımın ağzından zaptedilmiş bir İstanbul masalıdır:
Zamanımızdan şu kadar yüz yıl evvel Saraçhânebaşında seksen odalı konak sahibi olan karabiber ve çay tüccarı Serendibli Hacı Zafir Behmen Pûr İstanbulun sayılı zenginlerindendi. Güzelden güzel, zerâfet ve terbiyede bîbedel, zekâda akli evvvel, adı Dürdâne, bin körpe nigâr içinde bir tâne, on dört yaşında gonca gül, muhabbet dalında bülbül bir kızından başka evlâdı yoktu. Hem kızın güzelliği, hem de Hacı babasının serveti İstanbul delikanlıları arasında velvele salmış, nice paşa oğulları, bey zâdeler, mollazâdeler, emlâk ve akar sahibi âyan ve eşraf ve tüccar evlâdları için gelen görücü kafileleri Saraçhânedeki konağın eşiğini aşındırmağa başlamıştı. Hacı Behmen Pûr güzel kızını isteyenlerden hangisini tercih edeceğini şaşırmıştı.
Baht ve devlet kuşu zenginin başına konmuştur ama, gönül kuşu fakirin ten kafesinde de çırpınır. Ustanın dükkânı Çenberlitaşda Sultan Hamamının yanında, kendisi de gündüz dükkânda çalışır, geceleri elinde kalaylı güğümlerle sokak sokak dolaşır bozacı çırağı Karagöz Mustafa danıda ve henüz on yedi yaşında, bıyıkları duman duman yeni terlemiş esmer güzeli bir garip yiğit oğlan da Serendiblinin kızı Dürdâne hânımın güzelliğini işitmiş, yüzünü görmeden kıza âşık olmuştu. Yatsı namazını kıldıktan sonra güğümlerini kapar, bir yol Saraçhanebaşına koşar, yanık sesiyle:
— Boozaaa, boza!.. diye bağırırdı.
Başında keçe külâh, sırtında yamalı mintan, yamalı cebken, şalvarı cebkenine denk, ayağında kaba yün çorap, yarım papuç, dükkânda yatıp kalkar bekâr uşağı idi, belki de gömleğinin ve mintanının yakalarına, dikiş boylarına sıra sıra dizilmiş bitceğizleri de vardı; mürahik oğlan mâşukasının küffü olmadığını biliyordu; hemşehrileri, ayakdaşları tarafından alaya alınmaktan korkmuş, derdini kimseye açamamıştı.
Başında keçe külâh vardı ama, o baş şahin başıydı. Sırtındaki pelâspâreleri çıkarıp atsa, şehlevend vücudunun güzelliğine Yûsufi Mısrî imrenirdi. Beyzâdeler, paşazâdeler Karagöz Mustafanın eline değil, yumru topuklu ve kalem kalem parmakları nasırlı ayağınadahi su dökemezlerdi. Aslında semtinde de lakabı «Bozacı Güzeli» idi.
Fakat insanlar tuhaftır, Çenberlitaş hamamcısı gelip hamamında soyunup dellâk olması için Karagöz Mustafanın adımına bir altın sayardı da, Mustafa: «Ben Serendiblinin kızına âşıkım, ey hayir sahipleri gidip Allahın emri ve Peygamberin kavli ile benim için o kızı anasından babasından isteyin!» diyecek olsa, herkes: «Oğlan aklını oynatmış, elini ayağını bağlayın!.» derdi.
Karagöz Mustafa bu aşk derdi ile yemekten içmekten kesilmiş, hani nerede ise hasta döşeğine yatacaktı.
Bir gün İstanbul’un meşhur esircilerinden ve çöpçatan kadınlarından Ayyar Zeliha Çenberlitaştaki dükkâna boza içmeğe geldi. Yırtık, erkek gibi kadındı, daha kapıdan girip kafese çıkarken:
— Boza içmeğe geldim ama, burada Bozacı Güzeli bir oğlan varmış, onun elinden isterim!.. dedi.
Karagöz Mustafa yalın ayağında takunya, belinde peştemal, kolları sıvalı, beyaz keçe külâhının kenarından bir tutam kara kâkülü kaşının üstüne dökmüş, cilveli reftâr ile ve yüzünde mahzun bir tebessümle hanımın hizmetine koştu. Ayyar Zeliha oğlanı kâkülünden topuğuna kadar şöyle bir süzdü:
— Elhak...Methettikleri kadar güzel imişsin delikanlı!.. dedi.
Hicâbından, oğlanın yalnız yüzü değil, çıplak ayakları bile kızardı.
Ayyar Zeliha, kafes arkasına Karagöz Mustafanın ustasını çağırttı:
— Bre ağa!.. Sen ne makuule ustasın?.. dedi.
— Hayrola hanım.. Ne oldu ki?.
— Ne olacak ki... Senin şu tâze civan Bozacı Güzeli çırağın hastadır... Usta olursun da Allahın garibi çırağının ahvâline neden mukayyed olmazsın?..
Adam düşündü, kadın haklıydı, Mustafa bir haftadan fazladır ki, yemekten içmekten kesilmişti ve şetâretini kaybetmişti.
— Belî,.. On gündür yemez, içmez, elimden ne gelir?..
— Şimdi senin elinden bir şey gelmez, vaktinde mukayyed olmak gerekti, bu oğlan hastadır ve hem de aşk hastasıdır!..
Karagöz Mustafa hani nerede ise olduğu yere çöküp yığılıverecekti. Ayyar Zeliha gözlerini oğlanın gözleri içine dikti:
— Şimdi İstanbul civarının ağzında bir Dürdâne Hanım adı dolaşır, cümle âlem kendisini değil, tasvîrini dahi görmeden kulakdan adını duymuş o nigâra âşıktır; sakın sen de Serendiblinin kızına gönül vermiş olmayasın!?. dedi.
Kadın sözünü bitirir bitirmez Bozacı Güzeli dizleri üstüne çöktü ve Zelihanın oturduğu peykeye kapanıp hüngür hüngür ağlamağa başladı. Kadın oğlanı ensesinden tuttu:
— Kaldır başını delikanlı! dedi. Aşk yarası göz yaşiyle timar olmaz...
Yaşlı gözleriyle Karagöz Mustafa bir kat daha güzelleşmişti, Zelihaya melûl melûl bakarak:
— Ya ne yapayım? diye sordu.
— Evvelâ sil şu güzel kara gözlerinin yaşını..
— . . . .
— İyi olacak hastanın hekimi yağına gelir..
— . . . .
— Bana bu İstanbul şehrinde Çöpçatan Ayyar Zeliha derler...
— . . . .
— Kz olsun. oğlan olsun, kimse pençemden kurtulmaz, dilersem yalın ayaklı hammala vezirin kızını alırım, hammalın kızını da padişahın şehzadesine verip sultan yaparım..
— . . . .
— Senin gibi yalın ayaklı, yarım pabuçlu ve başı keçe külâhlı bozacı çırağını Saraçhanebaşındaki karabibercinin konağına iç güveysi koymak benim için iş değildir, değildir ama, söyle bakayım Bozacı Güzeli, sana bu iyiliği yaparsam bana ne verirsin?..
Karagöz Mustafa kadının ellerini öptü, ellerini bırakıp eteklerini öptü:
— Ben bir garip bozacı çırağıyım.. Sana ne verebilirim ki.. dedi.
— Benim de senden istediğim altın, akçe değildir..
— Ya nedir?..
Ayyar Zeliha pervâsız:
— Bozacı Güzeli!. Bana kendini bir kerecik öptürür müsün?!.. dedi.
Oğlan güzel başını uzattı:
— İstediğini peşin vereyim.. Neremden istersen öp! dedi.
Gözleri, gamzeleri, yanakları, dudakları, gerdanı, Mustafanın öpüp koklanacak her yerinin muhakkak ki, ayrı ayrı tadı vardı, fakat Ayyar Zeliha garip oğlanı bir ana şefkati ile alnından öptü; ve:
— Ustandan izin al, takıl peşime, gel benimle beraber!.. dedi.
Aradan iki ay geçmişti ki Saraçhanebaşında atlı bir nehcivan herkesin alıcı gözüne çarpmağa başlamıştı. Dağistan taraflarının işi kımetli bir eyer vurulmuş bir küheylânın üstünde ter bıyıklı, kara gözleri kudretten sürmeli kişmîrî bir delikanlı, bir şehzadei civanbaht idi. Aslında ise bir gün al çuhalar, ertesi gün mavi çuhalar, bir üçüncü gün de mor çuhalar giyen, bazan âşıklar kâbesi gibi siyahlara bürünen, bazan da ak esvaplarla zanbak misâli görünen, belinde baha biçilmez Hind şalları, başında samur kalpak üstünde mücevherli sorguç, ayağındaki pabuçlarına varınca şakır şakır altın sırmalar içinde...
Bu delikanlı, Çenberlitaşdaki bozacı çırağı Karagöz Mustafa idi. Fakat öylesine değişmişti ki, yıllarca burun buruna oturduğu ustası ve bekâr odasında döşeklerini yanyana serip yattığı kalfası görmüşler de tanıyamamışlar: «Ne kadar da bizim Mustafa’yı andırır, aceb hangi gülüstanın gülüdür?» diye sormuşlardı. Ayyar Zeliha’nın Saraçhanebaşına ve oğlanın gezip tozarak göründüğü yerlere saldığı adamlar da soranlara:
— Dağistanda hanlar hanı Karabudak Hanın şehzadesi imiş!..
— Babası yedi hanlık ve yedi kadılık yere hükmeder imiş!..
— Han babasından izin alıp seyyahı âlem olmuş!..
— Bu hanzâdenin ismi şerifi Şebçırağ Yâkub Han’dır!.. diyorlardı.
— Aceb nerede yatar, kalkar?..
Diye soranlara da:
— Galiba Esirci Zeliha Hanımın konağında kalır...
Cevabını veriyorlardı, hattâ izahat da veriyorlardı:
— Esirci Zeliha Hanımın babası vaktiyle o taraflara gidip geldiği için bu nevcîvanın han babasiyle tanışırlarmış... diyorlardı.
Ayyar Zeliha da bir gün arkasına iki halayık takıp Serendiblilerin konağına gitti. Misafire riayet ve hürmetin şart bilindiği İstanbul ananelerine uyularak karşılandı. Çöpçatan Zeliha sohbet içinde Dağistan Hanzâdesi Şebçırağ Yâkub Handan söz açdı; oğlanın güzelliğinden öylesine ballandıra ballandıra bahsetti ki, herkesten ziyade Hacı Behmen Pûr’un güzel kızı Dürdâne Hanım dikkat kesildi. Akşam olunca da Hacının hanımı dinlediklerini kocasına nakletti. Hacı Zâfir Behmen Pûr:
— Ben de işittim, fakat delikanlıyı görmedim, fevkalâde güzelmiş, bizim Mısır çarşılılardan biri bir gün al çuhalarla görmüş, oğlana hayran olmuş... dedi.
Bir başka gün Ayyar Zeliha’nın sağ eli yerinde Çarşanbalı Benli Hürmüz etekleri zil çalarak konağa geldi. Serendiblinin karısına:
— Tebrik ederim hanımefendi!.. dedi.
Kadıncağız şaşırdı:
— Hayrola. Ne vardır ki?.. diye sordu.
— Hanlar Hanı Karabudak Hanın oğlu Şebçırağ Yâkub Han kerimenize talip olmuş!..
Kadıncağız şaşırdı:
— Bir yanlışlık olacak.. Başkasının kızı olacak.. Bize kimse gelmedi, bir şey söylemedi.. dedi.
— Yanlış değil hanımcığım, yanlış değil!.. Karabibercinin kızı Dürdâne diye herkesin ağzında..
— Bize kimse gelmedi, benden kız isteyen olmadı.
— Hacı Efendiye gitmişlerdir, ondan istemişlerdir, malûm ya, oğlanın burada kimsesi yok...
O gün Hacı Zâfir Behmen Pûr’un akşam dönüşü konakta heyecanla beklendi. Karabiber ve çay tüccarı gayet neşeli dönmüştü, toptan mühim bir satış yapmıştı. Bir borçlu, batmış sandığı bir parasını özürler dileyerek getirmiş, iki seneden fazla hiç haber alamadığı Serendibdeki ortağından da mektup gelmişti. Hanım kocasının neşesini, kızlarının Dağistan hanzâdesi için istenildiğine hamletti. Hacı, daha harem kapısından girer girmez Şebçirağ Yâkub’dan haber sordu.
Adamcağız:
— Dur yahu, nefes alayım, bu ne merak... dedi.
Güzel Dürdâne de yüreği çarparak babasının ağzına bakıyordu. Hacı anlattı:
— Bugün nihâyet gördüm.. Güzelliğine söz yok..
— . . . .
— Kişmîrî bir mahbubu zîbâ...
— . . . .
— Hâli ve tavrı da gayetle müeddeb...
— . . . .
— Arkasında lalası, çarşıdan bir geçişi vardı, bakışından, adım atışından hanzâde olduğu belli ..
Kadın çekine, korka:
— Kız için söz verdin mi?.. diye sordu.
Hacı Zâfir bir şey anlamadı:
— Ne kızı, ne sözü?..
— Bizim kız ayol...
— Ne olmuş bizim kıza?..
Hanım da şaşırdı:
— Hanzâdeden sana haber gelmedi mi?..
— Yahu, bu akşam sende bir acaip hal var, anlayamıyorum..
— Efendi, Dağistanlı hanlar hanının oğlu bizim kıza âşık olmuş...
— Bu da nereden çıktı?
— Nereden çıkacak, herkesin ağzında...
Serendiblinin karısı o gün duyduğunu olduğu gibi nakletti. Hacı Zâfir:
— Bana kimse gelmedi... dedi.
Sakalını karıştırdı, azıcık düşündü:
— Oğlanı gözüm tuttu...
— . . . .
— Hani hanzâde olmasa da...
— . . . .
— Helvacıda, bozacıda, aşçıda çırak, iskelede kayıkçı, fırında hamurkâr da olsa...
— . . . .
— O güzellikte, o terbiyede olan bir delikanlıya Dürdâne’yi hiç düşünmeden veririm!... Elverir ki itlik yolunda olmayup iffet sâhibi olsun...
Aradan iki üç gün daha geçti. Serendiblilerin harem takımı sabahtan akşama gözleri kapıda, esirci Zeliha’nın yolunu gözledi.
Ana baba yüz göz olmamak için konağın yaşlı ve emektar bendegâniyle kızın ağzını yokladılar. Güzel Dürdâne boynunu büktü:
— Ben onların sözlerinden dışarı çıkmam, babam beni kime verirse varırım, ister şehzade olsun, ister kayıkçı, helvacı, bozacı... dedi.
Ayyar Zeliha Serendiblilerin konağına tam onbeş gün sonra geldi, o gelinceye kadar Dağistanlı civan da Saraçhanebaşında görünmemişti.
Zeliha kapıdan girer girmez öyle bir sual yağmuruna tutuldu ki cevap vermek için feracesini çıkarmaya vakit bulamadı:
— Şebçirağ Han kızınıza âşık... dedi.
— ? . . .
— Öyle âşık ki çıra gibi yanıyor..
— ? . . .
— Fakat istemeğe cesaret edemiyor..
— ? . . .
— Harçlığı kalmamış.. Cebinde ancak memleketine dönecek kadar parası var.. Düğün masrafı yapamıyacak.
— ? . . .
— Dağistana gidip babasından düğün parası alıp dönecekmiş..
Bu haber Serendiblilerin konağındaki mürüvvet sevincine bir kırıklık verdi. Evvelâ şu kadar yıllık emektar kâhya kadın:
— Şehzademizin Dağistana gidip dönmesi ne kadar sürer?.. diye sordu.
Çöpçatan Zeliha muhtemel suallerin cevabını evvelden hazırlamıştı:
— En azdan üç yıl sürer...
— ! . . .
— Tâ Dağistan’a gidip gelecek, komşu kapısı değli, Kaf Dağının ardı...
Ve âdeta müjde verir gibi ilâve etti:
— Bu Şebçırağ Yâkub Han tam on altı kardeşin en küçüğü imiş...
— ! . . .
— Taht babasından sonra en büyükleri olan şehzade Kûhinûr’a kalacakmış..
— ! . . .
— «O ki bana hanlık yoktur; anasının babasının bir tanesi zevcemi alıp Dağistan’a götürmek revâ değildir» demiş...
— ! . . .
— «Han babamdan sermaya alacağım, Hacı Behmen Pûr hazretleri nasıl Serendibden kalkıp bu şehri şehîri İstanbulda vatan tutmuş ise, ben dahi İstanbul’da yerleşip Han babamdan aldığım sermayeyi Hacı babama verip ticaretle iştigal edeceğim..» demiş.
Serendiblinin karısı içini çekti:
— Üç yıl dile kolay.. Nasıl bekliyeceğiz? dedi.
Kızın dadısı da:
— Haydi biz bekliyelim, kızımız bekler mi?.. dedi.
Kâhya kadın da söze karıştı:
— Eşiğimiz her gün görücü ayağı ile aşınıyor, kızımızı dün de Mısır Mollası’nın oğluna istediler!..
Bir cariye de çekine çekine:
— Mollanın oğlu da bir içim su imiş!.. dedi.
Hanım ikisini de azarladı:
— Mollazâdeymiş, yok bir içim su güzel oğlanmış diye ortalığa fit sokmayın, pişmiş aşa su katmayın, benim gönlüm hanoğluna yattı...
Kâhya kadın hanımın akıl hocasıydı, onu bir kenara çekti:
— Düğün masrafı dediğimiz nedir?..
— . . . .
— Üç yıl beklemeğe ne lüzum var?..
— . . . .
— Hacı efendi düğünü yapar, Dağistan şehzâdesini iç güveyisi alırız.
— . . . .
— Sonra şehzade Dağistana karısı ile bareber gidip gelir...
— . . . .
— Hem oğlanın babası da güzel gelinini görür...
— . . . .
— Hem de kızımız Dağistana varınca bu kadar diyar görür...
— . . . .
— Vallahi ben dahi kızımızla gidip gelirim...
— . . . .
Tesadüf, o gün Hacı Zâfir Behmen Pûr da evde idi. Hanım koştu, meseleyi kocasına açtı. Hacı Efendi de:
— Üç yıl beklenmez... dedi.
— . . . .
— Kızımızın çeyizi hazır... Oğlanı da içeri alacağız. Konakta onlar için iki üç oda döşemek kaç günlük iş!... dedi.
— Hanzâde üzülmesin, düğünü ben yaparım... dedi.
— . . . .
— Oğlanın İstanbul’da yerleşmesi niyetine de memnun oldum, kızı verirken zâten ben de bunu şart koşacaktım. dedi.
— . . . .
— O hanıma söyleyin, hanzâdeye söylesin, delikanlı da yarın lalasiyle mağazaya gelsin, kızı benden istesin!.. dedi.
Ve Serendibli Hacı Zâfir Behmen Pûr kızına bir düğün yaptı ki koca İstanbul ayağa kalktı. Konağın etrafındaki sokaklara bile ziyafet sofraları kuruldu. Dâmâdı görenler güzelliğine hayran oldu, “Yûsufu Mısrî bu şehzadenin ayağına su dökemez” dediler.
Kız ile oğlan gündüzleri diz dize, göz göze kumrular gibi seviştiler; gece muhabbetlerini tasvir için de gök yüzünde ayın on dördü, gonca gül üstünde de bülbül şakırdı diyelim.
Aradan bir buçuk, iki ay geçti. Serendibli’nin konağında şehzadenin Dağistan seyahati için hazırlık başladı. Fakat tam bu sıralarda konağa bir Tatar geldi ve Şebçırağ Han’a kara bir haber getirdi:
Dağistan’da ihtilâl çıkmış, eski düşmanları olan haydud Ehremen Pelîd şehri basmış, Karabudak Han ile bütün oğullarını kesmiş.... Bütün malları, hazineleri yağma edilmiş... Bu felâket karşısında Şebçırağ Hanın anası da ölmüşdü.
Dilber delikanlı saçlarını yllup göğsünü yumruklayarak ağlamağa başladı. Serendibli:
— Evlâdım ölenlere ağla ama, mal ve hazine için elem çekme. Han baban yoksa Hacı baban vardır. Ben artık ihtiyar oldum, yarından tezi yok seni mağazaya götürürüm ve cümle işimi sana teslim edip artık köşeye çekilirim... dedi.
Karısı da:
— Hanzâdem sen sağ ol... Ya biz de oralarda olsaydık ne yapardık, bizi de kıtır kıtır keserlerdi... dedi.
Gece oldu, odalarına çekildiler. Delikanlının gözleri dinmişti ama dudaklarındaki ah of durmadı.
Serendiblinin kızı:
— Allah aşkına bırak şu ahları, ofları!.. dedi.
Delikanlı:
— Nasıl bırakırım... Şu dünyada garip kaldım... Penbe mremerden sarayımız, her birinde bir kasrı âli bulunan kırk adet bağ ve bahçe gülistanlarımız gözümün önünden gitmez...
Deyince Serendiblinin kızı kendisini tutamayıp bir kahkaha attı:
— Hangi han baba, hangi saray, hangi kasırlar ve hangi bağ bahçe gülistanlar?...
— . . . .
— A benim gönül tahtımın sultanı Bozacı Güzeli Karagöz Mustafa, Dağistan nerededir bilir misin?..
— . . . .
— Senin haberin var mıdır ki babamı kandırıp beni alan sen değilsin.
— . . . .
— Hacı babama bu oyunu ben oynadım.
— . . . .
— Seni boza satarken kafes ardından gördüm, görür görmez de sana gönül verdim... Beni bu yarım pabuçlu şehbaz garip oğlana vermezler, dedim.
— . . . .
— Dadımla başbaşa verdik, Çöpçatan Ayyar Zeliha’yı bulduk... Ona bu oyunu ben tâlim eyledim, seni Dağistan hanzâdesi yaptım...
— . . . .
— Eğer muvaffak olamasa idim, yükte hafif pahada ağır mücevheratımı alıp sana kaçacaktım...
— . . . .
— Gözümde saray, koak, bağ ve bahçe yoktur, benim her şeyim sensin ey Bozacı Güzeli!..
Theme
Folklore
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM060179
Theme
Folklore
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 6, pages 3046-3050
Theme
Folklore
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.