Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
«BOĞAZİÇİ YALILARI»
Çağdaş türk edebiyatının pek seçkin bir sîmâsı ve has mânâsı ile bir İstanbul Efendisi, bir İstanbul kibarı olan Abdulhak Şinasi Hisarın tam salâhiyetli kaleminden çıkmış bir eser; «Varlık Cep kitabları»nın 122 incisi olarak 1954 yılında basılmış ve neşredilmişdir; 94 sayfalık bu küçük, tadımlık eser şu makaaleleri ihtivâ etmektedir:
Eski yalıların hatırlatdığı Boğaziçi, Boğaziçi Yalıları, Yalıların etrâfı, Boğaziçi kayıkları, Boğaziçinde mevsimler, Yalılarda günler ve saatler, Boğaziçinde akşam gezintileri, Gezintiden dönüşler, Boğazici hâtıraları, Kanlıcadaki yalı, Havuzlu oda, Eski zaman eşyâları, Aynalar karşısında hanımlar, Boğaziçinde gurublar, yıkılan yalı.
Bu güzel eserden bir kaç parça alıyoruz:
«Eski Boğaziçinin yalıları gûya hendesî bir hesap neticesi değil de bir kalbin temayülleri, bir hevesin alâkaları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hâsıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş, solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş, kadit olmuş, su ile şişmiş, bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikâye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmî veya lâübali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi; tanışık, akraba veya yabancı; hep canlı mahlûklar gibi görü...
⇓ Read more...
Çağdaş türk edebiyatının pek seçkin bir sîmâsı ve has mânâsı ile bir İstanbul Efendisi, bir İstanbul kibarı olan Abdulhak Şinasi Hisarın tam salâhiyetli kaleminden çıkmış bir eser; «Varlık Cep kitabları»nın 122 incisi olarak 1954 yılında basılmış ve neşredilmişdir; 94 sayfalık bu küçük, tadımlık eser şu makaaleleri ihtivâ etmektedir:
Eski yalıların hatırlatdığı Boğaziçi, Boğaziçi Yalıları, Yalıların etrâfı, Boğaziçi kayıkları, Boğaziçinde mevsimler, Yalılarda günler ve saatler, Boğaziçinde akşam gezintileri, Gezintiden dönüşler, Boğazici hâtıraları, Kanlıcadaki yalı, Havuzlu oda, Eski zaman eşyâları, Aynalar karşısında hanımlar, Boğaziçinde gurublar, yıkılan yalı.
Bu güzel eserden bir kaç parça alıyoruz:
«Eski Boğaziçinin yalıları gûya hendesî bir hesap neticesi değil de bir kalbin temayülleri, bir hevesin alâkaları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hâsıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş, solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş, kadit olmuş, su ile şişmiş, bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikâye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmî veya lâübali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi; tanışık, akraba veya yabancı; hep canlı mahlûklar gibi görünürler, hep bir ruh, bir hüviyet ve bir hayat ifade ederlerdi.
«Yalıların, tabiata aykırı büyümüş, devleri hatırlatan pek büyükleri, gözleri bir intizam hissiyle tatmin eden ortancaları ve oyuncaklarla çocukları hatırlatan küçücükleri vardı.
«Yalıların çoğu eski zaman terbiyesi almış, başlarında mahallî, şarklı ve bize meçhul bir ilim yaşıyan, gönüllerinde bize eski gelen bir âlem taşıyan ve ömürleri hulyalarına uymamış olan ihtiyar hanımlara benzerlerdi. Kimlere benzediklerini etrafımda kolayca teşhis ederdim.
«Yalıların, denize girmiş, direkler üzerinde sulara konmuş olanları vardı. Ne hulyalarını, ne ruyalarını hâlâ bitirmemiş olanları vardı. Bazı yalılar, suların kenarında, geçecek hulyaları avlamak için kurulmuş dalyanlara benzerler; bazı yalılar, yelkenleri rüzgârla dolmuş, hayal iklimlerine hareket edecek gemilere benzerlerdi. Neye benzerlerse benzesinler, bütün bu yalılar eski Boğaziçi zamanlarının mahsulleri, hepsi de birer Boğaziçi mahlûku idiler.
«Uzaktan ve dış görünüşlerinden bunların hepsini tanır, hele kaçını ta vücutlarındaki gizli delik deşiklere, ruhlarının içlerine kadar nasıl mahrem bilirdim!
«Ailemin en yaşlı âzasının Kanlıca burnundaki ihtiyar yalısı, hasır döşeli geniş sofaları, küçük birer evi kaplıyacak avizeleri, hülyaların doldurduğu havuzlu odasiyle, eski bir devrin saltanatından bir parça taşıyan ve karaya oturmuş olan kocaman bir eski zaman gemisi gibiydi. Parmaklıklı rıhtımı denize dökülen bir bahçesi vardı ki, sular bunu dilim dilim yiyordu.
«Boğaziçliler, nesilden nesle, yalılarında yaşaya yaşaya, okadar çok hususiyetle ünsiyet peyda etmişlerdi ki, bu yalıların tadlarının ve Boğaziçi güzelliklerinin tiryakileri olmuşlardı. Bu yalılar, önlerinden kayıkla geçilirken, Binbir Gece Masalları saraylarına benzerlerdi. Bu yalılar, eski zaman kadınlarının âdeta feracelerinin renklerine, çiçek ve reçel renklerine, gül, çilek renklerine, yavruağzı, kavuniçi, karanfil kırmızısı gibi tatlı renklere bürünürlerdi. Ve hepsi de mahrem bir hayatın mahfazası olurlardı. Bu yalılar, bu sularla öyle hemhal olurlardı ki, nasıl, bir ud görünce o daha sükût ederken bile biz biraz mûsikî duyar gibi olursak, bu yalıları görünce de biraz Boğaziçi sabahı, Boğaziçi akşamı, gecesi, mehtabı, rûyası ve hulyası duyardık. Onlar öyle şahsiyet sahibi, bir musiki değilse de bir Boğaziçi âleti olmuşlardı.
«Boğaz tiryakilerinin daha ziyade severek «leb-i derya” da dedikleri bu eski halis Boğaziçi yalıları klâsik mimarîsinin hususî vasıfları vardır. Boğaziçi dediğimiz incelik, güzellik, sanat hârikasını vücuda getiren yalıyı yapan hassas mimar, ince birtakım hesaplara istinad eder: yalıyı, önündeki denizin emsalsız mavisiyle arkasındaki dağların yeşili arasında açar. Öyle ki, sofalar üzerindeki odaların kapıları açılınca, ön taraftaki sular ve arka taraftaki yamaçlar gözler için birleşir.
«Ayrı birer binası yoksa, bütün yalıların yarısı harem, yarısı selâmlıktır. Alt katın sofalar ve odaları mermerdir. İkinci kata yayvan ve geniş merdivenlerle çıkılır. Yukarı kattaki sofalar ve odalar ahşaptır. İklim çok güneşli olduğundan pencerelerin üstünde, gözleri güneşten korumak için, âdeta bir kasketin önü gibi, geniş saçaklar vardır. Bütün mimarî, yalının denizle devamlı irtibatı üzerine müstenittir. Yalının önünde yol yoktur. Yalı, deniz sathına gömülmüş ve hattâ bazen toprak değil, su üstüne yapılmış ve denize bakan odalar su üstüne çıkmıştır. Önlerindeki suları sanki daha ziyade içlerinde duymak için odaların altlarında kayıkhâneler vardır. Daha çok ve daha yakından su sesi dinlemek için, su sesine yalı içinde bir ilâve olsun diye, bu yalıların sofalarında ve hattâ bazen bunlara ilâveten bazı odalarında ayrıca birer havuz bulunur. Eski Türk, âşıkı olduğu bu sesleri daimî olarak duymak isterdi. Öyle ki, bu sular mütemadiyen akar, yalıda bu ses gece gündüz eksilmezdi. Hasretini duyduğu suların sevdasını yakından tatmin etmek istiyen eski Türkün bu aşkının ifadesi Boğaziçi yalısı olmuştur.
«Bütün yalılar birbirlerine, üst üste bitişik değillerdi. Büyük yalıların her biri bir bahçe içinde olduğundan bu bahçelerin ilâvesiyle, suyun yüzünde gördükleri maviliğe ve dağların yeşiline, yan taraflardaki odaların pencerelerinden, çiçeklerin renk âlemini de katmak istemişlerdi. Bu pencerelerden, bahçelerinin renk renk açan çiçeklerini görürler ve sükûtlarını duyarlardı. Böylelikle, yalının genişlik, yükseklik ve sessizlik tadlarını karıştırırlar, birleştirirlerdi. Yalının mimarîsinde, yanyana iltihak edebilecek bu odalarla sofalarının âleminden sonra diğer odalar yalının harem veya selâmlığına alınmazlar, yani, uşak, kayıkçı, bahçıvan odaları mutfak dairesi hep yalı haricine yapılırdı.
«Böylece, Boğaziçi, kayıklarla geçilirken, iki sahil boyunca, sırasiyle görünen gönül açıcı manzaralar, rengârenk evler, hulyalı yollar, beyaz saraylar, saray gibi yalılar, beyaz camiler, beyaz ve ince minareler, bahçeler, parmaklıklar, korular, köşkler, çeşmeler, kameriyeler, ağaçlar, çiçeklerle yirmi beş kilometrelik bir yol tutardı. Fakat bu emsalsiz yolu ifade için buna bir hıyaban, bir şehrah demek kâfi gelmez. Onu tarif için, uzun ve geniş bir havuz ve, eski zamanın güzel tâbiriyle, bahçe kelimelerine karışan, cennet diyarı manzaralarından bahseden hayalî bir kelime bulmak, icadetmek lâzım gelir. İnsanın bu füsusa kapılıp Nedim’in mısraına uyarak: «Bir peri sûret görünmüş. Bir hayâl olmuş sana! diyeceği gelir.
«Fakat yalı boyu denilen sahil kısmında yanyana sıralanan asıl yalıların sahipleri için Boğaziçi bilhassa yaz ve deniz diyarıydı. Burası sayfiye, hava tebdili, keyif, neşe, inşirah huzur, muaşaka ve hayal yeriydi. Bu, bir deniz değil, bir nehir değil, Boğaziçi’ydi.
«Her sene yaza doğru, pazar kayıklarına doldurulan ve saraylıların al renkli çuhalara, şehirlilerin beyaz örtülere sardıkları eşya denkleri odalara taksim edilir, haremlerin kafesli, selâmlıkların kafessiz pencereleri açılır ve Boğaziçi mevsimi, hamdolsun, bir kere daha başlamış olurdu.
«Boğaziçi yalılarında geçen bir devri, bir ömrü, bir mevsimi değil, bir tek günü bile, nasıl anlatmalı ki bu, bir gülü gösterip koklatmadan, onu tarif etmeğe benzer. Rikkatimize dokunan rengini nasıl söylemeli? ve gönlümüzü bayıltan kokusunu nasıl duyurmalı?
“İstorları, tül ve kumaş perdeleri kapamış olduğum halde, güneş, sabahları bunların arasından sızarak suların cünbüşünü, elektriklenmiş altın çubukları halinde, tavanda oynatırdı.
“Hizmetçi gelir, sabah çayını ve sabah gazetesini getirir, ilk açılan pencereden giren munis rüzgârlarla, güneşli neş’eli, parlak ve genç, yeni bir gün odanın içine dolar, yeniden başlardı.
“Denize atlarken nasıl bir an üşüyeceğimizi düşünerek tereddütle durur, ve sonra, duyacağımız soğuğun hazzına daha büyük bir acele ile dalarsak bu günün hazzı içine yatağımızdan öyle atılırdık.
“Denize giriş, yalının sofalarında ve bahçenin yollarında koşuştular ve oyunlar, bir sal üstünde gibi, kolayca bizi öğlenin âsude ve işgüzar yemek saatlerine götürürdü.
“Öğlenin bu olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sıcak ağır saatlerinden sonra bir gül gibi açılan ikindinin asıl güzel, mavimtrak ve şairane saatleri gelirdi.
“Bu zamanlarda neden şiir, resim ve musiki ile uğraşmadığıma acırdım. Zira dünya ve hayatın tadını duyduğumuz zamanlar bunu dile getirmek için şair, güzelliğini gördüğümüz zamanlar bunu tasvir için ressam ve ahengini dinlediğimiz zamanlar bunu duyurmak için musikişinas olmak ister ve bildiğimiz şairlerin, ressamların ve musikişinasların acizlerine ve sükûtlarına şaşarız.
“Boğaziçinde, ifade edilmek için, şiirin, resmin ve musikinin yardımına ihtiyaç gösterir gibi bir türlü ele geçmez ve ruha her zaman bir daüssıla verir bir hal vardır.
“İşsiz, yavaş, hesapsız gün, altın ışıklarını ikindinin mavimtrak saatlerinde usulca eriterek ve sonra ne çabuk bir çiçek gibi solarak, koyulaşarak, daha içli ve mor saatlere, akşamın tahassürlerine, vedalarına girer ve bir musiki dinletirdi.
“Güneş, ikindi üstü, yalının arka tarafına çekilirdi. O zaman sular bir akşam şivesiyle çağıldamağa koyulurdu. Günün güzel gözlere benziyen aydınlığı akşamın tadını duymağa başlıyan bir gönlün hüznünde ezilince ruha ve gözlere bu göklerden ve sulardan gelme serin bir mavilik serilirdi.
“Bütün bu nazlı, mavi, mırıldanıcı, akıcı sular gönlümde çağıldıyor, gönlümden geçiyor sanırdım.
“Bazı akşamlar, Boğazın her zaman canlı rüzgârları, daha ziyade serinleşir, bir meltem halinde eserdi. Bazı akşamların renkleri koyulaşır, bu renkler, bir nevi hafif mehtap gibi, daha tesirli bir halâvet alırdı. Bazı akşamlar, sular ve manzaralar yorgun bir içlilik alır ve Boğaziçi bir havuza dönerdi.
“Hakikat bir hayale benzer, insanlar birer evliyaya benzer, saatler birer çalgıya benzer, günler gelip geçen nazlı, veasız kadınlara benzer, mevsimler birer hâtıraya benzerdi. Ruhumun içinde, mavi sulariyle Boğaziçi muttasıl geçer, giderdi.
“Ezanî saat dokuz buçuk sularında, vapurla İstanbula mı ineceğimi, kayıkla Boğaza mı çıkacağımı düşünürdüm. Zira yazık ki her bir zevki intihap daima bir diğerini feda etmek bahasınadır!
“Ezanî saat on iki sularında karanlık artar, ortalığı kaplar, sular gittikçe lâcivertleşir, her şey, kayık ve sandallar biraz yorgunlaşır, pencereler kapanır, evlerin ışıkları birer küçük kandil açar, fâniliğini hatırlıyan ve düşünmeğe koyulan ruhlarda bir buhran olur, herkes kendi içine ve kendi odasına çekilir, ruh için bir inziva demi başlardı.
“Ve sonra, bazan mehtap gelir, inanılmaz, tılısımlı bir füsunla, - edebiyatımıza, resmimize ve musikimize daha aksettirememiş olduğumuz - parıltılaariyle şiirini ta yalının önündeki son sulara kadar serer, gûya yalının içine, ruhuna girmek isterdi. Ve rıhtımın önünde sallanan küçük dalga üstündeki bu mehtap parçası, hafızasız suyun üstünde kendinden habersiz oynıyan bu ışık parçası, gafil ve ilâhî bir çocuk gibi rikkatime dokunurdu. Onu ne çok severdim!
“Yalı, bence, ailemin mevcudiyeti, şefkati, muhabbeti, iklimi olan bir kucaktı. Ve bundan dolayı bir şiir kovanı, bir ruh gibiydi. Ruhumla öyle kaynaşmış bir mevcudiyetle yaşardı ki onun yalnız kendi yerinde ve benim hâfızamda değil, kalbimde, âsabımda ve kanımda mevcut olduğunu bilirdim.
“Kayıkhane ile mutbak arasında bulunan ve odunla kömür konulan bir yerinden başka bütün yalıyı öyle bilirdim ki hasırlarının kopmuş, keçelerinin eskimiş olduğu yerlerine kadar, bir bilmediğim âzası ve üzüntüsü yoktu. Bir kapısından girer girmez onun vücudum ve ruhumla kuçaklaştığını ve beni tamamladığını duyardım. Hâlâ rûyalarımda çok kere ona karışır ve kendi hayatımı onun varlığından ayıramam.
“Onun içinde geçen bu günler ömrümün belki en iyi, en tatlı günleriydi. Bu kadar çabuk geçen günler görmedim.
“Cennet bile bir daüssıla içindedir. Biz de bu günleri yaşarken meğer hep bekliyormuşuz: İhtiyar akrabalarımız ahretin daha olgun, daha ciddî ve daha munis şefkatlerini, orta yaşlılar hayatın daha tutmamış olduğu vaitlerinin tahakkukunu ve biz gençler hürriyetin daha canlı, daha kahramanca tatlarını, meyvalarını, yeni bir devrin vereceği bir nur ve ziya hazzını bekliyormuşuz!
“Ne de olsa, duyulan, inkıraz hisleri ve yaşanan bir inhitat zamanıydı. Bilmeden bir İmparatorluğun son günlerini yaşıyor değil miydik? Eski bir medeniyet burada belki son afyonlu çiçeklerini açıyordu.
“Ancak bunları sonradan duydum, öğrendim ve anladım, diyebilirim.
“ Fakat derin yaşanmış bir hayat ve bir zamanın öyle bir kuvveti var ki onu yaşamış ruh için artık hiçbir zaman büsbütün mahvolmuyor. Böyle bir mazinin hâtıralarını karıştırsam görüyorum ki o şefkatli, aşklı, şiirli günler içimde hâlâ güller gibi açılıp soluyor; bu sabah güneşlerinin, bu gece aylarının ışıklar; yine bin hazla parıldıyor; Boğazın mavi suları ve ikindilerin mavimtrak saatleri bin nazla kayıp, akıp geçiyor; arka dağlarda öten bülbüller mehtapla bilenmiş seslerini kalbimin en mahrem noktalarına eriştirerek içimde hâlâ romantik dâvetler tutuşturuyor; hâlâ inanılmaz ve imkânsız lezzetlere, mahrem hulyalara doru yanık vaitlerini, bakışlarını, çağırışlarını duyuruyor. Ve tekmil hâtıralarım birer birer öyle canlanıyor ki kendimi hâlâ o zamanlarda sanıyor, o zamanların içimde hâlâ yaşadığına inanıyorum!
“Boğaziçi, emsalsiz İstanbul’un en güzel, fakat ince ve asîl şeyler gibi, mahzun bir güzellikle güzel bir parçasıdır. Bizi en yetişmiş ve olgun bir güzelliğe vardırarak görmüş ve geçirmiş bir varlığın istiğnalariyle âdi güzellikler karşısında müstağni bırakır. Bu sabahlar, bu gurublar, bu mırıldanarak akan mavi ve günlerin sonlarına doğru koyulaşan, lâcivertleşen sular, bu ince güzellikler kendilerini temaşa eden ruhlara ihtimal ki en yüksek şairlerin nüktelerini söyler ve bu uzletin günlerini yaşıyanların belki artık filozofların tereddütlerini dinlemeğe, şairlerin feryatlarını duymağa ihtiyaçları kalmaz. Ruhu inceletmek içinse bir Boğaziçi gününün güzel hüzünleri ve bir Boğaziçi gurubunun kanlı trajedileri kâfidir. Ümmî fakat öyle büyük çapta ruhlar gördüm ki sırf bu iklimin, bu güzelliğin mektebinde yetişmişlerdi. Ve Mösyö Jourdain’in bilmeden nesir yapmasJı gibi, onlar da sözleri, sükûtları, duruşları, düşünüşleriyle bilmeden ve durmadan, şiir yapıyorlardı.
“Nasıl içki içilirse burada öyle mehtap içenler gördüm. Ailemin âzası, diyebilirim ki, sigara ve mehtap içerlerdi.
“Ve o zamanlar bana öyle gelirdi ki hayat onların daha bize söylemedikleri esrar ile doludur!
“Şüphe yok, bu nazlı günleri bu kadar derin bir tiryaki keyfiyle tatmak için ırkî ve irsî bir hazırlanış isterdi.
“Eğer mezara girince ruh en son hamlesi, en son kuvvetleriyle ömrümüzden dağınık ve müphem olsun, bir tutam hâtıra götürebilse ben şüphesiz mavi güllere benziyen ve kalb üstünde o kadar çabuk solan bu Boğaziçi günleri ve tılısımlı Boğaziçi gecelerinden mavi, mırıltılı, hulyalı ve mehtaplı bir takım hâtıralar götürürdüm!”
Theme
Building
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM060014
Theme
Building
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 6, pages 2905-2909
Theme
Building
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.