Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
BOĞAZİÇİ
Karadeniz ile Marmara Denizi arasındaki İstanbul Boğazının, tesbih dizisi gibi köyler ve kasabacıklarla donanmış yalı boyu ile geilerindeki yamaçlara, tepelere, vâdî ve köy - limancıklara verilmiş isimdir; İstanbulun anıldığı anda hâtıra ilk gelen Boğaziçi olur.
İstanbul Ansiklopedisinin üzerinde önemle durması gereken bir maddedir.
Boğaziçi, tabiat güzelliği bakımından, yalnız İstanbul ve vatanımıza değil, yeryüzünün en lâtif ve en şöhretli bir parçasıdır.
Fetihden zamanımıza kadar, sâhilsaray, kasır, yalı, ve lebideryâda ev, Boğaziçinde, Türk mîmârîsinin en güzel eserleri yapılmışdır.
Yalı boyunda ve koyların gerisindeki vâdilerde, zincirleme tepelerde bağ, bahçe, çayır, koru, en müstesnâ ve leziz su kaynakları, İstanbul halkının asırlar boyunca taşındığı eğlenüb sefâ sürdüğü, baş tâcı sevgililerle can sohbetleri ettiği mesîreler sıralanmışdır.
Denizinin balıkları, voli yerleri, dalyanları; bağ ve bağçelerinin meyvaları, sebzeleri asırlar boyunca şöhret ola gelmişdir.
Köylerinin bağçıvan ve balıkcı halkının yaşayışı, âdedleri, an’aneleri bir büyük şehir hayatı bakımından geniş tedkik konusu bir âlemdir.
Asırlar boyunca, hem devrin büyüklerinin ve zenginlerinin mevsiminde, şehir içindeki konaklarından Boğaziçindeki yalılarına gitmeleri ve yalılardaki hayat, an’ane ve hâtı...
⇓ Read more...
Karadeniz ile Marmara Denizi arasındaki İstanbul Boğazının, tesbih dizisi gibi köyler ve kasabacıklarla donanmış yalı boyu ile geilerindeki yamaçlara, tepelere, vâdî ve köy - limancıklara verilmiş isimdir; İstanbulun anıldığı anda hâtıra ilk gelen Boğaziçi olur.
İstanbul Ansiklopedisinin üzerinde önemle durması gereken bir maddedir.
Boğaziçi, tabiat güzelliği bakımından, yalnız İstanbul ve vatanımıza değil, yeryüzünün en lâtif ve en şöhretli bir parçasıdır.
Fetihden zamanımıza kadar, sâhilsaray, kasır, yalı, ve lebideryâda ev, Boğaziçinde, Türk mîmârîsinin en güzel eserleri yapılmışdır.
Yalı boyunda ve koyların gerisindeki vâdilerde, zincirleme tepelerde bağ, bahçe, çayır, koru, en müstesnâ ve leziz su kaynakları, İstanbul halkının asırlar boyunca taşındığı eğlenüb sefâ sürdüğü, baş tâcı sevgililerle can sohbetleri ettiği mesîreler sıralanmışdır.
Denizinin balıkları, voli yerleri, dalyanları; bağ ve bağçelerinin meyvaları, sebzeleri asırlar boyunca şöhret ola gelmişdir.
Köylerinin bağçıvan ve balıkcı halkının yaşayışı, âdedleri, an’aneleri bir büyük şehir hayatı bakımından geniş tedkik konusu bir âlemdir.
Asırlar boyunca, hem devrin büyüklerinin ve zenginlerinin mevsiminde, şehir içindeki konaklarından Boğaziçindeki yalılarına gitmeleri ve yalılardaki hayat, an’ane ve hâtıraları ile son derece dikkate değer.
Asırlar boyunca Boğaziçi köyleri, İstanbul Limanının boy boy kayıklarla bağlı kalmışdır; Boğaziçinin tetkike değer bir seyrü sefer nizâmı olmuşdur. Geçen asır ortalarında Boğaziçi köylerine buharlı gemiler işletmek için Şirketi Hayriyenin kurulması Boğaziçinin, hem manzarasına, hem günlük hayatını değişdirmiştir.
Asırlar boyunca, yalılarda, lebideryâda veya sırtlarda ve tepelerde cihannümâ bağçelerde, sayısız mesirelerinde zevkü sefâ, saz ve söz âlemleri; geceleri kayıklarla mehtab seyranları, korularının bülbülleri, semt semt şöhret olan çileği, mısırı, cevizi, inciri, ayvası, simidi, böreği, çöreği, paçası, mahallebisi, destisi, küpü, çatması, yemenisi ile Boğaziçi, Birinci Cihan Harbinden sonra sîmâsını öylesine değiştirmiş, tütün ve yağ depaları, harâbiye terk edilen, yıktırılan eski yalıların yer yer hüzünlü arsaları, o muhteşem tabiat güzelliğine asla bağdaşamamış yeni beton villaları ile dilber silûetinde öyle yaralar, çentikler açılmışdır ki, mâzisinin muhteşem hâtırası ile günümüzün manzarası başlı başına, geniş ve tesbîti çetin bir konudur.
Türk İstanbulun en bâkir mâkesi, hiç tereddüd etmeden yazabiliriz, Boğaziçi idi. Beş asırlık mâmur Boğaziçi, türk mimârîsinin, türk zevkinin katıksız eseri idi.
“İstanbul Boğazı” ve “Boğaziçi” isimlerinin ifâde ettikleri mânâ kıymetlerini karıştırmamalıdır; birincisi, en geniş anlamda bu boğazın tümünün adıdır; onun içindir ki buranın coğrafyası, jeolojik bünyesi ve su rejimi (akıntıları, anaforları) ve siyâsî ehemmiyeti “İstanbul Boğazı” adı altında mütalâa edilmelidir; sınır da daha genişdir, meselâ İstanbul Boğazı üzerinde, Rumeli yakasında “Karibce Köyü”, “Rumeli Feneri”;Anadolu yakasında “Poyraz köyü” “Anadolu Feneri” Boğaziçi çerçivesine alınamaz. (B.: İstanbul Boğazı).
Boğaziçinin liman tarafından başlangıcı kesin olarak tesbit edilmemişdir. Biz Rumeli yakasında Tophâne, Salıpazarı, Fındıklı ve Kabataş, Anadolu yakasında da Harem İskelesi ile Salacağı liman çevresi olarak görüyoruz; Boğaziçinin her iki kıyıda ilksemtleri Beşiktaş ile Üsküdar kabul edilir ise, Limandan yukarı boğaza doğru Boğaziçi kasaba ve köyleri, Rumeli yakasında: 1 — Beşiktaş; 2 — Ortaköy; 3 — Kuruçeşme; 4 — Arnavudköyü; 5 — Bebek; 6 — Rumelihisarı; 7 — Emirgân; 8 — İstinye; 9 — Yeniköy; 10 — Tarabya; 11 — Kireçburnu; 13 — Büyükdere; 13 — Sarıyer; 14 — Yenimahalle; 15 — Rumelikavağı;
Anadolu yakasında: 1 — Üsküdar; 2 — Kuzguncuk; 3 — Beylerbeyi; 4 — Çengelköyü; 5 — Vaniköyü; 6 — Kandilli; 7 — Anadoluhisarı; 8 — Kanlıca; 9 — Çubuklu; 10 — Paşabağçesi; 11 — Beykoz; 12 — Anadolukavağı.
Yukarıda da kaydettik, İstanbul Boğazının köyleri oldukları halde yukarı boğazda Rumeli yakasında Karibce ve Rumelifeneri, Anadolu yakasında da Poyraz, Anadolu Feneri ve İrva köyleri Boğaziçi sınırları dışında kalırlar
Yukarıda kaydettiğimiz köyler arasında bâzı yerler vardırki müstakilen kendi isimleri ile anılırlar, meselâ: Rumelihisarı ile Emirgân arasında Baltalimanı, Yeniköyle Tarabya arasında Kalender; Büyükdere ile Sarıyer arasında Mesarburnu, Üsküdarla Kuzguncuk arasında Paşalimanı, Kandilli ile Anadoluhisarı arasında Küçüksu, Paşabağçesi ile Beykoz arasında İncirköyü gibi.
Eski Boğaziçi köylerinden bir kaçı da zamanımızda yanındaki köyle birleşmiş ve onun bir mahallesi hâline inkilâb etmişdir. Boyacı köyü Emirgâna, Kefeliköyü Büyükdereye, ve Yalıköyü de Beykoza eklenmişdir.
Tarih kaynaklarımızda ve edebî metinlerde Boğaziçi notları, bir müdekkikim en az yarım asırlık mesâisini alacak kadar zengindir; onun içindir ki bu ansiklopedide bütün dikkat ve endîşemiz, mûteber kaynaklardan iyi bir derleme yapabilmek olmuşdur.
Türk Ansiklopedisinde Boğaziçi — Millî kütüphânemizde hâlen en güvenilir kaynak bildiğimiz “Türk Ansiklopedisi” Boğaziçi maddesinde şunları yazıyor. (Bu mühim eserin büyük noksanı, maddelerinin kimlerin kalemlerinden çıkdığını kaydetmemesidir):
“Boğaziçinin Türk devrindeik tarihi istanbulun fethi ile başlar. Boğaziçi Bizanslılar zamanında mâmur değildi; türkler, bir yandan ahâli yerleşdirerek, diğer yandan imâr hareketlerine girişmek sûretiyle Boğaziçini şenlendirmişler ve burasını bir eğlence ve sayfiye yeri hâline getirmişlerdir.
“XVII. yüzyılda Don Kazaklarının yağmacılık hâreketlerine mâruz kalmışdır, bu sebeble adı geçen yüzyılda Boğaziçinin müdafaası için tedbirler alınmışdır. Boğaziçinin bir eğlence yeri ve sayfiye hâlini alması da aynı yüz yılda olmuşdur. Başda hânedan âzâsı olmak üzere, devlet ricâli, türk cemiyetinin kibar sınıfına mensub kimseler Boğaziçine rağbet ederek buralarda köşkler, yalılar ve hayır müesseseleri yaptırdılar ki, bu faaliyetler müteâkib yüz yıllarda daha fazla gelişmişdir.
“Boğaziçinin türkler tarafından iskânı, İstanbulun fethinden çok önceleri başlamışdır. (B.: Beykozda, Gaziyunus Mezarlığı; Beylerbeyi, Namazgâh); daha Yıldırım Bayazıd devrinde Anadolu yakasının bâzı yerlerinde yerleşmişlerdir. Ankara savaşından bir kaç yıl Boğazdan geçen İspanyol elçisi Clavijo, Anadoluhisarında türklerle karşılaşmışdı. İstanbulun fethinden sonra Rumeli kıyısında da türk nüfusu yerleşmeğe başladı. Bunda, pâdişahların, devlet ricâlinin, ilim adamlarının ve zengin tüccarların burada köşkler, yalılar ve hayır müesseseleri (cami, mescid, sibyan mektebi; hayır müesseselerine îrad dükkânlar, çarşı hamamları) yaptırmaları mühim âmil olmuşdur.
“Rumeli yakasında Beşiktaş XVI. yüzyıldan itibaren iskân edilmeğe başlamış ve XVIII. yüzyılda büyük bir semt hâlini almışdır. (B.: Beşiktaş).
“Ortaköy, Kuruçeşme ve Arnavudköyü semtlerinin türkleşmesi tedrici sûretde olmuşdur. XVIII. yüzyılda Ortaköy ve Arnavudköyü halkının hemen hepsini azınlık unsurları teşkil ediyor idi. (Bu madde içinde Evliyâ Çelebi’den nakledilen satırlara bakınız).
“XVI. yüzyılda Rumeli yakasında türkler tarafından başlıca iskân edilmiş yerler Beşiktaşdan sonra Rumeli hisarı, Yeniköy ve kefeliköy idi. Yeniköy halkını Karadeniz yalısı türkleri, Kefeli köyününkini de Kırım yarımadasında Kefe’den getirmiş göçmenler teşkil ediyordu.
“XVII. yüzyılın îmar faaliyetlerini yeni birçok semtlerin doğmasına sebeb olmuşdur: Baltalimanı, Emirgân, Tarabya, Rumeli kavağı, Anadolu kavağı, Vaniköy başda gelir.
“XVIII. yüzyıl Boğaziçinin altın çağını teşkil eder. Bir tarafdan masraflı imar hareketleri ile, diğer tarafdan nüfûsun fazlalaşması ile eski semtler daha büyümüş, yenileri meydana çıkmış ve Boğaziçinin târihî çehresi tamemen teşekkül etmişdir. Azınlık unsurları ile meskûn bazı semtlerde türk nüfûsu artmışdır.
“XIX. yüzyılda da (bu gelişme) devam etmiş. Tarabya ile Büyükdere arasında Kireçburnu mahallesi kurulmuşdur. (Burada İshak Ağanın şah eser çeşmesi bir XVIII. asır eseridir; böyle bir çeşmenin yapıldığı yerin meskûn olmaması imkânsızdır)” (Türk Ansiklopedesi, cild VII. S. 173-178).
Türk Ansiklopedesinide Boğaziçi maddesi, Fetihden sonra tarihi, Boğaziçinde iskân, Boğaz içinde îmar, Boğaziçinde nakil vâsıtaları, Edebiyatda Boğaziçi diye küçük serlevhalı bölümlerle yazılmışdır; yukarıdaki satırlar, ilk iki bölümden çok kısaltılarak alınmışdır.
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesindeki Boğaziçi — Millî kütüphânemizde Boğaziçi hakkında en eski toplu metin Onyedinci asır ortasında kaleme alınmış Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesinin buraya âid olan yapraklardır.
Çok renkli ve canlı tasvirleri ile usta bir kaleme sâhib olan Evliyâ Çelebinin Boğaziçi üzerinde, maalesef, buranın şânına lâyık ehemmiyetle durmadığını görüyoruz. Büyük muharrir Boğaziçinin üç asır evvelki manzarasını çok daha zengin nakledebilirdi. Aşağıdaki satırları “Seyahatnâme”den alıyoruz:
“Beşiktaş - Gaayet mâmur olub zamanımızın da mâmur olmadadır. Çünkü abü havâsı gayet lâtif, lebi deryâda vâsi fezâlarda alçak bayırlar üzerine kat kat bağlı bağçeli altı bin kadar yalı ve evleri muhtevidir. Ezcümle kaptanı Câfer Paşa, kaptan Kasım Paşa yalılarında ikişer yüz oda, üçer hamam, birer cami vardır. Baba Süleyman Ağa, Minkâarîzâde Azmîzâde, Defterdar Emir Paşa, Frenk Mustafa Efendi, Hafız Ahmed Paşa, Osman Usta, Mütevellî Mustafa Efendi yalları dahi meşhurdur.
“Âli Osmanın has bağçelerinden Dolmabağçe eskiden küçük servili bir bağ idi. Sultan Osmânı şehid fermânı ile bütün donanma gemileri, sandallar, filikalar, firkatalar, İstanbulun bin kadar kırma kayık mavunaları cem olub taşlar doldurup önündeki deryâya dökdüler, liman gibi bir boğaz iken doldurub ismine Dolmabağçe denildi. Dörtyüz arşın bir büyük meydan olub sahnında Sultan Osman cirid oynardı. İçinde Sultan Selim Hanın bir kasır ve Havuzu var, başka binâ yok idi. Burada da ulu serviler vardır. Ayrıca üstad bağçıvanı, ikiyüz nefer sehbaz bostancıları vardır. Lebi deryâsı derin olub lodos rüzgârlarından husûle gelecek dalgalar sahilini harab etmemesi için meşe ağaçlarından istihkam yapılmışdır.
“Beşiktaş han bağçesi, Bayazıd Han zamanında paşa yalısı idi, pâdişahlara intikal idüb bilhiştâbâd bir bağı irem oldu. Katkat müteaddid bağçeler ve şannişinlerle ârâstedir, fakat o kadar vâsi değildir. (B.: Beşiktaş Sâhilsarayı).
“Civankapucubaşı Bağçesi bir bağı cinandır. Kozancıoğlu Bağçesi bu da pâdişahlara intikaal ittiğinden Murad Han Kaya Sultana hibe etmişdir. Vâcibüsseyir bir yalıdır, bir fevkaanî şadırvan vardır ki dünyâda öyle bir sanatlı fevvâre görülmemişdir. Bunlardan başka çehir içinde Kiremitcizâde, Küçükçavuş vesâire hâneleri acib hânelerdir, sâhibleri âyan ve kibardır. Bu şehrin ehâlisi gaayet ehli sünnet elbisesi giyerler, halkını çoğu Anadolu tarafındadır.
“Beşiktaşın hâkimleri, şeriat tarafından Galata mollasının nâibidir. Subaşısı, lebideryâsında bostancıbaşısı, ve Beşiktaş Bağçesi ustasıdır. Gaayet mazbut bir şehirdir.
“Koca Sinan Paşa Camii, iskeleye yüz adım yüksek kubbeli rûşen camidir. Abbas Ağa Camii, nev binâ camiidir. Abbas Ağa Camii, nev binâ camiidir. Daha bir çok mescidleri vardır. Hayreddin Paşa Medresesi nâmı ile bir medresesi, kırk aded sibyan mektebi, bir dârülkurâsı vardır. İskele başında bir kervansaray vardır. Çünkü Beşiktaş iskelesi Rumelinden Anadoluya sevk olunacak askerin Üsküdara geçeceği bir bender iskeledir.
“Üç hamamı, vardır, bundan başka yüz doksan kadar da saray hamamları vardır. Çeşme ve sebilleri de vardır ki suları misâli âbi zülâldir.
“Yetmiş kadar dükkânı var, şehrine göre dükkân ve çeşmeleri azdır, lâkin her hâne ve bostanda tatlı su kuyuları vardır; hattâ temmuzda Galatanın suyu azaldıkda Beşiktaşdan Galataya kayıklarla su taşırlar. Bağçelerinde surâhi dolma kabağı, lahna, ekşi dut, ve yalılarında günagûn balıklar meşhurdur.
“Mesîrelerinden Yahyâefendi Mesîresi, bir dağlık geniş çimenzarda, içine aslaa güneş, tesir etmez çınar, sakız, selvi, ceviz ağaçları ile müzeyyendir. Sarıasma karatavuk, ishak kuşu, ispinoz, florina, başdankara, bülbüllerin feryad ve nâlişleri ehli teferrücün canına can katar.
“Ortaköy — Eskiden hiristiyanın yatağı imiş; Süleyman Han asrında defterdar paşa lebi deryâsında bir cami binâ ettiğinden sâir âyan ve kibar dahi yalılar binâ idüb mâmur olmuşdur. Sâhili bahirde bir derenin iki cânibinde ikibin üçyüz kadar kat kat yalı, bağlı bağçeli saraylardır.
“Lebi deryâdaki yalıları; Baltacı Mahmud Paşa, Şekerci yahudi, İshak yahudi, Mimar Mustafa, Safiye Sultan, Ekmekcizâde Ahmed Paşa, Coğaloğlu Mahmud Bey, Kara Hasanoğlu, Çelebi Kethûdâ, Nakkaş Paşa yalıları başlıcalarıdır. Bunlardan başka bir çok yahudi hâneleri vardır. İkiyüz kadar dükkânı vardır ki çoğu meyhânedir. Han, imaret, medresesi yok, ama bağ ve bostanları çokdur. Hâkimi Galata mollasının nâibidir. Sübaşısı yeniçeri yasakcısı vardır. Bostancıbaşı da hükmeder.
“Camileri Defterdar paşa Camii, Baltacı Mahmud Ağa Mescidi; bir hamamı var, havâsı gayet güzel; sebil yokdur; ama lebideryâda Tekeli Mustafa Paşanın bir aynül hayattan nişan virir çeşmesi vardır ki Mimar Sinan binâsıdır.
“Kuruçeşme — Sâhili âyan ve eşraf yalılarıdır. İçeri tarafında bir vâsi dere içinde bir islâm mahallesi, bir cami, bir hamam vardır. Bin kadar yahudi hânesi, üç mahalle rum evleri vardır. Yahudilerin üç sinagogu, rumların iki kiliseleri ve ikiyüz dükkân olup han, imâret, gayri âşar yokdur. Bağ, bağçesi çokdur. Hakimleri Galata mollasının nâibi, yeniçeri yasakcısı, sübaşisıdır. Mesîresi yokdur.
“Arnavudköyü — Lebi deryâda bin kadar bağlı bağçeli mâmur hâneleri vardır, cümlesi rum ve yahudiye mahsuss olup cami, mescid, mederes, imâret yokdur. Bir küçük hamamı vardır. Ekmeği ve peksimedi beyazdır. Yahudileri sâhibi zevk ve ehlisazdır, rum hiristiyanların ekseri kavmi lazdır; cemaati müslümini gaayet azdır. Akıntı Burnundan içeri bir körfez limanlı yer olmakda kışın bir çok gemi kışla. Akıntı Burnu bir kayalı mahal olduğundan pek muhâtaralı, gemi imrârında çok müşkülât çekilir. Bu mahalde Murad Hanın rüznâmecisi İbrahim Efendi bir çeşme yaptırdı; hâkimleri Galata Mollasının nâibi, sübaşı, bostanıbaşısıdır.
“Buradan bir mikdar ileride Hasan Halife Bağı görülür, hâlen padişah bağçesidir. Murad Han zamanında kul ayaklanıp yeniçeri ağası Hasan Halifeyi paraladılar, bağçesi mîrî oldu.
“Bebek Bağçesi — Pâdişahlara mahsusdur. Selim Hanı evvelin bir kasrı var ise de bağçesi o kadar mâmur değildir, ama ulu servileri vardır. Burası da geçilince Deli Hüseyin Paşa bağına varılır, sâfi sanavber ağacı ile müzeyyendir. Kayalar nâm mahalle kırk elli hâne ve Sıdkı efendi Camii vardır, bu cami fevkaanîdir, altında kayadan bir âbizübal cereyan eder. Buradan ötesi Rumeli Hisarıdır.
“Rumeli Hisarı — (Fâtihin meşhur kalesi hakkındaik parça alınmadı. B:: Boğazkesin kalesi). Kalenin taşra varoşu: Lebi deryâda dar yerde olup bağsız ve bağçesiz kayalar üzerinde kat kat bin altmış kadar hânedir. Üç camii, onbir mescidi, yedi mektebi sibyanı, bir Tekkesi nâmında bir tekkesi, yedi kadar rum hânesi vardır. Âyan ve eşrâfı yalı sâhibi olup kış günleri İstanbulda otururlar. Yahudisi yok, meyhânede ve bozahâne dahi bulunmaz. Halkı balıkcı kale neferâtı, kayıkcı, sâir esnaftır. Dağlar üzerinde nazirsiz kıraz bağları vardır ki hisar kirazı nâmı ile Rûm, Areb ve Acemde meşhurdur, diyârı acemde adına gülnarı rûm derler, iki kiraz bir dövme riyal ağırlığında gelmişdir.
“Rumeli Hisarının önünden akan şeytan akıntısı gaayet şiddetli akar, göz kapayıp açınca bir gemiyi Kandilli Burnuna kadar sürer götürür. Bu akıntı kenarındaki yalılar Dizdar, Hacı İsa, Kara Hasan, Narhcı Hasan Efendi, Kosa fırıncısı Mehmed Efendi, Topkapulu Mahmud Ağa, Hezarpâre Ahmed Paşa yalıları, Ziyâretgâhları Durmuş Dede Tekkesi önünde Oğlan Şeyh Kurban İsmail makaamı, yine o tekkede medfun Şeyh Hasan Zârîfî.
“İstinye Kasabası — Bin parça gemi alır büyük limanı vardır: Kasabada rum ve islâm karışıkdır. Üç camii, yedi mescidi, bir hamamı, yirmi dükkânı vardır. Han ve medrese yokdur. Bağ ve bağçesi çok, ehâlisinin fıkarâları bağçıvan ve balıkcıdır. Kasaba körfez dâhilinde olduğundan havasa okadar iyi değildir.
“Yalıları: Müftü Yahyâ Efendi, Yeniçeri efendisi Koyunzâde, Hadım Ali Ağa, Boşnak İsmail Efendi gibi âyan yalıları, Liman burnunda bir misâfirhanesi vardır; limanı rüzgârdan emindir.
“Yeniköy Kasabası — Burası Sultan Süleymanın fermanı ile îmar edildiği için Yeniköy derler. 3000 hâneli, bağlı ve bağçli müzeyyen bir şehirdir. Galata kadısının nâibi hükmünde olup sübaşısı, yeniçeri serdarı, ve çavuşu ve yasakcıları vardır. Zîrâ halkı cümleten Trabzonlu olduklarından kavgacı insandır; fakat gaayet ankaa bezirgânlardır. Birer Mısır hazînemesine sâhib kalyon ve şayka ve karamürsel sâhibi reisleri vardır. Bu cihetle hâneleri mâmurdur. Üç mahalle islâmı ve yedi mahalle hiristiyan vardır, yahudisi yokdur, zâten yahudi bulsalar rumları ve lazları öldürürler. Üç camii olup lebi deryâda olan Kaptan Halil Paşa Camii gaayet şirindir. Hacı Ömer hânesi önünde yeniçeri ocağı avcuları İstaranca Dağlarından avladıkları sığınların, karacaların etini pâdişah için pasdırma yaparlar, evin önündeki çimenzar sofada perverde ederler; çünkü buraların âbü havâsı lâtifdir.
“Bir hamamı, bir hanı ve bekâr odaları, 200 kadar dükkânları vardır. Ama bu dükkânların yüz kadarı lebi deryâda peksimetci kârhâneleridir; zîrâ Karadenize giden gemilerin kaptanları peksimedi Galatadan ve bu Yeniköyden alırlar. Bâdei nâbı harâbâtîler arasında makbuldur. Medrese, bedesten gibi imâretleri yokdur, ama tüfenk endâz askerleri çoktur. Zirâ bir târihde bayram günü kazaklar Karadeniz Boğazından üçyüz şayka ile gelüp bu beldeden bin adam esir ve beş Mısır hazînesi mal ve bir çok zîkiymet eşyâ alup bîpervâ diyarlarına gitmişlerdir. O zamandanberi bu şehirde yeniçeri ocağından bir oda kolluk bekler, ve her gece bostancıbaşı da kayıkla gelüp korur.
“Tarabiya Kasabası — Bu kasabanın yerinde evvelleri bir balık dalyanı olup ondan gayri bir şey yokmuş. İkinci Sultan Selim lebi deryâda teferrüc ederken bu dalyanına uğrayup gûnâgûn balıklar tutturup orada bulunan servi ağaçlarının gölgesinde pişirtip zevkü sefâ ile ekil buyururlar. Oraya Tarabiye nâmı ile bir kasaba ve zâti şâhânelerine mahsus bir de çimenzar sofa binâ olunması için vezîri âzam Sokollu Mehmed Paşaya fermân eder. Bunun üzerine o sırada binâ olunup mâmur olmuşdur. Sonra Murad Han asrında Yeniköyü rus keferesi basdığında bu Tarabiyanın kâfire bir dânei hardal bile vermemişler ise de küffâr, dûzah karar bu şehri yakub berbad eylemişlerdir; henüz imar olunmaktadır. 800 kadar hâneleri vardır. Bir islâm mahallesi, bir cami, yedi mahalle hiristiyan vardır. Mezkûr dalyan yeri ve ol sevrili çimenzar hâlen gümrükemini Ali Ağanın yalısıdır. Bundan azîm sarâyı âli yokdur. Hamamı ve başka imâreti de yokdur; bağ ve bağçesi çokdur.
“Büyükdere Kasabası — Bu kasaba dahi İkinci Sultan Selimin teferrücgâhıdır; bir dağlık dere içere binâ olunmuşdur. Burada bir takım çınar, kavak, servi, salkım söğüd ve sair ağaçlar vardır ki her biir gökyüzüne erişmiş ulu ağaçlardır. Zeminine güneş tesir etmez cilvegâhdır Gûnâgûn çimenzar sofalar, musallî sofaları, ve nice akar sularla tezyin olunmuş bir mesîrei dilârâdır. 1000 kadar hâneleri vardır; bir islâm mahallesi, ve yedi mahalle de hiristiyan vardır, gemici bağçevan evleridir. İskele başında Koca Defterdar Mehmed Paşa Camii vardır. Bir hamamı var, bağ ve bağçesi hadden efzundur.
“Sariyar Kasabası — Lebi deryâda 1000 kadar bağlı bağçeli mâmur hâneleri olub iki mahalle müslim ve yedi mahalle hıristiyanı vardır; burada da yahudi yokdur. Bir camii, bir mescidi, bir hamamı vardır. Halkının çoğu Anadoludan olmakla hep bağçıvandır. Rum hıristiyanları da balıkcı, meyhâneci, gemicilik iderler. Bir vâsi dere içere Çelebi Solak nam bir sâhibi tab’ın bir bağçesi vardır ki Dördüncü Sultan Murad gördükde: “Ben pâdişah olduğum halde böyle bir ravzai cinâna mâlik değilim...” demiş, sâhibi de: “Pâdişahıma hibe olsun..” demişdir. Pâdişah kabul etmeyüb solağa vâfir ihsanda bulunmuş: “Bağın mâmur olsun..” buyurmuşlardır. Bundan maada 7000 bağı vardır, cümle dağları bağlarla tezyin olunmuşdur. Hisar kirazı nâmı ile meşhur kıraz aslında bu Sarıyarındır.
“Sarıyar altın mâdeni, kadimden mÛlum olup Âli Osman devletinde de işletilir idi; sonra îrâdı masrafına yetmediğinden muattal ettiler.
“Rumeli Kilîdülbahir Kalesi — Boğazın iki yakasındaki kadim kaleler zaman ile harab olduğundan Dördüncü Sultan Murad asrında Boğazdan içeri kazak girip Yeniköy Tarabiya, Büyükdere, Sarıyar kasabalarını vurup yağma ettikleri Murad Hana aksettikde divan ve meşveret idüb kaptan Receb Paşanın ve Kozlulu Ali Ağanın rey ve tedbirleri ile Boğazın ağzında iki tarafda kal’alar inşâ olunması münâsib sâdir olub kalelerin binâlarına başlandı, bir sene zarfında iki metin kale ikmâl olundu. Kazak artık Boğaza girmeğe muvaffk olamayub kasabalar hıfzü amanda kaldılar. Bu kaleler Boğazın bir dar yerinde vâki olup araları yarım mildir, iki tarafın halkı dâvûdi savt ile birbirlerine çağırıp konuşurlar.
“Rumeli Kilîdülbahir Kalesi lebi deryâda dört köşe bir binâi metin olub kıbleye nâzır bir demir kapusu vardır. Etrafı 1000 adımdır, içinde 60 aded neferât hâneleri, Sultan Muradın bir camii, iki buğday anbarı ve cebehânesi ve 100 aded küçük büyük topları ve dizdarı ve 300 neferâtı vardır. Hâkimi Galata kadısının nâibidir, kaleden hâriç de neferât hâneleri vardır. Han, hamam, çarşı ve pazarı yokdur, ama dağlarında bağları çokdur.
“Fener: “Kaleden taşra bir yüksek kule üzere bir fânusu azîmdir, her gece çırâğân olub Karadenizdeki gemiler ona bakarak Boğazdan içeri girerler.
“Buraya kadar yazdığımız kasabaların cümlesi Rumeli tarafında İstanbulun birer mahallesidir, aralarında hâli arâzi yokdur, biri birine muttasıldır. Burada Rumeli kasabaları tamam oldu.
“Oradan kayığa binip Boğaz Hisarından karşı Anadolu hâki pâki olan arzı mukaddese ayak basub tahrire cür’et ettik.
“Anadolu Kilidülbahir Kalesi—Bunu dahi Murad Han binâ etmişdir, lebi deryâda dört köşe bir metin kale olub Kıbleye nâzır bir demir kapusu vardır, etrafı 800 adımdır, içinde 80 mikdârı neferât höcreleri vardır. Dizdarı ve 300 neferâtı ve Sultan Muradın bir camii ve iki buğday anbarı ve 100 aded topları karşı Rumeli kalesine ve Karadeniz Boğazına nâzır her biri onar mil alır balyemez toplardır.
“Kavak Kasabası — Mezkûr kalenin cenubunda lebi deryâda bir limânı, azimin sâhilinde 800 hâneli bağ ve bağçeli serâpâ müslim hâneleridir. Bir camii, yedi mescidi, bir hamam; 200 mikdarı dükkânları ve bekâr odaları, mektebi sibyânı, bir çeşmesârı vardır. Suları âbı hayat misâldır. Halkı cümle gemici, bağçıvan ve tüccardır, cümlesi Anadoludandır; hâkimleri Üsküdar kadısının nâibi ve kale dizdarıdır. Gece ve gündüz bostancıbaşı kayıklar ile gezip hükmeder. Yaz ve kış limanından üçyüz gemi eksik olmaz. Dağlarının kestanesi, ahlat ve armadu meşhurdur.
“Yoroz Kalesi — Kavak kasabasının şimâlinde, bir şeddâdî siyah renk kaledir, içinde 200 kadar islâm hâneleri ve Yıldırım Hanın bir camii vardır; bu kaleyi Yıldırım Han fethetmiş bırakmışdır. Fâtih Sultan Mehmed tâmir idüb içine asker koydu, gerçi hâlen dizdarı ve neferâtı yokdur ama bir gûhi bâlâ üzerinden muhkem kaledir, çevresi 2000 adımdır, dört yanı kestane ormanıdır, halkı cümle odunculardır. Bu kale halkı, Karadenizde kazak şaykaları görünse ateş yakub etraf köylere haber verirler.
“Yûşâ Nebînin kabri; iki saatde çıkılır bir tepedir, bir tekkesi ve fukarâsı vardır, o dağın tam tepesinde bir kuyu vardır, suyu âbi zülâldir.
“Beykoz Kasabası — Lebi deryâdan bağlar kenarından gitmek üzere Servi Burnunun 3000 adım ceunb tarafında, bir limânı azîmin kenarında vâkîdir; 800 hâneli, bağ ve bağçeli mâmur ve müzeyyen bir kasabadır. Camii, mescidi, hamamı, mektebi sibyânı vardır. Çarşı ve pazarı ulu ağaçlara müzeyyendir. Cümle halkı bağçıvan, oduncu, balıkcıdır. Üsküdar kadılığı hükmündedir; bostancıbaşı ve Sultaniye Bağçesi Ustası hâkimleridir; âbû havâsı lâtif bir şirin şehirdir. İskelesi önünde deryâda kılınc balığı dalyanı vardır.
“Tokad Bağçesi, Beykoz İskelesinden içeri pâdişahlara mahsus saydü şıkâr yeridir.
“Sultaniye Bağçesi, Beykozun cenubunda lebi deryâdadır; Bayazıd Han binâsı bir bâği cinan misal gülistandır. Öyle servi ağaçları vardır ki kehkeşan gibi âsümâna ser çekmişdir. Üçüncü Sultan Murad bu bağçede lebi deryâda bir kasrı hümâyun yaptırmış; zamanımızda durur; hele içinde nakışlar ve hayvânat tasvirleri o kadar güzel tersim edilmişdir ki, şimdiye kadar sâhili deryâda şiddetli havadan bozulması lâzım geldiği halde bir şeycik olmamışdır bir bağçe ustası, 70 kadar neferleri vardır.
“İncirli — Sultaniye Bağının cenubunda, 300 hâneli, hep evleri bağçeli; bir camii, bir mescidi vardır. Hamamı Hezarpâre Ahmed Paşa sarayındadır. Çarşı pazarı yokdur.
“Çubuklu Bağçesi — İncirliye muttasıl. Bayazıdı Veli şehzâdesi Sultan Selimi Trabzondan getirtip kızub bura şehzâdeye sekiz çubuk vurmuşdur ki sekiz sene hilâfetine işârettir. Dânesi beş dirhem gelir kızılcığı meşhurdur.
“Kanlıca Kasabası — Bu kasaba yakında mâmur olmuşdur. Lebi deryâda bağlı ve bağçeli 1200 hâneli bir dilnişin kasabadır. Başlıca yalıları: İbrahim Çelebi yalısı, Emir Paşa yalısı, Süleyman Efendi yalısıdır. Lâkin ta nihâyetinde Lonkazâde yalısı cümlesinden müzeyyendir. Bu şehirde kefere yokdur; yedi mahallesi islâmdır.
“İskele başında İskender Paşa Camii meşhur Mimar Sinan Ağa binâsıdır. İki sibyan mektebi, küçücük bir hamamı vardır.
“Anadoluhisarı Kasabası — Lebi deryâda Göksunun denize karışdığı mahalde bir kaya üzerinde olan Anadolu Hisarı Yıldırım Bayazıd binâsıdır, sonra Fatih Sultan Mehmed tâmir etmişdir, şeddâdi, metin kaledir, ama küçükdür, çevresi 1000 adımdır. Garba nâzır bir kapusu vardır; içinde dizdar hânesi; neferât evleri, 200 kadar timar ehli neferi vardır, köyleri hep Kocaeli sancağındadır. Kale önünde Fatih Sultan Mehmedin bir Camii vardır.
“Hisarın taşra varoşu 1080 hânedir, ama azim sarayları, yalıları vardır. Defterdar Halıcızâde yalısı, Mustafa Paşa Sarayı, Hoca Çelebi Sarayı, Kaftancı Ali Çelebi Sarayı, Emir Paşa Sarayı, Yalılarının en güzeli Bahaî Efendinin çinilerde müzeyyen kasrı âlisidir.
“Bu kasabada aslaa kefere yok, ehâlisi hep müslümandır. Kale camiinden başka bir kaç, mescidi vardır; yedi sibyan mektebi ve bir küçük hamamı, 20 eded dükkânları vardır. Halkı hep ehli zevk, garib dost adamlardır. Dağlarında bağları hesabsızdır.
“Göksu Mesîresi — Âbi hayat misâl bir nehirdir ki Alemdağlarından cereyan idüp gelir; ekseri yerleri Halıcızâde bağçeleri, ve un değirmenlerdir. Bu nehir üzerinde bir tahta köprü vardır. Cümle uşşâkan kayıklar ile bu nehirden ileri ferahzâde köylere varup ağaçlar altında zevkü sohbet iderler. Buradan bir nevi toprak çıkar ki ondan üstad desticiler desti yaparlar. Bu kasaba da Üsküdar kadısı hükmündedir, ayrıca sübaşısı vardır, Bostancıbaşı da muhâfzasına dikkat eder.
“Kandilli Hasbağçesi — Göksunun cenûbi şarkisinde bir bâğı iremdir ki Üçüncü Sultan Murad binâsıdır; Murad Han havasını sevdiğinden ekseri burada zevk iderdi. Akıntı burnunda bir kaya üzerinde müteaddid kasırlarla müzeyyen bir bâğı cinandır. Ensesi kayalı dağlar olmağla bağları vardır. Bir bağçe ustası, 100 neferi vardır.
“Bunun cenubunda Papas Korusu nam mahalli Dördüncü Sultan Mehmed Vâni Efendiye ihsan etmişdir.
“Kule Bağçesi — Papas korusuna yakındır. Bu bağçeyi Kanunî Sultan Süleyman mâmur etmişdir; bir kasrı âlî ve müzeyyen inşâ etmişdir ki cihannümâdır; her katında fıskiyeler ve fevvâreler vardır. Sultan Süleymanın bizzat kendi eli ile dikdiği bir de selvi ağacı vardır. Bu bağçenin her meyvası, ve bilhassa inciri meşhurdur.
“Çengelköyü Kasabası — Lebi deryâda olup arka tarafı bağlı bağçeli korulardır. Ehâlisinin çoğu rumdur, islâmları azdır. Lâkin sarayları, has bağçesi gaayet mükellefdir. Cümle tahtânî fevkaanî, kâgir binâlı 2060 kadar evleri vardır, sâhilinde bir de küçük camii vardır. Çarşısından geçilerek İstavroz Bağçesine gidilir.
“İstavroz Kasabası — Burası da Üsküdar Mollasının hükmünde sübaşılıkdır. Bağ ve bağçesi çok bir kasabadır. Camii de vardır.
“Kuzguncuk Kasabası — Fatih zamanında burada Kuzgun Baba nam bir zât sâkin olduğu için Kuzguncuk demişler; Üsküdar kadılığında bir sübaşılıkdır.
“Kuzguncukdan Nakkaş Paşa Bağçesini geçüp Öküz Limanından sonra Kaya Sultan sarayı ve bağı geçilerek Üsküdar Şehrine gidilir” (Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi, cild I.. s. 447-469).
Mevzû dışında bâzı tafsilâtını çıkararak aldığımız yukarıdaki satırlar, on yedinci asır ortasındaki Boğaziçinin manzarasını çok mübhem çizmektedir. Evliyâ Çelebinin yukarda kaydettiği maddeler hâlinde ve tafsilâtı ile ayrıca bulacaksınız; şimdilik Arnavudköyü, Anadoluhisarı, Anadolu kavağı, Bebek, Beşiktaş, Beşiktaş, Sâhilsarayı, Beylerbeyi, Beylerbeyi Sâhilsarayı, Beykoz, Beykoz kasrı, Beykoz Dalyanları maddelerine bakınız.
Fennî Mehmed Dedenin Boğaziçi Sâhilnâmesi — 1715 de vefât etmiş olan bu mevlevî dervişin, Boğaziçinde bir yalı odasında oturub denizi ve karşı sâhilleri seyrederken kaleme aldığı bir manzûme olub köy isimleri ile cinaslı kelime oyunlarından ibâret bir eserdir, şiir kıymeti düşük, ve şâirin yaşadığı onyedinci asır sonu ile onsekizinci asır başlarının Boğaziçini manzarası için en küçük bir bilgi vermemektedir. Manzum sâhilnâme şudur:
Hep galat sözle geçirdi gününü âşıkı zâr
Galata seyrine gitmiş meğer ağyâr ile yâr
Kesreti keyf ile dün gice fitili almış
Deri Mumhâneye varmış seheri mumlanmış
Hele sekdirme sühanlerle bugün tavri garib
Falya vermiş gibi Tophânede yâriyle rakib
Bağlanub kalmış iken zülfi siyeh kârında
Savdu başdan beni âhir Salıpâzârında
Tutsa uşşâk mahaldir kırılır gibi taref
Buldu ol gözleri bâdâm ile Fındıklı şeref
Senkdil âfeti nerm eylemese mîl her an
Hiç tehî mi dayanurdu Kabatâşa rindan
Kalmadı kimsede hiç nân olacak bir akçe
Servi kadlerle pür olalı Dolmabağçe
Tıfl iken sâna hîramı bedi öğretdiğiçün
Dilerim hazreti Hakdan o beşik-taş olsun
Oldu dil olmuş iken kaydi cihandan reste
Ortaköyde yine bir mûy meyâna beste
Eylemekde o mehin şahsi firâkiyle savaş
Gözlerimde kuru-çeşme gibi hiç kalmadı yaş
Takılur ardına âl ile rakibi nâ pâk
Arnabud Karyesine gitmiş ol şûh dellâk
Yâreli bir güzelin aşkı ile dildei ter
Arnabudköyü akındısı gibi durmaz aker
Hû çeker rûhi Hasan Kalfa nevâyi meste
Pişgâhında okundukca Hüseyni beste
Oldu muhtaç gönül tıflı civânı gayre
Gitmeyince Bebeğe merdümi didem seyre
Fiske tâşiyle eğer ürker ise gülşenden
Bülbül zâre Kayalar kadar olmaz mesken
Yâri ağyâr ideyim deyû çü zekrakde kenar
Topa tûtulmuşa döndürdü ehâlii Hisar
Eşki ağyâr deri meygedede oldu revan
Düşdü Şeytan Akındısına gûyâ rindan
Gel seninle bulalım saklanarak mahfi mekân
Baltalimanı bugün dalgalık ey servirevan
Bizi beylik gam ile itti felek şâvende
Mirgûne varalım seyr idelim gülşende
Rûrgârın siteminden oluruz âzâde
İçelim yâr ile İstinyede tenhâ bâde
Gelicek yâde dilin doğrusu derdin yeniler
Tâzelerde Yeniköyünde esik demler
Ya unuttursa nola piri mugaana diri
O senemle olan mahfi Tarabya seyri
Zâhidâ gezme sokaklarda tehi sinesine
Çamurun çünki kuru git Kefeli Karyesine
Gözümün yâşına rahm itmediğiçün yâran
Bir büyük-dere gibi itmede her dem cereyan
Büti aşkıyle tenim olsa dahi zârü nizâr
Yine itmez dili çiçâreye neyi ol sarı-yâr
Kalmadı görmediğim seyre sezâ câyi safâ
Rumeli Hısnına var seyri tamâm et cânâ
Oldu rindâna dümen suyu ile vâki key
Karataş altına mı gitti aceb zevreki mey
Meyi idüb şem’i îzârı içün ol sîmbere
Düşdü pervânei dil şimdi fenerden fenere
Oldu kermiyetin ol şûhle zâhid çü hevâ
Bu bürûdetle Soğuksu sana cây olsa sezâ
Ah idüb kameti sevdası ile cânânın
Şimdi bâşında Kavak yeli eser yârânın
İyşü nüş ile de terk it azacık pâfü pûfi
Sadrı meyhâne umur-yeli değildir sûfi
Kendime yârimi buldum diyerek şenlikde
Öğünür âşıkı şûride Değirmenlikde
Def’i gam itmeğe ey şûh ara sen bir çâre
Var mülükâne yanaş iskelei Hünkâre
Hüsnde öndül alub da bulalım deyü kemâl
Yalıköyünde koşu itmede her dem etfâl
Bir çetin kâre sataşdırdı bizi devrü zeman
Oldu Beykozlu bir âfet ile çeşmim giryan
Aramamı debdebe ü gayreti akrâniye
Saltanattır bana ol şâh ile Sultâniye
Çekdiler sineye incirlide bintül inebi
Darısı bâşına ey sürmeli zendost çelebi
Sav yanından bugün ey şûh aman agyâri
Gel Paşabağçesine zevk idelim hünkâri
Çûbi gam kor mu idi dilde safâyi hatır
Olmasa zevki nihâniye Çubuklu hâzır
Açdı tigi sitemiyle ciğerimde yâre
Kanlıcalı yine bir gamzeleri humhâre
İzni âmdır deyû gitme meleğim değme yere
Zürefâ Körfezi bahşeyledi zenpârelere
Ne revâ seyri Hisarda ola yâim mecnun
Sâkiyâ bana yârımca verüb ana dolu sun
Firkatinde şu kadar giryeler ittim cânâ
Bir küçük-su görünür eşkime nisbet deryâ
Bağrımın yağın eritti beli her etvârı
Hele Kandillide bir câm ile yıkdım yâri
Âbı zirâ ki (?) olana dermandır
Kadızâdeliye Vâniköyü pek cesbandır
Lebi deryâdaki âyûye mi oldu meftun
Kuleli Bağçeye hâri tab’ı rakibin efzun
İşte buldun sana salllanmağa bir özge mahel
Sözümü dinle rakibâ yalınız Çengel’e gel
Hased ol rinde ki mey nûş ide kaane kaane
O şehi hüsn ile Beylerbeyide mîrâne
Gıbta ol şahse olur irdiği dem nevrûze
Gide cânan ile zevk itmeğe İstavrûze
Sattılar duhti zere geldi arabler buncuk
Suhtegân zümresine cây olalı Kuzguncuk
Ko sığırlar gibi yatsun uyusun pinhâni
Oldu agyâre makar çünki Öküz LÎmânı
Kâbe toprağı deyû olsa bile nâm âver
Üsküdardan dahi yekdir bana kûyi dilber
Şemsi nâmında zuhur etti bir âfet ki aceb
Şemsipâşâyı mekân eylediler yârân hep
Bir şerîfin nigehi lutfi ile dünyâde
Kasrî dil ayni ile döndü Şerefâbâde
Bakarak ruhlerine eşki rakibin akmış
Sandılar bağçei hüsn içre ayazma çıkmış
Vuslatın gördü kiyâs eyleme ey dili elyak
Havfim oldur seni ferdâlere yaran satacak
Kasdin âlemde teferrüc ise ger bir derece
Duhteri rezler ile Kız Kulesine bul fürce
Kaameti fikri hâyali ruhi hâliyle yine
Deşti dil ayni ile döndü Kavak Bağçesine
Düldüli nâze süvar olsa o şûhi yektâ
Atı oynağı olur sâhâi Haydarpâşa
Ey gönül boşlama dâvânı herman gamle sürüş
Kadıköyünde ayak nâibinin pâyine düş
Fikri ruhsâri ile yandı tenim bilmez mi
Aceb ol mâh Fenerbahçesine gelmez mi
Gaalibâ Fenni tamam eyleyecekdir zevki
Adalar seyrine düşmüş o perinin şevki
Ruşen Eşref Ünaydının Boğaziçi tasvirleri — Ünlü edib - diplomat Rûşen Eşref Ünaydının “Boğaziçi, yakından” adındaki eseri, milli kütübhânemizde, kopuk kopuk, çok noksan da olsa Boğaziçinin güzel bir panoramasıdır. Aşağıdaki satırları oradan alıyoruz:
“Yalılar — Boğaziçinin en kendine mahsus güzelliklerinden biri: Yalılar! kimi taşdan; kimi taze renkli, kimi yorgun yüzlü, bin bir biçimli yalılar!.. Bunlar iki kıyı boyunca kâh denizin tâ sütündeler; kâh kendi rıhtımlarının kenarındadır ve kâh dar bir caddenin berisindeler...
“Gerçi Boğaziçinin hemen her köşesine köyler ayrı birer isim veriyor... Fakat köylerin hemen hepsi, gelişi güzel kıvrıntılı yolların eski kaldırımlarına bakan, çoğu esmer tahtalı evlerden ibaret... Bu evler, ya geçimleri Boğazın sularında olan balıkçılarla kayıkçıların, ya da gündüzleri şehre inen memurlarla esnafın, yani yerlilerin.
“Yalılar ise her mevsimini başka bir semtte geçirmeğe alışkın eski İstanbul zenginlerinin, vükelâsının bir kaç ay deniz ve koru sefası sürmek için kurdurmuş oldukları su kenarı konakları...
“Bunlar kıyılardan başlıyor ve göğdeleri yüksekliğinde bahçe duvarları arasında kapalı ağaçların gölgesindeki kat kat setlere yapışık merdivenlerle,- kubbelerini salkım yapraklı örtmüş, her bir manzaraya bir değişiklik veren basamaklarını otlar ve yabanî çiçekler bürümüş taş merdivenlerle,- yamaçlardaki köşklere kadar da uzayor: Böylece suyun keyfi bahçenin ve geniş ufku ile birleşmiş oluyor; zira tepelerden bakılınca Boğaziçi daha derli toplu bir göl görünüşünde...
“İki köy arasındaki boşluğu bu yalılar dolduruyor... Kenara bir sel gibi boşanan köylerin önlerini bunlar kaplayor.. Bir bakışda anlaşılıyor ki kıyılar umumiyetle paranın ve haşmetin, yamaçlar ise ekseriya orta halin ve tevazuundur. Çünkü Boğaziçi evleri yalılaşdıkça gürbüzleşiyor, renkleriniyor, şıklaşıyor. Bu bakımdan yalıları, ardlarındaki yoksulluk manzarasını denize karşı kapayan birer engin paravanaya benzetmişimdir. Ve yalılarla köylerden, esik eşraf ile ardında duran tevabii tesirini aldığım olmuşdur.
“Bu yalılardan öyleleri vardır ki içleri ut karınları gibi duygulu; dışarının en küçük seslerini bile camı açık, kafesli pencerelerinden içeri âdeta büyülterek alıyor: Biri, kapının inceli kalınlı çıngırağını sallasa, bir kervan geçişi zevkini duyuyorsunuz. Aşağıda çıplak baldırlı kızların, ayaklarındaki ıslak bezlerle yaş tahtalardan çıkardıkları gıcırtılar, yukarı katlara kumru huhuları gibi akisler yayıyor. Yattığınız yerden görmeseniz bile sudan geçen şey nedir biliyorsunuz; bunu, denizin oynayışlarından çıkan türlü sesler size haber veriyor:
“Boğazın denizi o hassaslıkda ki üzerinden geçen her şeyin haberini kıyılarına er geç mutlaka bildiriyor.
“Hele güneşli sabahlarda bu geçişleri, camları kapalı ve perdeleri inik pencereden görmeseniz, işitmeseniz bile tavandaki binlerce ışık çakıntısının, o titrek ışık palûzelerenin ağır, telâşlı, sinirli, şakrak gidiş gelişlerinden sezebilirsiniz. Biçimleri boyuna değişen bu oyunları saatlerce seyretseniz usanmazsınız. Bence, yalı tavanlarına en yaraşan nakışlar, oynak denizin eli ile güneşin çizmekden yorulmadığı bu billûr kaynaşmalardır.
“Komşunuz denizden gelen bu su çağıltısına ve ışık sağanağına bedel, komşunuz bahçeden de yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları ve gölge dalgaları gelir. Bağzı günler, ada çamı kokularını andırır deniz kokusuna karşılık ise ıhlamurların, türlü çiçeklerin ve bütün yaprakların birbirine karışmış koku rüzgârı çarpıyor. Ve hafif döşeli geniş odanızın kapısını biraz sonra biri aralıyor; o bahçelerden size kucak dolusu hediye getiriyor: Erguvanlar, zambaklar, hanımelleri, daha sonra da güller, karanfiller; bir sabah da bunların renk renk kıvrımları arasında dik yapraklarının parıltısı içinde tepeleme dolgun manolyalar, o beyaz alevler!.. Sonra da hortansiya demetleri; tâ lüle lüle krizantemlere kadar mevsimlerin yürüyüşünü bildiren koku ve renk kervanı...
“Nasıl ki sofranızdan da kiraz kıvılcımları; bağzı akşamlar omuzlarda bir yay gibi esneyen direklere ikiz bağlanmış sepetlerin tepesinde birer küçük gül ehramını andırır ve köy meydanının bir esans fabrikası kokusuna bürür çilekler; altın kayısılar; yanak allığında şeftaliler; dudak yumuşaklığında incirler; dilimleri balıkçı kayıklarını hatırlatır karpuzlarla piyade narinliğindeki topatanlar çeşni kervanı halinde geliyor geçiyor.
“Boğaz topraklarının bu iltifatına nazire olarak deniz de zümrüt serinliği içinde yürüyen mevsimlerin mahsulünü ikram ediyor: Uskumrular, kalkanlar, levrekler, kılıçlar..
“Gerçi bu tabiat biraz bakımsızlaşmışsa da o engin şirinliği ile gene yerinde. Fakat ondan kâm almak için yapılmış yalılar; vakti ile başka ölçülere, başka anlayışlara göre kurdurulmuş o uçsuz bucaksız yalılar!.. Bir çok sebeb, onları ya ateşin, ya suyun içinde, ya da yıkıcıların elinde yavaş yavaş azaltıyor; hem de en güzellerini..
“Bereket ki epeycesi halâ ayakda... Fakat onlardan kiminin odalarında da, şimdi tütün denkleri yığılı..
“Kimindeki o enine boyuna sofaları, şimdi artık rüzgâr iniltisinden başka bir şeyin doldurduğu yok.. Gerçi kiminde yeni nesiller ilk, orta, hattâ yüksek tahsilini görüyor... Fakat eski zenginliğin ve gösterişin yazlık sergisi denecek içlerine şimdi hıncahınç boşluk yerleşmiş olanları daha çok.. Bunların ilk sahipleri ahrete; halıları, âvizeleri de çarşı içlerine, bedestan camekânlarına belki de yabancı ülkelere göçmüş. İçlerinde hâlâ torunlar barınabilen bazı yalılarda ise bu torunlar o sayısız odalardan ancak bir ikisine süzülmüşler; üzücü ve ürkütücü ergin ıssızlıkların bir ucunda âdeta gölgeler bekçiliği ediyorlar. Onun için, eskiden nazlı küçük hanımların, yüz bulmuş küçük beylerin tasasız kahkahalarla çınlattığı harem ağalı, kâhya kadınlı bahçe setlerinde şimdi kömür yığınları duruyor. Eskiden çatanaların, üç çifte piyadelerin sabah akşam yanaşıp avniye kaputu, uzun sakallı paşa efendilerle atlas feraceli büyük hanımlar, tafta çarşaflı genç kadınlar beklediği düzgün taşlı rıhtımların şimdi yenik ve düşük kenarlarında şilepler, sebze kayıkları, odun kömür çektirileri uyukluyor.
“Bir kaç nesil bir arada barındıran büyük şehir konaklarından çoğu nasıl yandı, yıkıldı veya başka ihtiyaçlara kullanıldı ise, onların yazlık eşleri olan yalılardan çoğunun sonu da çaresiz böyle olacakdı! Temeli cemiyetin içinde yıkılan yapıları toprak, ayakda tutamıyor!
“Yıkıntıların ey gür tesellisi! Başka çağların başka ölçülerine göre kurulmuş o eski biçimlerin kaditlerini ört, tâ o günlere kadar ki Cümhuriyet nesilleri, dünyanın en güzel yaz şehri olan Boğaziçi kıyılarında, yeni anlayışlarının ve dileyişlerinin sürekli umranını, onun tükenmez şirinliğine yaraşacak bir üslupda, yeniden diriltecekdir.
“Koru — Boz renkli çam: Kıyıda kanatlarını germiş dinlenen albatros.
“Göğe engin fiskiyesini yayıp yere engin gölgesini döken çınar.
“Fıstık çamları: Kleopatranın ardı sıra esirlerin taşıdığı yelpazeleri andıran fıstık çamları.
“Balık biçimli yapraklarının altında dikenli fiske topları saklayan at kestaneleri.
“Üç göğdeli ıhlamurlar: Altı açık, üstü koyu kelebek yapraklı ihlamurlar.
“Meltem esdikçe gümüş direklere dönen salıntılı kavaklar.
“Havada burkulup burkulup gene yere sarkan sofralar.
“Testere yapraklı aylandoslar: Göğün berraklığında öbür ağaçların dallarına tutunmuş örümcek ağları sanılacak aylandoslar.
“İç çeken serviler.
“Kolalanmış gibi katı ve parlak yapraklı manolyalar.
“Yeşil çadırlı cevizler.
“Avize billurlar gibi sakan, akan, titreşen salkımlı çam.
“Daha adını bilmediğim, eşlerini her yerde görmediğim ağaçlar. Yanar söner fener ışıkları gibi her bahara hep birden yeşerip her güz hep birden sararan tombul ağaçlar. Atılgan ağaçlar. Çetin ağaçlar. Derli toplu ağaçlar... Boy yarışına, gölge yarışına çıkmış coşkunlar... Kabak derileri artık buruş buruş olmuş geçkin göğdeler: süsleri azalmış, çıplak pazıları çürükleşmiş dedeler.. Onların ayak ucunda yeni yetişmeler: tüy boylu, körpe renkli torunlar... Enine boyuna gelişen, gür gölgelerini o düşkün göğdelerle bu taze heveslilerin yayan ergenler: soyun sürekliliğini korumayı benimsemiş ergenler: her yaş ve her boy.
“Geriniyor gibi dallar. Uçacak kanatlar gibi açık dallar.. Altlarında oturdunuz mu size yar özleten, ses duyuran, rüya gördüren dallar! Kendi yapraklarının bulutlarından başka gök bile göstermek istemiyor gibi sıklaşan, bağzı bir uçuruma salındıkdan sonra tekrar kalkınmış bir koru parçasını, bağzı kuru lülesinden su yerine ot akar bir yorgun çeşmeyi, bağzı beyaz yalılı bir mavi kıyıyı eski bir hayatın ancak ara sıra anılır güzel artıkları gibi gösteren kıskanç dallar!
“Altlarında uzun uzun yollar; nerelere vardıklarını yeşilliklerinden başka kimsenin bilmediği yollar; hatıralar gibi uzayan, duman gibi dalgalı, dalga gibi savruk yollar!. Üzerlerinde bir kaç ışık ve bir kaç yaprak kırıntısından başka kimsenin gezmediği şehvani yollar... Gelmez güzelleri özleten, yaprak hışırtılarını ipek etek örtüleri sandıran yollar!.. Gizli bir dönemecindeki çıtırdılardan bir sevgilinin ayak sesini umarken karşımıza dik bakışlı keçiler, kim bilir belki de keçi kılığında Panlar çıkaran yollar!
“Koru; bağrında yalnız kendinin bin sesi çoşub bütün dışındaki sesleri didişken hayatın geçip gidici uğultuları halinde duyuran koru!.. Boğaz yamaçlarının erganunu koru!.. Ah dışı gündüz, içi akşam koru!
“Sandallar — Yalıların en tabiî ve en lüzumlu gezinti vasıtası, sandallar. Sade yalıların mı? Boğaziçinde herkesin her an, en çok, onlar işine yarayor: Mehtapda gezginci sazende köşkü onlar, saz dinleyicilerin mevkibi onlar; yerine göre matrabazların balık deposu onlar; sebze dükkânı, dondurmacı dükkânı onlar; yürük manav sergisi onlar; tatlı su damacanalarının ambarı onlar; hasta sediyesi onlar.. Bir köyden öbür kıyı mezarlığına cenaze götürdükleri bile oluyor.
“Bir başkalıklarını daha gördüm: Sandallar, yazları, yoksul yalıları.. Sandalcılardan çoğu, geceleri bunların içinde yatıyorlar. Peki belirsiz su salıntısının üstündeki sandal, o deniz uşaklarını beşiği, ince su fışıltıları da ninnileri oluyor. Böylece ancak bir iki iple karaya bağlı duran bu yalı yavruları, sahiplerine, sıcak ve haşeratlı geceleri tasasız geçirtiyor. Ve sandalcılar bir temmuz gecesinin sonunda müezzinden önce uyandıkları vakit görüyorlar ki yıldızlı kubbenin biteviye lâcivertliğini bir ucundan koyu koyu tirşeleştirmeğe başlayan ufukda güneş yerine, incecik bir ay dilimi doğmada.. Saki güneş, önce göğdesinden bu saz benizli çizgiyi ayırıp göndererek ilk bir ışık denemesi yapmadadır. Sandalcılar, bu ağartı fecrin midir; yoksa bu solgun belirtinin midir, şüpheye düşüyorlar. Fakat gittikçe seçilen eflâtun suyun üstünde ilk küreklerini — âdeta geriniyor gibi — çekmeğe başlıyorlar... Biraz ilerledikçe tam yeri pembeleşmeğe, deniz erguvanlaşmağa; gündüzün bir hizâda gibi görünen sıra tepeler; — ufak bir buğu oyunu yardımı ile — kimi daha uçuk bir halde biribirinden ayırdolmağa yüz tutuyor. Sandalcılar, bu can okşar rûyayı seyrede ede, suları incitmeksizin kısmetlerine doğru gidiyorlar.
“Arada bir, sandaldan sandala resim gibi bir türkçe ile konuşdukları oluyor. Geçen sabah denizin içi âdeta cam kavanoz duruluğunda idi. Bir yengecin bağzı küçük balıklara doğru nasıl gittiğini bile belli oluyordu. İki sandalda iki sandalcı, suya oltalarını atmışlar; kıl teli tartan parmakları da bir haber dinler gibi tetikde idi. O sırada biri ötekine dedi ki:
— Balık tutmak, para tutmakdır.
Öteki de ona:
— Göksudan duman kalkıyor, hava iyi” müjdesini verdi.
Gerçekden de Kandilli ve Anadoluhisarı tepelerinin ağzından ince bir buğu, bir marpuç ucundan çıkar gibi yükseliyordu.
— Beykoz üstünden ayaklandı mı, kulak asma... Hem martılarla bak, nasıl toplanıyorlar; demek ki balık çok.”
“Böylece yolda ağır ağır yürüyerek sohbet eden iki ahpap gibi bu iki sandal, müşteriler uyanmadan önce kendilerini sabah akıntısına vermişler, suların keyfince Hisarlara doğru iniyorlardı. (Üstad burada sandalcı ile balıkcıyı karışdırıyor).
“Fakat Boğazın suları boyunca böyle “kırık” değil ki. Güneş beş on minare boyu yükselince akıntılar diriliyor, çırpıntılar uyanıyor. Deniz de bu işçiler gibi çalışmağa başlayor... Sandallar, yukardan yelken açıp kelebek gibi uçuyorlar; iyi.. Ancak, sandalcılar akıntı yukarı çıkarken buram buram ter döküyorlar. Her akıntının huyuna, daha doğrusu huysuzluğuna göre kendilerini bin güçlüğe sokuyorlar. Kimi, sandalını yedekde, zorlu bir su boğasını yularından çeker gibi yürüyor; kimi, motörlenmiş takalara bin sıkıntı ile sokulup kulaç kulaç ip atıyor, türlü perdeden dil döküyor, kendini ona takdirmağa çalışıyor.
“Bununla beraber müşteriyi yıldıran bu güçlükleri sandalcılar hiçe sayıyorlar. Ak köpüklü sesler onlara, denizin kahkahaları gibi geliyor. Onların en göze aldırdıkları yılmazlık, altlarındaki bu küçük teknelerle Karadenize balık avına çıkmalarıdır.
“Gençler şehre inip gezenler seyreldikden sonra sandallar, Kilyos açıklarından Irva önlerine kadar Boğazın ağzını su kuşu sürüleri gibi kaplarlar. Oralarda iken, bir gözleri çaparilerinde ise bir gözleri de ufukdadır; çünkü Karadeniz fırtınası ansızın patlar. Suların uzakdan kabardığını, homurtusunun boğuk boğuk gelmeğe başladığını sezer sezmez hemen yelken kürek Fenerlerin kuytuluklarına barınmağa çalışırlar. Bu fırtına kuşlarından dalga saldırışları önüne düşemiyenlerin kanadı köpükler altında kırılır kalır.
“Geceleyin, son şirket postaları, projektörlerinin hortum ucu gibi püskürttüğü keskin ışığı yalı e koru yüzlerinde bir gezdirip çekildikden sonra, Boğaz denizi artık durgun bir havuz içliliği alıyor: Bir yandan kıyıdaki fener aydınlıklarını, tâ diplerine kadar gözüken ışık direkleri gibi uzaklara doğru uzatıyor.. Bir yandan da öte kıyıdaki sesleri bunlara karşılık gibi yayıyor... O zaman, bu duygulu karartının şurasında burasında bir belirip bir yokolan ateş böceği pırıltısı seziliyor: Bunlar, sandallar. Bu koskoca durgunluğun içinden ara sıra bir şilep geçecek olsa, hışırtılarının önünden bu küçük ışıklar sağa sola kaçışıyorlar...
“Fakat sandalların arasında, eski kayıklardan artık bir teki bile görünmüyor. Bir vakitki sevdanın salıncakları denecek o ince yapılar ki bu kıyılardan, yeni doğam aylar gibi süzülürler geçerlerdi!.. Hilâlî gömleklerin geniş yenleri meltemlerde işâret mendilleri gibi uçuşan ak poturlu hamlacıların, buğu yaşmaklı hanımları, kehrüba ile bağadan yapılma sanılacak o nakışlı çerçeveler içinde, renk renk atlas minderler üstünde âdeta nazla uyutur gibi süzgün geçirdikleri ki çocukluğumda ben bile gördüğümü hatırlıyorum. Onların uzun etekler gibi suya değen bin pırıltılı sırma sayvanları ardınca, nice bey, — kayıkcıların halâ anlattıklarına göre — üç çifte piyadelerde ah ederdi. Göz koyduğunun ve göz ucuyla anlaşdığının ardınca sularda gecikirdi. Gece karanlığında onun pencereleri altına kayığı ile sokulurdu. Işığı, uzak sofadan hafif vuran kafesde bir karartı gözlerdi Sezmese üzülürdü. Gamla geri dönerdi. Bir türlü içi içine sığmazdı.
“Geç saatlerde, büyükler yatıb el ayak çekildikden sonra, çılgın genç, usulca kayıkhaneye iner, kayığını kapınca yârının rıhtımına mızrak gibi saplardı: Gündüzden işareti konmuş bir pencereye, ya da bir manolya altına mektubuun atabilmek için... Muradina erip geri dönünce, bir de bakardı ki uysal yüzlü sular ona oyun etmişler... Bineği, telâşla şöyle bir iliştiriliverdiği halkadan çözmüşler, uzaklara açmışlar... Çılgın delikanlı, pişmanlıkla işgüzarlık arasında şaşalar; duvarlardan can pahasına atlar; köy içine düşer, bir kira kayığı ile kendininkini avlamağa çıkardı.
Kayıkcıların dediğine göre, hele mehtablı geceler, kayıkların en arandığı şehrâyinlerdi. Boğaziçili bir bey, donanmış bir pazar kayığına sazendeler oturtur, kendi de üç çifte kayıkla ardından giderdi. Sahillere manalı şarkılar ulaşdıkça yalı pencerelerinden, esmer mi, kumral mı, genç mi, geçkin mi, kim bilir, başlar sarkardı: Kayığına atlayan, mevkibe katılırdı. Böyle böyle, bu âhenk rüzgârı, yalıların birer kopuk parçasını söküb suya vermiş gibi büyüye büyüye Yeniköyden Bebeğe, Çubukludan Göksuyadak iner çıkardı.
“İlk sandal, bu kayıkların arasında belirsizdi... Üstünün titrek tentesi ile bir deniz çardağı sanılacak bu yeni binek de güzeldi: Kenarları altın nakışlı, arkalığı gümüş aynalı; dümen ipleri vişne çürüğü ipekden, yekeleri ve iskarmoz uçları pırıl pırıl.. O kadar ki kayıkla sandal, bir demler yan yana yürüdüler; fakat yeni gelen, eskiyi belirsiz belirsiz bir kenara itti. Ve bin bir rüyanın beşiği kayık, artık masraf kapısı, suya az dayanıklı görülür oldu. Keyfi, ancak varlıklı ve kurumlu bir tabakanın ihtisarında kaldı. En sonunda yosunlu, kızaklara çekilerek kayıkhanelerin uzun yaslı karartısına kapatıldı; bir daha gündüzü gelmiyen o nemli gecenin içinde çürüyüp dağıldı.
“Fakat, yaşayış, durur mu hiç?.. İşte şimdi artık, sandalların da boyası soluklaşmağa başlıyor; kadife döşemeleri muşambalaşıyor. Boğaz kıyılarının çınarlı kahveleri nasıl ya cazbandlı, ya radyolu oluyorsa; eski paytonlar nasıl taksi oluyorsa, sandallarda da yavaş yavaş kürek uskur, ve sandalcı motör olmağa başlayor: Hız ve makine tadı, eski tekneler bile bir inkilâb çeşnisi vermekde...
“Şimdi bir yeni yetişme kızın bile-bütün ailelerini içine doldurup - kasketinin altındaki taze saçları rüzgârda savrula savrula koşdurduğu bu makineleşmiş sandallar, esik yoldaşlarının yanından, burunları havada geçiyorlar. Belki de, yakında kürek, kayık zamanı alamanalardan başka ancak spor kiklerinde kalacakdır...
“Fakat bunlar çoğalıncayadak mavi yolun en sık görülen şimdiki kalabalığı, gene sandallar; İş adamlarının, gezinti isteklilerini, balık düşgünlerini, geciken ev efendilerini, hele ıssız koylar arayan sevdalıları, her dilendikleri anda bir yandan bir yana götüren sandallar!..
“Rumeli kıyısında sabah — Daha biraz önce, bütün tabiatı itidali ışığı altında tutan mehtab, artık yalnız küçük bir koyun içinde tortulaşmağa başladı. Orada bile eriyor, maviye çalan bir yeşilliğe karışarak dağılıyor; bir korunun ağaçları üstünde, sadece, ölümünün uçukluğu git gide durulmakda.. Zira gözden gayet esrarlı bir ağartı, dumanlara sarınmış, iniyor, bütün; bütün Boğaziçini peykin aydınlığından sıyrılıyor. Bütün Boğaziçini değil, sadece Rumeli kıyısını... Çünkü Anadolu yakası mehtapdakinden daha loş...
“Sular donuk, fakat durgun.. O kadar ki, üstünde olanlar bile denizde gezdiklerini, - ancak onu arar, onu yoklar gibi - içine dalıp çıkan kürek seslerinden anlatıyorlar:
Uslu, mahmur kürek sesleri...
“Kıyılardan bu denizin şurasına burasına balıkçı kayıkları ilerliyor; alacalığın içinde garip böcek heyulaları!.. Balıkçılar ığrıp çeviriyorlar.
“Biz, her kürekde, daha başkalaşan bir aydınlanmaya; fakat Beykozun üstünde, yığılan koyu gümüşü bir gök duvarına; Fikretin “zulmeti beyzâ” dediği şeye, arzın sonu, kutbun ucu gibi bir şeye; ağaran bir hiçe doğru kıyı kıyı ilerliyoruz.
“Her yanda sular inmiş, durulmuş, azalmış. Rıhtım kenarlarında en taze yosunların tirşe çizgisi var... Hava gerçi üşütüyor, fakat ne kadar rüzgârsız..
“Bir tarafı Yeniköy burnundan Çubuklu körfezine kadar, bir yanı da Göksudan Rumelihisarına kadar iki duman suru ile kaplı eflatunumsu bir göl... Güneş bunun neresinden doğacak?
“İstinye koyunu aşdık. Recaîzadenin eski yalısı önündeyiz; halâ doğuş sezilmiyor. Bununla beraber gitdikçe artan aydınlık, rüya gibi yarı kavranabilen bir takım şeyleri azar azar daha belirtili bir hale koyuyor: Kısa rıhtımlı yalılar seçiliyor; yamaçlardan boşanan nebat çağlayanları görünüyor ki bu bahçelerin içinden, ancak birbirine sokula yaslana ayakda durabiliyorlar duygusu veren evler göze çarpmağa başlayor... Aralarından, yer yer görülebilen sokağı kaplamış çınarların üstündeki sedlerde de fıstık çamları...
“Anadolu kıyısında akşam — Ancak, Boğaziçinde bir yakadan bir yakaya dümdüz geçilemiyor ki... Kayıkçıların dediği gibi: “uyarına getirip yumuşak sularla” gitmeli... Onun için Emirgândan Çubukluya geçmek isteyenler Yeniköy açıklarına kadar kıyı kıyı çıkıp kendilerini oradan akıntıya bırakıyorlar...
“O akşam yeşil Beykozun açıklarında kayıkçı, belki kürek yorgunluğundan kurtulmak için:
— “Bu hava keyif rüzgârıdır” dedi.
“Belki de yolcuya inan gelsin diye, kendinin: “öyle seferberlik sandalcılarından bir acemi olmadığını” bildirdi.
— Biz mektep görmedik amma su gördük; yelkeni açdık mı üstüne kaç okka rüzgâr binecek, nereden yüklenecek, biliriz; hocamız Karadenizdir!.. deyip direği dikdi. Yelkenin kumandasını da — gerekirse ipi bırakıp rüzgârı bir anda boşaltabilmek için — bucağının altına ve ayağının ucuna aldı.
“Akıntıdan biz aşağı kaçıyoruz: tutmak istediğimiz kıyılar da yukarı kaçıyor gibi oluyordu. Bu hal yolcuya, nargile sonundaki hafif baş dönmesini hatırlatır tatlı bir sekir veriyordu. Rumeli karayelini tutan Çubuklu koyuna böylece yaklaşdık. Sandal, mavi koya bakan sıkışık bir ağaç amfireatlarına kavuşdu: al çiçekleri ile narlar ve beyaz çiçekleri ile manolyalar bize doğru koşarak iniyorlar gibi; ardları sıra da çamlarla serviler, gürgenlerle ihlamurlar...
“Sulara varan bu ağaçlığın eteğinde çınarlarla kaplı bir kahve görünüyor... O çınarlar, gündüzün içinde bir gece...
“Buralardaki uçuk boyalı, yıpranmış duruşlu evlerin bahçeleri yok: üstün ve serili serili bahçelerin, tâ sulara kadar aynı gürlükle, aynı cesaretle inen bahçelerin, kökleri denizde salınacak sahil bahçelerinin evleri var... Ve koyun en kuytu yerinde Feyzâbâd!.. “Çubukluya gelinmez. Çubuklunun ruyasına varılır” dersem inanın...
— Çek kayıkçı, bu kıyılarda akşamın içli çoşkunluğuna doyum olmaz.
“Hemen bir kaç kürekde Çakal akıntısına düşüyoruz.
“Hoplaşa hoplaşa birbiri ile itişen bir takım dalga yavrularının mini mini fakat çok sık çırpıntıları, sudan eller gibi tâ sandalın kenarlarına yapışıp ona sağa sola oynatmağa ve ara sıra da yüzümüze billur kırıntılarından fiskeler vurmağa başlayor... Akıntı denen su koşularının en anılmışlarından birini böylece aşıyoruz...
“İnanıyoruz ki Boğazın ve akıntılarının tehlikesi, onların ilmini bilmeyenler içindir... Bu ustalığı, şu yalılarda oturanlara ne kadar yaraşdırıyorum... Zira yalı, Anadolu kıyılarından tam yalı... Hemen suyun bittiği yerde başlayor; yahut su, onun başladığı yerde duruyor... Ve yalı, su ile kendinin arasında, değil yolun, bağzan rıhtımın bile aralığını istemiyor.
“Bunlardan çoğu ikişer katlı ve yayvan... İçlerinde öyle yaygınları var ki ikinci katları birinci katlarından ve birinci katları temellerinden itibaren tersine bir merdiven gibi suya doğru çıkık; ve katlar (eli böğründeler) üstünde duruyor. Bağzıları ise ayaklarını sulara kadar sokmuşlar: yosunlu direkler yıkanan bacakları düşündürüyorlar.
“Yalılar su ile işte bu kadar içli dışlı... O kadar içli dışlı ki önlerinden sandallarla geçenlerden — hele böyle donuk yaldızlı akşam demlerinde sofra, minderli oda, yük, duvarlarda asılı hüsnühat, beyaz patiska perdeler arasında ağır ağır kırpışmalarla ışıldayan billur âvize gibi iç süslerini bile gizlemiyorlar... Ve kalkık kafesli pencerelerden bu görünüşler, gönüllerindeki bütün olgunluğu bir gelişi güzel cümlede sezdirebilen tutumlu ruhların ağır başlı söhbetlerinden aldığımız tadı ne kadar andırıyor!.. Bağzılarının, üç ayak merdivenle denize iniler ve mermer basamaklarını denizin ara sıra yükselerek ince sesli köpüklerle ıslatıb temizliği engin gölgeli sofalarında insanlar, önlerindeki şu su gibi uslu ve düşünceli duruyorlar... Sandaldan da seziliyor ki az ve yavaş konuşuyorlar. İhtiyarlarının başında yemeniler... Şehirden yeni dönüp de bir erguvanın altında dinlenen geçkince hanımların omuzlarında siyah çarşaflar... Rıhtımlara çömelmiş, oltalarına balık bekleyen erkeklerin ayaklarında mercan terlikler... uzun iskemlelere yatmış, kitab okuyan, ya da karşı yakayı derin ve dalgın seyreden genç kızlar... Bütün bunlar, eskiden yaşanılmış bir ömrün, akla gelen hayalleri mıdır? Yoksa, isteseler, işte görüyorum, hemen her yalının altında kayıkhaneler var; o nem kokulu serin kovuklar ki uslulaşdırılmış, eve alışdırılmış, miymarîleşdirilmiş sanılacak beş on arşin denizin mahfazası... Loşluklarında da, yalılardakilerin o bir nevi deniz tayaları, sandallar.. Yalılardakiler bunlardan birine atlayıp, bin lezzete (o hayâl âlemine) kavuşabilecekler... Fakat sandalların çoğu da yukarıki hanımları, efendileri gibi dalgın duruyorlar... Belki onlar da görmek istemiyorlar ki bütün mukadder varlıklarını su ile dudak dudağa geçirmekden yorgun düşmüş bu yalılardan çoğunun beyaz, pembe, gümüşü, fesrengi tazelikleri soluyor; bir kısımları ağır ağır yana yaslanmış. Nasıl, eski Boğaz meydanlarında kocamış bağzı çımar göğdelerinin her yanından hayat artık yavaş yavaş çekiliyor da ancak bir yumruda bir tutam, yaprak son bir çevre gibi sallanıyorsa, bunların cüsseleri de öyle daire daire göçmüş;.... şimdi artık ancak üç beş odada halâ diri kalmağa çalışıyorlar. Bunlar, ömürlerinin sonuna kadar kendilerini şayet ateşin elinden kurtarırlarsa bile ince ve sürekli su yeniklerinden koruyamıyacaklar... Günün birinde büsbütün onun bağrına dökülecekler...
“Boğaziçi, bitmiyen güzelliğinin, bir çağından başka bir çağına geçiyor...
“Çınar altı kahvesi — Onun güzelliği üç sade şeyin birbirine uygunluğundan geliyor: Çınar, mermer, deniz...
“Dört beş çınar, deniz kıyısında yokuşumsu bir meydan kaplamış. Her birinin bir ağaç iriliğindeki dalları, mermer direkli beyaz bir camı minaresinin üst hizasına kadar sarmaş dolaş çıkıyor. Uçuk mavi havanın içindeki iri yeşil demeti, bir buçuk asırlık bir çeşmenin geniş revakını barındırıyor. Bir eski çağ mabedindeki sütunlardan daha kalın bu çınar göğdelerinin altında türk rokokusu, çeşme, bir su mihrabı zarifliğinde... Onun dört yanındaki yeşil zeminli kitabeler, Yesarinin altın taliykleri, biraz uzakdan bakılınca, güneş kırıntıları sanılıyor. Zaten yerde de, doğudan batıya kadar, asıl güneşin birkaç altın beneğinin fazla ışık yok. (B.: Beylerbeyi İskele kahvehânesi; Beylerbeyi Namazgâh)
“Meltemler bu top yaprakları usul usul çağıldatdıkça tunç musluklarının mermer havuzlara sular boşanır gibi bir şey oluyor: Vücuda da, ruhu da bir belirsiz hulyanın gevşetici serinliği yağıyor...
“Önündeki rıhtıma bağılı kayıklar, sandallar suda mı duruyorlar; boşlukda mı, ayırt edilmiyor; su o kadar duru, o kadar dinleniyor.. Su ara sıra hafifce kımıldanacak olsa, kenarları yaldız nakışlı şeritlerle çevrilmiş o filizi, kırmızı, sarı tekneler beşikler gibi sallanıyor. Bu rüya gibi gerçek içinde onlar, firuze bir nehirde akisleri ikizleşen zümrütden, mercandan, altından masal gemilerine benziyorlar.
“Akşam saatlerine doğru yemişçiler de birer ikişer orada toplanıyor; yukarı bağçelerden ışpurta dolusu Musta Bey armudu indiren delikanlı, yemişlerinin tadını, rengini, okka çekerliğini kahve halkına o gün öyle öğüdü idi ki. Fakat ağlarını çınar aralarına boydan boya asmış kurutan, kendileri de beyaz muvakkithane duvarına yaslı muşamba peykelere çıplak ayakları ile tüneyen balıkçılar, armut hatibinin nutkunu esneyerek dinlediler. O, terazi aramağa gidince, şaka olsun diye, bir kaç armut aşırdılar... Halbuki satıcı, armutlarını tane tane saymış sanırsınız. Eksiği hemen anladı. Balıkçılar da gülüşerek ışpurtaya birer ikişer kuruş atıp armutları kemirmeğe başladılar.
“Şimdi karşımda, yalnız, geçkin kayıkçı, — altında sandalı gayet hafif çalkana çalkana, — rıhtımın taş kovuğuna geçirdiği kancaya kollarını, kollarına da geniş hasır şapkasının siperindeki başını yaslamış, uyuklayor.
“Onu uyandırdım. Sandala, ince hareli sıkıntı üzerinde yatar gibi, uzandım; serin ve mavi su sesleri arasında Boğaziçi denen rüyayı göre göre Bebeğe iniyorum.” (Rûşen Eşref Ünaydın; Boğaziçi, yakından, 1938. B.: Boğaziçi, yakından.)
Divan Edebiyatında Boğaziçi — Boğaziçinin eşsiz tabiat güzelliği dîvan şâirlerini teshir etmiş, fakat dört asır boyunca, onun şânına tek eser, tek kıt’a yazılamamışdır. Şu kadar dîvanın binlerce yaprağı arasında, bize şâirin yaşadı devrin Boğazını tahayyül ettirecek, yâhud şâirin Boğaz üzerine bir duygusu gösterecek hiç bir şey bulamayız. Dîvan edebiyatında Boğaziçi, şâirin sevgilisini, bu sevgili de hemen dâimâ bir mahbub, ve hatta tüysüz bir oğlandır, agyâr gözünden uzak muhabbete veyâ mehtab seyrine dâvet ettiği bir buluşma yeri olmuşdur.
Bizim, Boğaziçi şiirdir, diyebildiniz bir beyit XVII. asrın seçkin şâiri Seyhülislâm Yahya Efendinin kaleminden çıkmışdır; Efendi o asırda bülbülleri ile meşhur İstinye körfezini, sathında, etrâfını çevirmiş koruların koyu yeşil rengi serilmiş esrârengiz bir peri masalı gölü hâlinde tahayyül ettirebiliyor:
Ko kafes nâlesini nağmei peyder peye gel
Râyegân dinleyelim bülbülü İstinyeye gel!
Bir asır sonra, Nedim’in tadımlık dîvanında da güzel bir şarkı buluyoruz, bu şarkıda da gözümüzün önüne, kış ağzı Boğazının dalgalı yeşilimtrak denizi, boşalmış yalılar, kapalı kayıkhâneler, kızaklarda kayıklar, üşümüş balıkcılar gelebiliyor, aslında ise Nedim bu şarkıyı Boğaz için değil, “bir tıflı nevreste” için yazmışdır.
Yetmez mi sanâ bister ü bâlin kucâğım
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım
Âteşlik ider sana bu sinemdeki dâğım
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucağım
Sen böyle soğuk yerde niçin yâtar uyursun
Billâhi döğer dur hele dâyen seni görsün
Dâhi küçücüksün yalnız yatma üşürsün
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım
Yaklaşdı şitâ ebri siyeh tuttu cihânı
Kalmâdı sabânın gezerek tâbü tüvânı
Kurbânın olam geçdi Boğaz seyri zamânı
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucağım
Bir câm çok ey gonce dehen def’i humâr et
Çeşmimde hayâlin gibi gel geştü güzâr et
Nakşin gibi âyinei sincimde karâr et
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucâğım
Der sâna Nedimâ bunu tekrâr be tekrâr
Bigâne ile etme sakın azmi çemenzâr
Gürgân gibi agyâr kaparlar seni zinhâr
Serd oldu heva çıkma koyundan kuzucâğım
XVIII. asır sonlarında, kendini zarif bir İstanbul külhânîsi olduğu muhakkak. Haşmetin (Ölümü 1786) şu iki gazelinde Boğaziçi, basit bir isim olarak kalmışdır:
GAZEL
Ey nûri dilde eşki revânı bilir misin
Gark itdi seyli hûn cihânı bilir misin
Ahdi dilimden eyle hazer solma gül gibi
Ey nahli işve bâdi hazânı billir misin
Tâb âver olmaz âhına ey andelîbi dil
Terdir o verdi gülşeni ânı bilir misin
Ey dil Boğaziçindedir ol meh yakala var
Çek gerdeni amânı amânı bilir misin
GAZEL
Giribânı hatın sad çâk idince pençei şâne
Ruhin pertev virir hayti şu’lei mihri rehşâne
Dehânın gaybe harfendâzı istiğnâdır ey âfet
Miyânın ile hemrâhi ademdir gelmez imkâne
Safâsı âlemi tab’ın Boğaziçinde zâhirdir
Yanaşdım zevraki meyle kenârı vaslı cânâne
Sâfâyi vuslatın ketminde âciz âşıkı şeydâ
Çıkar keyfiyetti esrâr ülfeti meyle meydâne
Fürûgi âteşi terle giren hammâm veş terler
Arakrizi game germâbe eşvâkı meyhâne
İde râh âşmâ bezmi elest âsâ ehîbbâyi
Komaz sohbetgehi işretde Haşmet bâde bigâne
XVIII. asır sonu ile XIX. asır başlarında yaşamış şâir ve mûsikişinas bir hükümdarın, Üçüncü Sultan Selimin iki şarkısı, gençlik, toyluk zamanında yazılmış oldukları da söylense, bu pâdişahın Boğaziçindeki ilâhi nağmeleri duyamadığını kaydetmemiz için kâfidir:
ŞARKI
Yine bir zevk idüb güzel bir kahve nûş ittim hele
Bir Güzel fincânı sundu ben de benzettim güle
Kıldım, elmas zarfına dikkate sunarken nazar
Gözüm ilişdi kalem parmaklı ol sîmin ele
Saydine bâis o mâhim cilvei reftârıdır
Oynatan gönlüm yerinden zülfi anberbârıdır
Vasfı dilberde bu eş’ar âşıkın güftârıdır
Hoş değil mi kıl nazar bir kerre ol sîmin ele
Bû bahâr eyyâmıdır Boğazda bir ayş idelim
Hem Küçüksûdâ güzel bir kahve derpîş idelim
Bû gami ferdâyihep cümle ferâmûş îdelim
Hoş değil mi kıl nazar bir kerre ol sîmin ele
Kış demidir vâralım zevk ile kahvehâneye
Gidelim köhne bahar irdikde Kâğidhâneye
Gönlü İlhâminin aynı döndü bârûthâneye
Kahve fincânın bahâr eyyâmı durmâ al ele
ŞARKI
İdüb üç çifte bir nâzik piyâde şimdi âmâde
Hele tab’amca zevk idelim ben bugün dâri dünyâde
Gelüb ol dem süvâr oldu bir iki şûhi âzâde
Hele tab’ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâde
Piyâde başlayub semti Boğâza doğru pervâze
Biri aldı kemânın nağmelerle başladı sâze
İki mehpâre birden eyleyüb şarkiye âgaaze
Hele tab’ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâdı
Kebiri riştei tab ü tüvânım kesdi ser tâ pâ
Sagiri aldı aklım nakdi fikrim eyledi yağmâ
Benim nâri harâret cismi zârım aldı hep ammâ
Hele tab’ımca zevk itdim bugün ben dâri dünyâde
Kemânın nağmesi hoş geldi ol mehpâre nevresden
Birisi iki kat âgaaze itdi birisi pesden
Olub bihûş İlhâmi safâyi nağmei sesden
Hele tab’ımca zevk itdim ben bugün dâri dünyâde
Aynı zamanın eseri Kadıasker Mustafa İzzet Efendinin bir şarkısında aynı mâhiyetdedir:
Çıksan yalınız meh gibi bir kerre Boğâza
Başlar bütün uşşâkı nevâkâr niyâza
Dilbestelerin âhını çek perdei nâza
Bû vechile ver zevkü safâ bezmi visâle
Tıflının yazdığı ve XIX. asır mûsikişinaslarından Hacı İsmail Efendinin mâhurdân bestelediği diğer şarkıda, Boğaz ismine Göksu, Küçüksu, Çubuklu, Sultaniye Çayırı, Hünkâr Suyu da katılmış olduğu halde Boğaziçi yine yokdur. Tıflı, bir dilber küçük beyin peşindedir.
Al yânına bil dilnüvaz
Gönlünce gez zevkit bu yaz
Başdan başa işte Boğaz
Gönlünce gez zevk it bu yaz
Göksûyu atma bir yana
Küçüksû pek âlâ sana
Çûbukluda ey dilrûbâ
Gönlünce gez zevk it bu yaz
Agyâri başdan sav hele
Lütf et beyim düşme dibe
Tıflın ile tut el ele
Gönlünce gez zevk it bu yaz
Sultâniye şâhânedir
Hünkârsuyu bir dânedir
Bû demde gam cânâ nedir
Gönlünce gez zevk it bu yaz
Dîvan şâirleri Boğaziçini türk edebiyatında yaşatamamışdır der isek hiç hatâya düşmeyiz; dört asır, zengin bir kütübhâne kurmak için kâfi zamandır.
Çağdaş türk şiirinde Boğaziçi — (B.: Boğaziçi Şiirleri).
Yahyâ Kemal Beyatlıda Boğaziçi — Çağdaş türk şiirinin büyük şâiri İstanbulun ve İstanbulun âguuşunda Boğaziçinin âşıkı idi. (B.: Beyazlı, Yahyâ Kemal); muhakkak ki Boğaziçi üzerine en güzel mısrâları yazmış kalemdir.
MİHRÂBÂD
(Kanlıca sırtı)
Mev’idi mehtâba saz açmış gümüşden şehrâh
Şeb nedir Körfez’de Mihrâbâddan görmüş o mâh
Mevkibi zevrakle gelmiş faslı Sultânıyegâh
Şeb nedir Körfez’de Mihrâbâddan görmüş o mâh
Kâinâtı gaybi tel tel yoklıyan mızrâbdan
Vehleten dervâzei mâzi açılmış âbdan
Şebkeden mehtâblar bir bir uyanmış hâbdan
Şeb nedir Körfez’de Mihrâbâddan görmüş o mâh
GECE
Kandilli yüzerken uykularda
Mehtâbı sürükledik sularda
Bir yolda parıldayan gümüşden
Gittik, bahsetmedik dönüşden
Hulyâ tepeler, hayâl ağaçlar
Durgun suda, dinlenen yamaçlar
Mevsim sonu öyle bir zaman ki
Gaaib bir mûsikiydi sanki..
SES
Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum
“Yâ Râb!.. hele kalb ağrılarım durdu!.. diyordum.
His var mı âlemde nekaahet gibi tatlı
Gönlüm o sevincin heyecâniyle kanatlı.
Bir tâze bahâr âlemi seyretti felek de
Mevsim mütehayyil vakit akşamdı Bebekde.
Akşam, lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam..
Tâ karşı hayırlarda tutuşmuş iki üç cam..
Sâkin koy’u, şen cebheli kasriyle Küçüksu.
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu.
Bir neş’eli hengâmede çebçevre yamaçlar
Hep ayni tahassüsle meyillenmiş ağaçlar
Dalgın, duruyor rüzgârın âhengini dal dal.
Bakdım süzülüb geçdi uzakdan iki sandal.
Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi Boğazdan.
Çoşmuş, yine bir aşkın uzak hâtırasiyle
Aksetti uzanmış tepelerden sırasiyle
Dağ dağ o güzel ses bütün etrâfı gezindi
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi
Ânî bir üzüntüyle bu rüyâdan uyandım
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım.
Her yerde o, hem ayni bakış, ayni emelde.
Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde.
Her yerden o, hep ayni güzellikde göründü
Sandım bu biten gün beni râm ettiği gündü.
Reşad Ekrem Koçu’nun Boğaziçi şiirleri — Bu ansiklopedinin müellif ve müddevini R. E. Koçu’nun bir kitab hâlinde toplanmamış şiirlerinden bir kaçı Boğaziçi sahneleridir; hemen hepsinde ne Boğazın ne de Boğazda herhangi bir semtin adı yokdur, fakat Boğazı bilen oranın atmosferi ve insanlarıın bulur, zan ederiz. Bunlardan biri “Kömür Gemisi” adını taşır, yazar yüzlerce kömür gemisinden birini bir yaz günü Paşalimanında görmüşdür, şöyle anlatıyor:
“Bir gün Çubukluya aziz dostum rahmetli Râtib Âşir’e gidiyordum. (B:: Acudoğu, Kâtib Âşir); Paşalimanında bir kömür gemisi gördüm idi. kömür karası gemiyi içindekilerle beraber öylesine sarmış, öylesine boyamış ki uzun uzun seyretmekden kendimi alamadım; öyle bir âhenk ki kömür tozu, boyası insanlarda da, bütün teferruâtı ile gemide de kir olmakdan çıkmış, sürme olmuş, nakış olmuş, süs olmuş. O akşam Çubukludan geç döndüm, götüren de getiren de arabalı bir dost. Paşalimanında yine durduk, o saatlerde orası gaayetle tenhâdır, ancak yolcular geçer, havas sâkin, deniz ayna gibi durgun, ve gömgök, tâ uzakda, karşı yıkanan ışıkları ve gömgök denizde yıkanan gemicilerin sesi. Boğaz denizindeki bu sesler sabahki manzaraya eklenince o mısrâlar ortay çıkdı”.
KÖMÜR GEMİSİ
Yelken kara,
Tekne kara,
Ve bak şu tayfalara,
Kimi civelek oğlan.
Kimi zehir korsan.
Yüz kara
Don gömlek kara.
Ayaklar kara.
Ama hayrânım o yüzlerde ben
Gün doğarken gümüş
Ve gün batarken altın yaldızlara.
Ve gece yüzerken
Görünmeyen ellere, omuzlara
Görünmeyen ayaklara, sarılan
Yakamozlara.
“ Ayak izi güzelliği için” adını taşıyan bir şiir, yine bir yaz günü, yukarı Boğazda Kireçburnu rıhtımında bir duygunun eseridir, ki bu rıhtımın karşısında Boğaz öylesine görünür ki, hemen Karadeniz çıkılacakmış gibidir:
Kıskandım denizi,
Kızgın rıhtım taşlarında
Büyük büyük ayaklarının
Nakşolması ile uçması bir
Tahan izi
Olabilen koca denizi
Şu mısrâlar da yine yukarı Boğazda Poyraz Köyünün hâtırasıdır.
DENİZDE YÜZEN İÇİN
Onu
Deniz gibi öpmeli.
Bir dudak tutumunda her tarafını.
Onu deniz gibi beklemeli.
Onu deniz gibi sarmalı.
Ve ondan deniz gibi ayrılmalı.
Sırmalı saçında,
Altın pullu derisinde,
Altın kumlu ayaklarında
Rengimiz, kokumuz, tuzumuz.
XIX. asırda Boğaziçi manzaralarından
(Allom’ın gravüründen S. Bozcalı eliyle)
XIX. asırda Boğaziçi manzaralarından
(Bartlitt’ın gravüründen O. Zeki Çakaloz eliyle)
Boğaziçinden çizgiler, XIX asır.
(Allom’un Gravüründen)
Boğaziçinden çizgiler, XIX asır
(Allom’un Gravüründen)
Boğaziçinden çizgiler, XIX. asır
(Allom’un Gravüründen)
XIX asırda Bebek
(Th. Allom’un Gravüründen Sabiha Bozcalı eli ile)
Theme
Location
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM050760
Theme
Location
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Description
Volume 5, pages 2853-2873
Note
Image: volume 5, pages 2853, 2854, 2856, 2857, 2865
See Also Note
B.: İstanbul Boğazı; B.: Beykozda, Gaziyunus Mezarlığı; Beylerbeyi, Namazgâh; B.: Beşiktaş; B.: Beşiktaş Sâhilsarayı; B:: Boğazkesin kalesi; B.: Beylerbeyi İskele kahvehânesi; Beylerbeyi Namazgâh; B.: Boğaziçi, yakından.; B.: Boğaziçi Şiirleri; B.: Beyazlı, Yahyâ Kemal; B:: Acudoğu, Kâtib Âşir
Theme
Location
Contributor
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.