Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
ARABA, ARABACI; SARAY, KONAK KİRA VE YÜK ARABALARI VE ARABACILARI
Osmanlı İmparayorluğunun ondokuzuncu asır ortasına kadar devam etmiş olan mutlakiyyeti mutlaka, hudutsuz istibdad idâresi büyük şehirlerde ve dolayısı ile başta İstanbulda halkın arabaya binerek dolaşmasına asırlaca lüzum görmemiştir. İstanbul halkı onaltıncı asır sonlarına kadar arabaya değil, hattâ ata dahi binmemişti, mesâfe ne olursa olsun evi ile işi arasındaki yolu yürümüştü (B. : Ata binme yasağı). Dolayısı ile arabaya binmek bir düşünce mevzuu dahi olmamıştır. Cadde adını taşıyanlar da dahil İstanbul sokaklarının dar oluşu, yüzde doksanbeşinin tek araba ile tıkanması, hatta yarısından çoğuna arabanın sığmayışı bu nakil vasıtasını Büyüşehrin günlük ihtiyacı olmaktan çıkarmıştı. Binek arabası ancak şehrin uzakca mesîrelerine gitmek için kullanılmış, arabaya da istisnasız kadınlarla küçük çocuklar bindirilmiştir.
Binek ve yük arabaları iki ayrı tetkik mevzuudur, evvelâ binek arabaları üzerinde duralım.
Binek arabası, sarayı hümayun haremi için bir ihtiyaç olmuştur, fakat, Tanzimat adını verdiğimiz münevver mutlakiyet devrine kadar, on dokuzuncu asır ortasına kadar nâdiren kullnılmıştır. Vâlide Sultanlar, Haseki Sultanlar, Hanım Sultanlar şehir sokaklarında dolaşmamışlardır, sayfiye yalı, köşk ve kasırlarına haremi hümâyun kayıkları ile gitmişlerdir. Şehir içinde dolaşan nü...
⇓ Read more...
Osmanlı İmparayorluğunun ondokuzuncu asır ortasına kadar devam etmiş olan mutlakiyyeti mutlaka, hudutsuz istibdad idâresi büyük şehirlerde ve dolayısı ile başta İstanbulda halkın arabaya binerek dolaşmasına asırlaca lüzum görmemiştir. İstanbul halkı onaltıncı asır sonlarına kadar arabaya değil, hattâ ata dahi binmemişti, mesâfe ne olursa olsun evi ile işi arasındaki yolu yürümüştü (B. : Ata binme yasağı). Dolayısı ile arabaya binmek bir düşünce mevzuu dahi olmamıştır. Cadde adını taşıyanlar da dahil İstanbul sokaklarının dar oluşu, yüzde doksanbeşinin tek araba ile tıkanması, hatta yarısından çoğuna arabanın sığmayışı bu nakil vasıtasını Büyüşehrin günlük ihtiyacı olmaktan çıkarmıştı. Binek arabası ancak şehrin uzakca mesîrelerine gitmek için kullanılmış, arabaya da istisnasız kadınlarla küçük çocuklar bindirilmiştir.
Binek ve yük arabaları iki ayrı tetkik mevzuudur, evvelâ binek arabaları üzerinde duralım.
Binek arabası, sarayı hümayun haremi için bir ihtiyaç olmuştur, fakat, Tanzimat adını verdiğimiz münevver mutlakiyet devrine kadar, on dokuzuncu asır ortasına kadar nâdiren kullnılmıştır. Vâlide Sultanlar, Haseki Sultanlar, Hanım Sultanlar şehir sokaklarında dolaşmamışlardır, sayfiye yalı, köşk ve kasırlarına haremi hümâyun kayıkları ile gitmişlerdir. Şehir içinde dolaşan nüfuzlu vâlide Sultanlardan Kösem Mayperker Sultanla Hatice Turhan Sultan, devirlerinin ağır hanto arabalarına mükellef ve muhteşem hafif tahtırevanlarını tercih etmişlerdi.
İstanbuldan uzun yolculuklara çıkılır iken de araba bir ihtiyaç olmamıştır. Yolcu, seyahatta can güveni için atlı olarak bir kervana katılmak mecburiyetinde bulunmuş, at yolculuğuna dayanamayanlar da develer üstünde mahfeye binmişlerdir. En kısa beş aydan iki yıla kadar süren seferlere çıkan pâdişahlar da gaza yollarını at üzerinde almışlardır. Yalnız iki hükümdar, bacaklarından rahatsız olan Fatih Sultan Mehmed ile yetmiş iki yaşında gazaya giden Kanunî Sultan Süleyman son seferlerinde hanto arabalara binmişlerdi. Bu iki tarihi arabanın şekilleri hakkında kesin bilgimiz yoktur; gayet ağır, gayet büyük, muhakkak ki ziynetli ve pek konforlu haşmetli seyyar odalar idi; yaylı olmadıkları da muhakkaktır. Her ikisinin de şehir dışında, birinin Üsküdar diğerinin de Davudpaşa Sarayında o seferler için sureti mahsusada yapıldıkları da söylenebilir; Fatih sarayından Üsküdara saltanat kayığı ile geçmiş, Kanunî de son seferine çıkarken saraydan Davudpaşaya kadar beyaz bir atın üstünde gitmişti, ne garip tesadüftür ki iki araba da İstanbula, birincisi Gebzeden, ikincisi de Zigetvardan sahiplerinin tabutlarını hâmil olarak dönmüşlerdi. Topkapı Sarayı Müzesi müdürü değerli müdekkik Halûk Şehsüvaroğlu arabalar üzerine bir makalesinde Kanunî Zigetvar seferinde bindiği arabanın müzedeki bir minyatürden naklen resmini neşretmiştir. Bu resim, arabanın aslı hakkında etraflı bilgi edinmek için kâfi vesika değildir; Yalnız şeklini kaba taslak göstermektedir. Arabanın yarı açılmış perdelerinden Kanunînin kavuklu tabutu görülmektedir. Şehsüvaroğlu: “Dört tekerlekli, iki atlıydı. Üstünde yeşil kumaştan bir sâyeban bulunuyordu ve bu örtü bir yandan iki tarafa açılıyordu. Kenar tahtaları devrin tezyini motifleri ile süslüydü” diyor. Minyatürde de iki at gösterilmesi ne gibi zaruretten doğmuştur bilmeyiz, fakat bu ağır arabanın iki atla çekilmesine imkân yoktur. Perdesinin yalnız bir yandan açıldığı da asla kabul edilemez, Padişahın, güzergâhındaki kullarını selâmlamasına mânidir; minyatürde yalnız bir yanın açılması tersim zaruretidir.
İkinci Sultan Bayazıd tahtından çekildiğinde menfası olan Dimetoka yoluna araba ile çıkmıştı. Bu arabanın şekli hakkında da bir şey bilmiyoruz.
On yedinci asır başlarında, İkinci Sultan Osmanın feci ölümüne varan ihtilâlde ikinci defa tahta oturtulan mecnun Birinci Mustafa ile anasının saraydan Et Meydanındaki Orta Camie sarayın bir hasta arabası ile getirildiği rivayet olunur. Saray hasta arabaları iki tekerlekli olup zülüflü baltacılar tarafından çekilirdi. O müthiş günde sarayda bir at arabasının hazırlanamadığı kabul olunabilir. Genç Osman da Orta Camiden Yedikule zındanına bir çarşı arabasına (yükarabasına) bindirilerek götürülmüştür.
Bir meşhur harem arabasını on yedinci asır ortasında Dördüncü Sultan Mehmed sevgili hasekisi Rebia Gülnûş Sultan için yaptırtmıştı, bilgimiz, tekerleklerine varınca gümüşle kaplı olduğu, bundan ötürü de “Gümüş Araba” adını aldığından ibârettir. Pâdişah Rebia Gülnûş Sultanı haftalarca devam eden sürgün avlarına, Belgrada kadar da Avusturya seferlerine bu arabanın içinde götürmüştü. Haseki Sultanın hizmetinde müteaddit câriyeler bulunacağına göre çok büyük ve ağır bir şey olacağı muhakkaktır. Bu arabanın şeklini tahayyül etmek de zordur.
Binek arabasının İstanbul içinde nakil vasıtası oluşu, onsekizinci asır başlarında Lâle Devrinde, Sâdâbâda ve Âsâfâbâda gidecek kibar ve ricale mahsus bir imtiyaz olarak başladı. Paris civarında Versay köşklerine nazîre olarak, köşkler, kasırlar yapılır iken yine Fransız zâdegânını taklid yolunda devrin zerâfet havasına uygun pek mükellef ve müzeyyen binek arbaları yaptırıldı.
Devrin şairleri yeni yapılan kasırlara, yalılara, saraylara tarih kasideleri yazar iken bu arabaları da ihmal etmemişlerdir, meselâ Âtıf Divanında Lâle Devrinin seçkin sîmâlarından Defterdar İzzet Ali Paşanın çift atlı, döşemesi al çuhadan ve altun toplarla müzeyyen arabasını şu şiir kıymetli bir vesikadır:
Zehî gerdûne kim aksitse hüsni çeşmi insâne
Temaşâdan dönerler dideler mir’âti hayrâne
Müretteb seb’ayi seyyare veş zerrin toplarle
Müşabih heyeti matbuası gerdûni devrâne
Nedem ki olsa rengin çûhai surhle pûşide
Bakılsa dikkat ile benzemez mi Kasrı mercâne
Yine rif’at süvar sahibi İzzet ile Âtıf
Çekildikçe dü esbi devletle sahni meydâne
Üçüncü Sultan Ahmedin iki oğlunun sünnet düğününde şehzadeleri Aynalıkavak kasrından alıp düğün yeri olan Okmeydanına götüren arabada altı atla çekilen muhteşem bir Saray koçu’su idi; perdeleri en kumaşlardan kesilmiş, içi dışı altın yaldızlı, kitâbelerle müzeyyen sâyebânın üstü de gümüş topuzlarla tezyin edilmişti.
İstanbulda ata tercihan arabaya binen ilk hükümdar, Yeniçerileri kaldırdıktan sonra İkinci Sultan Mahmud olmuştu. Kibar ve ricalin İstanbul sokaklarında hususî binek arabaları ile dolaşmaları ve kira binek arabalarının taammümü de onun devrinde başladı.
Hicrî 1242 yılı muharreminin sonlarında (1326 ağustos sonlarında) neşredilen ihtisap Ağalığı (İstanbul Belediyesi) nizamnamesinde kira araba ve arabacıları hakkında şu şayanı dikkat satırlar okunmaktadır:
“Arabaları olduğu mahalde şakirt namiyle lüzumundan ziyade adam kullanmayıp el’an mevcud olan arabacı ve şakirtleri cümleten ehli ırz olmak üzere tahrir ve kefillere raptolunduktan sonra fimâbad arabacılar şimdiki telebbüs eyledikleri bol binniş ve cübbe ve şalvar ve bellerine kuşandıkları lâhur ve Car şalı sefihâne kıyafeti külliyen ve umumen terk ile ehli ırz heyetinde, yenleri dar çuha binniş ve cübbe ve kendileri başlarına dört parmak kenarlı ve şakirtleri iki parmak kenarlı yeşil kalpak giymeleri ve sakalsız ve müzellef arabacı olmayıp arbalarına nisâ tâifesi bindikte kendileri zinhar arabanın önünden ve ardından başka yerde gitmeyip ve arahanın penceresi yanında durmayıp doğrudan doğruya ırz ve edebleriyle gidip gelmelerine ve kıyafetlerinde uygunsuzluk olur veyahut hilâfı nizam arabanın yanında gider ise İhtisabağası ahzü girift ve tediblerine ihtimam eyliye ve arabacılar İstanbul sokaklarında arabanın üzerine binmeleri mukaddem memnu olduğundan Üsküdar esvakı vüs’atli olmak hasebiyle orada binmelerine mümanaat olunmamak üzere fîmâbaad dahi esvâki İstanbulda memnuiyeti mezkûre câri olarak kayış tâbir olunur tizgirleri kaldırılıp tenbihatı sâire hususunda Üsküdar ve Boğaziçi vesâir mahaller arabacıları dahil olarak gerek ziyyü kıyafet ve gerek sâir tavru hareketlerinde ırz ve edebe münafi nesne vukua gelmesine ve cesaret edenlerin tedibine dikkat ve ihtimam oluna...”
Çamlıcada kızkardeşinin köşkünde ölen İkinci Sultan Mahmudun Tabutu, Üsküdar İskelesine bir öküz arabasiyle indirilmişti.
Abdülmecid devrinde ise araba merakı âdetâ bir salgın halini aldı, bilhassa saray kadınlarının, sultanların pek süslü saray arabaları ile şehir teferrücleri o derece ifrata düşmüş idi ki, müverrih Cevdet Paşa İkinci Sultan Hamide verdiği “Mârûzât” adındaki raportarihçesinde: “Saray kadınlarının arabaya binmemeleri için serasker Riza Paşanın Sultan Abdülmecidden aldığı emir ile saray arabalarını birbirine zincirlerle bağlattığı söylendi” diyor.
Sultan Abdülâziz ve Abdülhamid devirlerinde ise İstanbul, her hangi bir avrupa şehri gibi her köşesinde kira binek arabası bulunabilen bir belde oldu.
Hususî ve taksi otomobillerin çoğalmağa başladığı Birinci Cihan Harbi mütarekesi yıllariyle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, Büyükşehrin başlıca nakil vasıtası, kupa yahut fayton, kira arabaları idi; elektrikli tramvaydan evvel de, atlı tramvay ihtiyacı karşılayamadığından, hem kira arabaları daha çoktu, hem de herkes arabaya binemiyeceğinden, kira beygirleri, sürücü beygirleri vardı ki, bu satırların yazıldığı sırada, (1946 - 1959, kira arabalarına pek nadir olarak rastlandığı halde sürücü beygirlerinden eser kalmamıştır (B. : Sürücü Beygirleri).
İkinci Cihan Harbinin en buhranlı yıllarında, benzin stokunu korumak için hususî otomabillerin seyrü seferden men edilip taksilerde: benzin tahdidiyle beraber çift ve tek numaralılar diye nöbetle yarı yarıya sefere çıkarıldığında her nasılsa bozulmamış bir miktar kira faytonu yakın geçmişin hazin yadigârları olarak İstanbul sokaklarında bir müddet görünmüşlerdi.
Sermed Muhtar Alus, Amcabey mizah gazetesinin “Dünden bugüne” sütununda yazdığı sohbetlerden birinde İstanbul kira arabaları üzerine şunları yazıyor:
“Gerek kupa, gerekse fayton olarak dört sınıf idiler. Numarasızlar, temiz paklar, harcı âlemler, geceye mahsuslar!..
“Numarasızlar, yani fenerlerinde belediyenin numarası bulunmıyan, hususî araba imiş gibi gözükenler lüks mü lüks!.. Her tarafı pırıl pırıl, beygirleri küheylân, seyisleri boylu boslu bir civan yahut yakışıklı bir pehlivan!..
“Ötede, beride beklemezler, arabacıları Tepebaşı, Taksim, Pangaltıdaki kahvelerde; atları ve arabaları Tozkoparan, Sıraselviler, Hamam cıvarındaki ahır ve arabalıklarda hazır durur. Cebi yüklü, lord bir müşteri çıktı mı emrine âmade. Binen en aşağı sarı lirayı sökülüyor!...
“Temiz paklarda araba rabıtalı, beygirler canlı, arabacı edeb ve terbiyeliydi. Beyoğlu yakasında Ağacamii Sokağında, Tokatlıyanın yanında, Perapalas önünde; İstanbul tarafında da Türbede, Nuriosmaniye kapısında, Şehzade sebilinin bitişiğinde beklerlerdi.
“Ücretleri biraz farklıca. Ötekilerin çeyreğe gittikleri yere yedi buçuğa, iki çeyreğe gittikleri yere on beş kuruştan, mecidiyeden aşağı razı olmazlar.
“Harcı âlemler Eminönü, Ayasofya, Bayazıd, Aksaray, Fatih, Galata, Altıncıdaire, Tünel meydanı Tepebaşı gibi kalabalık yerlerde sürüsü ile!..
“En berbatları gece arabalarıydı. Yatsıyı geçtikten, el ayak çekildikten sonra ortaya çıkarlar, bilhassa Köprünün iki başında beklerlerdi.
“Baş belâlıkta hepsi de birbirinden beter. Beygirleri düzlükte bile dermansızlıktan yere yayılı verir; kupanın Şahrem Şahrem tavanından içeri yağmurlar, karlar dolar, ayak basılacak tahtalar kav gibilikten garççadak göçerdi.
“Ya arabacıların mostralığı. Dillerinde metelik dönmüyor, körkütün sarhoş; yahut da pinponluktan, uyuntuluktan gözlerini açamaz halde, gelsin şekerleme!..”
Refik Ahmed Sevengil “İstanbul nasıl eğleniyordu” adındaki eserinde, mesirlerden bahsederken: “Bazı hanımlar da doğrudan doğruya arabalarla gelirlerdi. Arabalara Koçu denilirdi. Muhtelif şekil ve nevideki arabalar Hanto, Talika, Kâtib odası, Kupa, Lando isimlerini alırlardı. Son zamanlara doğru da Faytonlar çıkmıştı. Elyevm bunlardan Talikalar sayfiyelerde ve civar köylerde müstameldir. O mükellef açılır kapanır uzun ve muhteşem Landolar gözükmez oldu, zarif kapalı Kupalara da nâdiren tesadüf ediliyor. Kâtib odası ile kadim Hantolar ise büsbütün yok olmuştur. Otomobilin müthiş rekabeti karşısında köhneleşen zavallı Faytonları ise hepimiz biliyoruz” diyor.
1840 da Ceride-i Havadis’te rastlanan birkaç satış ilânından, eski İstanbul arabalarını, bu arada bilhassa yarım karpuz şeklinde ilk Landoları tahayyül etmek mümkün olabiliyor; bu ilânlardan bir tanesi ise bilhassa kaydedilmeğe değer:
“Gayet musannâ, tekellüflü, kendisi dudu yeşili renkte, altın rih serpmeli, sâir mahalleleri böcek sırtı âlâ mai boyalı ve çok yeri yaldızlı, içi açık kavrulmuş kahve renginde âlâ çuha kaplı, şeritleri, kaytanları ve püskülleri sakız alı ipek ve klâbdanlı, sekiz yaylı, içine binen zat kendi kullanır şekilde, icabında hantocu yeri yapılabilir bir araba 15.000 kuruşa satılıktır”.
Diğer bir ilânda da “Yarım karpuz biçiminde iki beygir koşulur sandık takımı yeni bir arabanın 3000 kuruşa satılık olduğu” bildirilmektedir. Bir başka ilânda, yine yarım karpuz biçiminde satılık bir arabanın “alt kısmı erguvani, sandığı ceviz tahtası, etrafı sekiz parmak oyması dahi siyah boyalı, koşumlarının Nemçekâri” olduğu tarif edilmektedir.
Pek kibar bir istanbullu olan Zülüflü İsmail Paşa zâde Celâleddin Germiyanoğlu da İstanbul Ansiklopedisine şu kıymetli notları tevdi etmiştir:
“Bizim erişdiğimiz zaman, 1900 yılı etrafı, İstanbul binek arabalarını saray, konak ve kira arabaları diye üçe ayırabiliriz.
“Saray arabalarının başında Saltanat Arabası gelir. İkinci Sultan Hamid cuma selâmlığı denilen cuma namazına bu araba ile gider, cuma namazlarını daima Yıldız Camiinde kılar, namazdan sonra kış ve yaz dâimî ikametgâhı olan Yıldız Sarayına, merâsim sona ermiş bulunduğundan, bizzat kullandığı çift atlı bir saray faytonu ile dönerdi. Saltanat Arabasına senede bir defa da, hicrî şaban ayının on beşinci günü, Topkapı Sarayında Hırkai Şerifi ziyarete giderken binerdi.
“Saltanat arabası cuma selâmlığında gayet yavaş giderdi, yâverler arabayı iki yanı sıra yürüyerek tâkib ederlerdi; Hırkai Şerif ziyâretinde ise arabayı sür’atli sürdürtür, yâverler de atlı olarak tâkib ederdi. Saltanat arabasında pâdişahın karşısında dâima zamanın seraskeri olan müşür otururdu.
“Saltanat arabası çift çift dört atlı, arabacı oturağı sırmalı, fenerleri, bordürleri altın yaldızlı muhteşem bir faytondu. Sultan Hamid arabanın körüğünü dâima yarı açık bulundururdu, halk, yüzünü şöyle bir görür, kaybederdi. Arabayı arabacıbaşı kullanırdı, yanında bir de ispir otururdu. Arabayı çift çift çeken dört attan soldakilerin üzerine de birer süvâri neferi bindirilirdi. Bu dört kişi, kırmızı veya yeşil çuhadan som sırma işlemeli cebken-ceket, kenarları sırmalı pantalon ve ayaklarına siyah çizme giyerlerdi, çizmenin üst kısmı, baldır üstüne gelen ağzı tahminen on santim eninde beyaz sahtiyanla çevrilmişti. Arabaya dördü de ayni renkte, ayni boyda dört katana koşulurdu.
“Sultan Hamidin cuma namazı dönüşünde kendi sürdüğü saray faytonuna gelince, arabacı oturağı yoktu, önü açık, dizginler, ufkî bir maden çubuk üstünden geçerdi, arabacıbaşı bu faydon – brik’i cami avlusuna getirir, kendisi saraya yaya dönerdi. Gayet sâde, fakat son derece zarif bir araba idi. Bunun da körüğü hep yarı açık bulunurdu.
“Diğer saray arabaları umumiyetle kapalı, sâde kupa arabalardı. Arabacıları ve ispirleri dâima siyah elbise ve siyah çizme giyerlerdi, kıyafetleri için söyliyecek şey yok sâde ve çok temiz olduklarıdır. Bu arabalara kadınlar bindiği zaman, arabacının yanına ispiri yerine siyah redingotlu bir harem ağası otururdu, bazan bir harem ağası da soldaki atın üstüne bindirilirdi. Saray arabaları “Istablı Âmire” denilen has ahırda muhafaza edilirdi; kadrosu kalabalık bir teşkilât olup âmirleri Istablı Âmire Müdürü idi.
“Konak arabalarına gelince, şimdiki hususî otomobiller yerine o zamanın yüksek devlet ricalinin ve zenginlerinin birer ve hattâ birkaç binek arabası bulunurdu. Satın alınma bedelleri, bakımları, atların masrafları, arabacılarla seyislerin, ispirlerin aylıkları, boğazları, üst ve baş masrafları ile o devrin bir konak arabası zamanımızın en mükellef otomobilinden kat kat masraflı, hakikaten bir lüks idi. Şurasını da ehemmiyetle kaydetmek lâzımdır ki, nazırların dahi makam arabaları yokdu, hepsi, masrafları keselerinden ödenen kendi arabalarına binerlerdi.
“Konak arabaları ya kapalı kupa, yahut körüklü faytondu; bazan da icâbında üst kısmı çıkan, çifte körüklü lando = landon olurdu. Konak lando’ları en bahalı, en lüks arabalardı. Ekseriya bir konakda bir faytonla bir kupa veya lando, yahud üç araba birden bulunurdu. Kadınlar aslâ faytona binemezler, kupa veya landolarla dolaşırlardı.
“Konaklarda arabacı ve ispirlerinin belli bir üniforması olmamakla beraber dâima koyu renk, ekseriya siyah ve önü kapalı ceket, ayni kumaştan pantalon, ayaklarına da parlak rugan çizme giyerlerdi.
“Konak arabalarına da saray arabaları gibi ayni boyda, ayni renkte ikiz diyebileceğimiz çok bakımlı atlar koşulurdu. Araba devrinin sonlarına doğru ki, sahipleri küçükbeyler tarafından kullanılan spor tipi brikfaytonlara renkleri tam tezad teşkil eden, meselâ demirî kır ile yağız atlar koşulmaya başlamıştı.
“Faytonların iç döşemesi umumiyetle koyu renk, siyah, koyu kahve rengi idi; yine o son zamanlarda bazı gösteriş meraklıları faytonlarını, kendi ağızlarınca, frappan döşetmeye başladılar, kanarya sarısı, nar çiçeği, çilek pembesini tercih ettiler. On yedi yaşında idim, çok iyi hatırlarım, zamanın azılı paşalarından biri, evlâdlarını rencide etmemek için isim vermiyorum, atların koşumlarına ince çelikten örülmüş zırh tertibi bir şeyler taktırıp Fenerbahçe gezisinde lüks faytonu ile şangır şungur timarhane kaçkını gibi dolaşırdı.
“Kira arabalarına gelince (fayton, kupa ve lando) lüks arabalar veya piyasa arabaları diye ikiye ayrılabilir. Lüks arabalar piyasaya çıkmaz, ahırlarda, arabalıklarda durur, varlığı hususî araba tedarik edecek mertebeye varmamış, fakat kira arabası ile dolaşmayı da kendine yedirmeyenler tarafından haber salınarak tutulur, içine konak arabası cakası ile binilirdi, bunlar sayısı mahdut sekiz on araba idi, sahipleri bu hizmet karşılığı oldukça mühim bir para alırdı.
“Piyasa kira arabaları umumiyetle eski, az bakımlı, konak arabalarının emekliye ayrılmışları idi. Arabacılarının kıyâfetleri de arabaları kadar pejmürde idi.
“Konak arabalarında da kira arabalarında da plâka yoktu; kira arabalarının mensup oldukları belediye dâiresince verilen numaraları fenerlerinin üzerine yazılırdı. Belediye dairelerince tanzim edilen tarifeye göre ücret alınır, tarifede tesbit edilmeyen yerlere pazarlıkla gidilirdi.
“Fayton, kupa ve landolardan başka iki çeşit kira arabası daha vardı: Paraşollar, Tenteler.
“Paraşol’lar tek atlı veya çift atlı olurdu. Çift atlıların dışı hasır örgü kaplama, yandan binilir, dört kişilik faytondan farkı ön kısmının daha genişçe, bir de körük yerine, üstünün bir tente ile örtülmüş olması idi. Bakaayadan bir kaç araba el’an Büyükada’da görülmektedir. Tek atlı paraşolların ekserisi hasır yerine düz tahta kaplama arabalardır, onların son örneklerine de Kadıköyünde, Bostancı ve Erenköyünde rastlanır.
“Tente arabalar tek atlı olup arkadan binilir, normal dört kişilik arabalardır, altı kişi bindiği de olur, içinde gidiş istikametine göre yan ve karşılıklı oturulur. Hâlen bir kaç tane de Erenköyü ile Göztepede kalmıştır. Paraşollarla tentelerin son döküntülerine Sarıyer ile Beykozda da rastlanır. Bu iki çeşit arabayı çekçek arabalar diye de toplamak mümkündür. Kışın muşamba perdelerle kapanırlar, kış için tenteler paraşollardan daha mahfuz arabalardır. Göztepede ve Erenköyünde yaz ve kış oturanlardan varlıklıca kimseler ilk okulda okuyan çocuklarının gidip gelmesi için bu arabalardan birini aylıkla tutarlar. Zamanımızda çekçeklerin en kazanclı mevsimi yazılan plâjların açılması ile başlar.
“Eski zamanın binek arabaları arasında öküz arabaları da mühim yer alır. En eskileri koçulardır. Koçu, son devirlerin atlı talikalarını andırır, zemini düz, kenarları gayetle süslü, oymalı, nakışlı bir tekne şeklindedir. üstünde, dört köşesindeki dört direğe atılmış bir güneşliği, tentesi vardır. Bilhassa mesirelere gidilirken kadınlar binerlerdi, arabacıların koçu yanında yürümesi yasaktı, önden, öküzlerin yanında gidedi, iki kişi iseler genci önden, yaşlısı da arabanın üç beş adım ardından yürür idi.
“Koçular kalktıktan sonra yerlerini adî yük öküz arabaları aldı. İçine şilteler serilir, yastıklar konur, kadınlar, eş dost, konu komşu içine dolarlardı, bazan bir kaç araba halkı olarak kafile hâlinde gidilirdi. Kayış Dağı, gibi uzak mesirelere gidilirken öküz arabalarına erkekler de binerdi, güle oynaya, yenile içile gidilirdi.
“İstanbul civarının öyle güzellikleri vardır ki, süratle geçilerek değil, öküz arabaları ile ağır ağır gidilerek doya doya, ruha sindire sindire seyredilir. Hafızama gençlik çağlarımda nakşedilmiş fıkralardandır, Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın annesi İstanbulda Vâlidepaşa adıyla anılır, Bebekdeki muhteşem yalısında otururdu, bu muazzam yalının yerine son yıllarda yeni bir yalı yaptırmıştı ki zamanımızda Mısır Konsoloshânesi olan binadır. Bu yalının arkasındaki bayırda da muazzam bir korusu vardı. Korunun, dolayısı ile bayırın muhtelif yerlerinden Boğazın görünüşü değişir, değişen manzaların her birinde de ayrı bir güzellik varmış. Vâlidepaşının koşulan öküzleri beyaz, kendisi de beyaz boyalı hususî bir öküz arabası varmış, korusunda onunla dolaşırmış, Boğazın çeşidli güzelliklerini doya doya seyredermiş”.
Atlı binek arabaları arasında bir de Polonez Köyü arabaları vardır ki son yirmi yıl içinde, İkinci Cihan Harbi başından bu yana onlar da ben gibi kalmıştır; yazın bir dinlenme ve eğlence, mevsiminde de av yeri olan bu köy ile köyün Boğaziçinde iskelesi olan Paşabahçesi arasında gidip gelirlerdi (B. : Polenez Köyü). Aslında çift at koşulur sırıklı bir yük arabası idi (Aşağıda yük arabaları hakkındaki notlara bakınız). Dört köşesinde bulunan dört direk üzerine frenkkârî tente gerilmiş, başı ve ardı ve bir yanı boydan boya perde ile kapanmış, bilâkis bir yanı da boydan boya açık, şilteler, yastıklarla döşeli; arabaya 10 - 12, çocuklar da katılırsa yirmi kişi yan yana, bacaklar ayaklar dışarı dışarı uzatılarak, yahut sarkıtılarak oturulurdu. Polonez köyü arbalarının Paşabağçesine gelmeleri pek şenlikli olurdu; cuma günü akşamı gelirler, geceyi Paşabağçesinde iskelenin hemen arkasındaki meydancıkta geçirirler, ertesi sabah da pazar tâtiline çıkmış bâzı avrupalı ailelerle tatlısu frenklerini alıp geçiminin ana yolu pansuyonculuk olan köylerine götürürlerdi. Bu arabalar Polonezköyünün öyle bir hususiyeti idi ki sırf onlara binmek için gelenler de pek çok olurdu.
Yük arabalarına gelince Büyükşehrin günlük hayatında fetihdenberi ihtiyacı olmuştur; konakların, sarayların, her türlü inşaatın, çarşıların, pazarları çeşit çeşit ağır yükü arabalarla taşınmış, yazın sayfiyelere çıkanlar göç eşyalarını iskelelere yük arabaları ile indirmişlerdir. Târih kaynaklarımızda yük arabalarına “çarşı arabası” adı altında rastlanır. Bu ismi kira binek arabası olarak anlamak da mümkün ise de kira binek arabalarının bulunmadığı devirlerde dahi çarşı arabası tâbiri kullanılmıştır.
Başta ihtilâller, İstanbulun asâyiş ve inzibâtı bahsinde şehir halkının ayak takımından, bekâr uşağı gürûhundan bahsedilirken amele, ırgad, rencber, fırın uşağı, dellâk, hammal, kayıkçının adı geçer, fakat, bıçkınlık, külhânilik, kavgacılık ve hattâ vurucu kırıcılık alâmeti fârikaları gibi olmuş arabacıların ve bilhassa yük arabacılarının adı geçmez; bu da gösterir ki İstanbulda arabacılık, saray ve konak arabaları müstesna, Yeniçeri ocağının kaldırılmasından, bilhassa Tanzimat devrinde gelişmiş olan bir iş, meslektir. Daha evvel yük arabacılığı, meselâ kayıkçılık, mavnacılık gibi teşkilâtlanmış değildir. Çeşitli mesleklere sülûk ederek geçinen şehir halkının ayak takımı ile İstanbul civârındaki köylünün elinde yük arabaları mevcuttur ve bunlar da şehrin o yoldaki ihtiyacını karşılamaktadırlar. Sarih kayıtlara dayanmamakla beraber, kibar ve ricâlin arabalıklarında bir de yük arabası bulunduğunu ve lüzumunda konak arabacıları ve ispirleri tarafından kullanıldıkları söylenilebilir.
Zamanımızda kira binek arabalarından landolarla kupalar tamamen yok olmuş, faytonlar kenarda köşede ben gibi kalmış, bir miktar çekçek araba da her yıl azalmakta olduğuna göre arabacılar cemiyeti yalnız yük arabacılığını temsil eder olmuştur. Yük arabacıları kamyon ve kamyonet gibi motorlu taşıtların amansız rekabeti karşısında mevcudiyetlerini muhafaza edebilmek için çırpınmakla beraber; şehrin günlük iş hayatında asla küçümsenmeyecek faaliyete sahiptirler.
İstanbulda tanzimattan bu yana “yaylı araba”, “muhacir arabası” ve “sırıklı araba” adı ile üç tip yük arabası kullanıla gelmiştir.
Yaylı arabalar evvelâ “tek yaylı” ve “çift yaylı” olarak ikiye ayrılır; çift yaylı da “tam çarklı” ve “yarım çarklı” diye iki nevidir; tam çarklılar olduğu yerde geldiği istikamete dönme kabiliyetine sahiptir.
Yaylı arabalar: “düz araba” ve “sandık araba” diye de ikiye ayrılır. Düz arabalar bir platformdan ibârettir; sandık arabaların dört kenarında korkuluğu, tahta pervazı vardır; bazan bu pervazın dış tarafına yağlı boya manzara resimleri, çiçek resimleri yaptırılır.
Yaylı arabalar ayrıca tek atlı ve çift atlı olarak da ikiye ayrılır; şu halde çeşidleri şöylece sıralanabilir:
1 — Çift atlı çift yaylı, tam çarklı düz araba
2 — Çift atlı çift yaylı, yarım çarklı düz araba
3 — Çift atlı tek yaylı, yarım çarklı düz araba
4 — Tek atlı çift yaylı, tam çarklı düz araba
5 — Tek atlı çift yaylı, yarım çarklı düz araba
6 — Tek atlı tek yaylı, yarım çarklı düz araba
7 — Çift atlı çift yaylı, tam çarklı sandık araba
8 — Çift atlı çift yaylı, yarım çarklı sandık araba
9 — Çift atlı tek yaylı, yarım çarklı sandık araba
10 — Tek atlı çift yaylı tam çarklı sandık araba
11 — Tek atlı çift yaylı yarım çarklı sandık araba
12 — Tek atlı tek yaylı yarım çarklı sandık araba
Muhacır arabası sandık arabaya benzer, yaysızdır; önü ve arkası açıktır, yan pervazları da icabında kalkar, darca bir düz araba olur.
Düz yük arabaları ile büyük denkler, balyalar, fıçılar, geniş, havaleli ev eşyası, demir borular, çubuklar; sandık arabalarla da bakkaliye eşyası, kavun karpuz, kömür, kesilmiş odun, kum taşınır. Tenekeli sucular da sandık araba kullanırlar.
İstanbul arabacıları “yay” yerine “makas” “tâbirini kullanır.
Sırık arabaları, iki dingili arasında uzanmış ve “özek” denilen sırık vasıtası ile, uzar ve kısalır; pek tabiî yaysız ve hepsi çift atlı, ağır yük ve iş arabalarıdır: dal odun, kütük ot, saman balyaları, yapı taşı, uzun demirler, küfeler içinde kum, kireç, damacanalar içinde menbâ suyu taşırlar.
Yük arabaları arasında tek eşek koşulur iki tekerlekli küçük tekne arabalar da vardır seyyar manavlar, sütçüler, bostancılar kullanır; nâdiren ufak tefek yük de taşır.
Zamanımızda İstanbulun araba yapıcıları Vefada toplanmış bulunuyordu; en namlı araba yapıcıları da Hakkı, Recai ve Osman ustalardı. 1959 da yaylı arabalar 1000 - 2500 lira arasında yaptırılabilmekteydi; bir tekerlek 75 lira idi; bakımlı, gürbüz bir at 1500 lira idi; müteferrik masraflar hariç çift atlı bir yük arabası 4000 - 5500 liraya mal olmaktadır. 1959 da bir atın boğaz masrafı da 4 lira idi. Nalbantlar Fatihte Atpazarında, Vefada, Ayvansarayda ve Unkapanında olup dört ayak hesabiyle demir nal 14 lira, demir-lâstik nal 30 liraya nallanıyordu.
Şehir içinde yalnız Ayvansarayla Vefâda iki umumî ahır kalmıştır; Vefâ ahırı 30 at alır; bir büyük ahır da Taşlıtarlada bulunmaktadır, arabacılar hayvanlarını kendi evleri yanındaki ahırlarına çekerler.
Atların kıl yem torbaları Asmaaltında, Hasırcılardaki ipcilerde satılır, bir torba 15 liradır.
Yük arabalarının 1959 da iş bekleme yerleri Ayvansaray, Balat, Unkapanı, Hal, Yemiş Sirkeci, Meydancık, Yenikapı, Kumkapı, çarşıkapı, Kazlıçeşme, Kasımpaşa, Gümrük, Tophane, Beşiktaş idi. Kadıköy tarafında Araba vapuru iskelesi ve Hal civarında, Kuşdilinde; Üsküdarda da eski Balaban iskelesi civarında, Atpazarında dururlardı. 1959 da bir yük arabası 60-100 arasında para kazanabilmekteydi; kış, yük arabacılığı için en durgun mevsimdir.
İstanbulda arabacılığa, yük arabacılığına çocukluktan heves edilegelmiştir. 1956 da İstanbulun en yaşlı yük arabacıları Unkapanında Ahmed Çavuş 60, Yemişde Besim Çavuş 60, Hasan Çavuş 62, Erdoğan Çakır 65 ve Muhittin 65 yaşlarında idiler
Yük arabacılarına gelince ağır iş icabı daima yalın ayaklı, yarım pabuçlu hırpanî kıyafet adamlar ola gelmişlerdir ve eskiden hemen hepsi mahallesinin, semtinin yangın tulumbası sandığında da uşak olarak kayıtlı (B. : Tulumba, Tulumbacılık, Tulumbacılar).
Arabacılık ancak ayak takımının sülûk etiği bir meslek olmakla beraber arabacı denilince hemen daima bıçkın, külhani meşreb, hattâ kavgacı ve bilhassa yük arabacıları için vurucu kırıcı bir tip tahayyül edilmiştir; çelimsiz, nazlı bünyenin dayanamıyacağı iştir, hele yük arabacılığı, icabında hammallık yapmağa da mecbur sırım gibi vücut yapısı, acı kuvvet istiye gelmiştir.
Ekâbir ve ricalin eski konak arabalarında arabacıların ve yamakları olan ispir, seyislerin hem kıyafetlerine itina edilmiş, hem de kendileri, vücud yapısı, eli ayağı düzgün ve kaşı gözü yerinde, hattâ erkek güzeli olarak seçilmişlerdir. Bir konağa arabacı, ispir olarak girip de servet için kart kocaya varmış taze hanımefendisinin yahut toy küçükhanım efendisinin gönlünü çelen, nadir istisnalardan olsa da, küçük hanım ile evlenip konakta damadlığa yükselen nevcivanlar olmuştur.
Büyük şehrin külhani şâirler ağzında şiirlerle öğülmüş esnaf civanları arasında arabacı güzellerine de rastlanır (B. : Şehrengiz).
Saadi Yâver Ataman topladığı esnaf türküleri arasında arabacı güzel şanında şu türküyü kaydediyor:
Arabacı güzeli âşık aldatır
Va’di vuslat eder kolan boşaltır
Bâzı kaytan kırar dizgin uzaltır
Bâzı da gem taksan gelmez imlâya
Eski tulûat tiyatrolarının seyircileri arasında hovardalıkları ile tanınmış İstanbul arabacılarını hoşnut etmek için tanzim edilmiş arabacı kantoları, bilhassa sevdâlısı arabacı kabadayılardan olan kızlar tarafından okunur ve coşkun bir fori ile karşılanırdı. Bu kantoların en meşhuru, Kâğıthane safası üzerine söylenmiş bir mâhur kantodur:
Hopla hopla hopla hey
Kayıkla gitmeyiniz
Arabaya bininiz
Geliniz eğleniniz
Hopla hopla hopla hey..
Yine mâhurdan bir namlı arabacı kantosu daha vardır:
Bizim araba boştur
Bin de çayıra koştur
Ne güzel eğleniştir
Cana sefâ veriştir
Hopla hapla hey
Kayıkla gitmeyiniz
Arabaya bininiz
Geliniz eğleniniz
Hopla hapla hey...
Nağmelerini de tesbit ederek pek güzel bir arabacı kantasunu da Sâdi Yâver Ataman veriyor:
Arabacı Arabacı
İşte sana kiracı
Arabacı da arabamı çeeek
— Nereye?
— Kâhtaneye!
Arabacı da arabanı sür
— Nereye?
— Beyoğluna!..
Haydindi paldır küldür
Yallah yallah
Haydindi tıngır mıngır
Yallah yallah
Arabaya biz binelim
Kâhtaneye sür gidelim
Beyoğluna sür gidelim
Arabacı da arabanı sür
Haydindi paldır küldür
Yallah yallah
Haydindi tıngır mıngır
Yallah yallah
Üsküdarlı Vâsıf Hoca merhum ise bir arabacı kantosunu İstanbul Ansiklopedisine hâzin hikâysei ile beraber tevdi etmiştir:
“Yılını tâyin edemiyeceğim, Kantocu Peruz’un en ateşli zamanı idi, Avrupa Tiyatrosunda her gece hayranlarını birbirine katardı; en çok onyedi yaşında, gül goncesi yosma idi, Mestan adında Şumnulu bir konak arabacısı nevcivana tutkundu; Mestan, yaşım doksan oldu, bir eşini görmediğim âfeti devranlardandı, on dokuz yaşında var yok, koyu kumral bıyıklı duman duman, Rumeli kesimi ve süt mâvisi çuha çebken potur giyer, şakır şakır sırma işlemeli, başındaki al fesi arkaya yıkıp kâküllerini de alnına dökünce, yalnız Peruzun değil, tiyatroyu dolduran İstabul kalenderlerinin de aklını târümâr ederdi. Hâfızamda yanılmıyor isem Bahriye Nâzırı Hasan Râmi Paşanın arabacısı idi, o münasebetle de tersânelilerle düşer kalkar, yüzü gözü de o bıçkınların kanadı altında gün günden açılırdı. Zürefâdan, biri oğlanın şânında bir kanto tanzim edip Peruza vermiş, Arabacı Mestanın beyriyelilerle tiyatroya geldiği bir akşam okudu, bitirir bitirmez de ağlaya ağlaya içeri kaçtı, öyle bir fori koptu ki, Tiyatronun yıkılacağını sanarak dışarı kaçanlar oldu. Peruzdana Mestanın geldiği zamanlar bu kantoyu dört beş defa dinledim. İşittiklerim masal gibidir, küberâdan birinin kızı arabacı güzeline gönül vermiş, araya kadınlar koymuş, mücevherlerimi alayım, beni memleketine kaçırsın, paşa babama evlendikten sonra kendimizi af ettiririm demiş, af etmezse elmaslarım ölünceye kadar
bizi geçindirir demiş; kaçmışlar, fakat Silivride yakalanmışlar, kızın ne olduğu malûmumuz değil, Mestana zabtiyede öyle bir dayak atılmış ki kan kusmuş, hastahaneye kaldırırlarken de yavrucuk ölmüş. Vak’anın dedi kodusu yayıldıktan sonra Peruz bir daha o kantoyu okumamıştır. Kanto şudur:Elinde kırbacıKuvveti de pek acıBir civana gönül verdimBıçkın arabacıSür civanım sür yallahUğrunda ölürüm billâhYar terelelli terelelliKâkülleri sırma telliNazlıdır yârim belliHem fidan boylu, hem ince belliAl fesi düşmüş samur kaşaOndokuz yirmi biçdim yaşaGezdirdiği beyle paşaBen öleyim, sen yaşaYar terelelli terelelliCivanım arabacı güzeliÇal oynasın çifte telliAman arabacı arabacıYoluna düştüm çiğneme acıSavur etrafa kırbacıTopukları yumru yumruEli güvercin ayağı kumruGidiyor Kâhtaneye doğruGidiyor Tersâneye doğruYar terelelli terelelliPoturun sallanır ağıBelde trablus kuşağıCivanım Rumeli uşağıBeş yukarı üç aşağıArabacım geçiyor merdâneBin civan içinde bir dâneAdı MestanGözleri fettanBıçkınım arabacı güzeliYar terelelli terelelli..Yukarıda da zikrettik arabacılar, umumiyetle, İstanbulun tam külhanî tipleri idi. Ahmed Râsim yarım asır kadar evvelki bir çekçek araba sürücüsünün portresini şöyle çizer: “Kelle matruş, üzerinde on tel püsküllü kalıpsız eski bir fes; gerdan, surat bakır gibi; sarışın bıyık, cılız mavi göz, buruşuk alın; belde kırmızı kuşak, sarı ile siyah arasında bir potur, çorapsız ayaklara geçmiş yarım kunduralar; elde kamçı, dudakları muttasıl çık çık ediyor”. Yine o devirlerde Eminönü arabacıları, yapışkanlıkları ile meşhurdu; Köprü başından geçenleri, hemen hemen zorla çevirip arabalarına bindirmiye kalkarlardı; hitabları: “Beyefendi!... Küçükbey!.. Gözlüklüefendi!.. Paşabaha!.. Hanımefendi!.. Hanımnine!” gibi kelimelerdi. İstanbul belediyesi, bir aralık arabacılara yeknesak uruba giydirmiye kalkmış fakat muvaffak olamamıştı. İstanbul arabacılarının kamçıları, uzunluğu ile meşhurdu; şaklattıkları zaman, kamçının, gelip geçenleri okşadığı, bâzan da, yağmurlu havalarda, şemsiyelere sarılıp sürüklediği olurdu. Erkekler, o zamanlar, yağmurlu havalarda umumiyetle kukuleta giyerlerdi; arabacılarda ise, kukuleta, yağmura karşı korunacak yegâne vasıta idi, fırtınalı havalarda, gözlere düşen bu kukuletalar kazalara sebep olurdu. Ahmed Râsim, Malûmata yazdığı şehir mektuplarından birinde: “Arabacıların muşambba giymeleri müşteriler için hayli müşkülâtı mucib oluyor; bir kere kulaklarını kapadı mı bir daha ses işitmekten kalıyor. Köprüden Babıâli caddesine diyerek bindiğim arabadan Nafıa Nezareti Celilesi önünde inebildim. Halbuki ben yağmurun yağmasından dolayı başımı dışarıya çıkaramadığımdan cama vura vura, arabacı diye bağıra bağıra içeride helâk oldum. Şimdi bir kere de nezareti müşarünileyha önünden Malûmata dönüşü hesap edin. Bizim çeyrek heba oldu gitti. Ne yapalım? Arabacılarımızı nasıl yola getirelim. hayretteyim” diyor. İstanbul arabacıları arasında, arabalarını hızlı sürmek de, âdeta bir moda, bir çeşit marifet, kabadayılık âlâmeti sayılırdı.Gündelik gazetelerin zabıta sütununda kalabalık ve dar sokaklarda arabaların hızlı sürülmesi yüzünden vuku bulmuş kazalar sık sık okunur; gazeteler arabacıların edepsizlik ve külhaniliklerinden daima şikâyet eder, Şehremaneti de Büyükşehrin araba ve arabacılar derdine bir türlü çare bulamazdı.1889 da Sabah gazetesi muharrirlerinden birinin belirttiğine göre, kapı mandallarının bozukluğu da, İstanbulun kira arabalarında âdeta bir alâmeti farika gibi olmuştu.Büyük muharrir Ahmed Râsim, sihirli kalemiyle zaptettiği İstanbulun günlük hayat sahnelerinden birinde, yarım asır evvelki Kadıköy iskelesi arabacılarını konuşturur ki, hoş bir skeçtir:“Köyün, artık oraya vapur iskelesi dememelidir, arabacılar iskelesinin başlangıcındaki kahveler önünde, birkaçının elinde kete dedikleri kesik, yağlı kuru boğaça, halka olmuşlar, konuşuyorlardı. Tâ uzaktan belli oluyordu, daha hiçbirinin keyfi gelmemiş: Hepsi de sallabaş, ağızları oynar oynar, sesleri yüksek, elleri iner çıkar, ayakları eşeler.. Vaziyetlerinde, içlerinde en nâtıkaperdazı şu... Şu be!.. ti hâ!.. görmüyor musunuz?.. Şu uzun boylu, tunç renkli, kapelâsı enseye kaçık, çakır, göz, birdenbire iyice kestiremediği için ısrarınca içini etek etek dışarı döktüğü boğaçasının sarıldığı bıyıkları, pis kumral... Nah!.. İşte be!... Koca boğaça parçasını, balıkçıl yakaladığı kefalın kuyruğunu havaya dikip hamle hamle yuttuğu gibi, yutmak için yukarı kaldırıyor... O mu? Tâ kendisi!..— Bir şeyler söylemiyor amma...— Ne yapsın ağzı tıkalı... Bir dakika sabır!............“Hah!.. Yutt!.. Şimdi kulak ver, görüyor musun; çakır gözleri nasıl mânalı mânalı çaktı?!... Kalın, kirli, ancak ustura ile kesilir derecede sert tırnakı parmakları arasında duran boğaçacının bakiyetül esnânını sallıya sallıya yapraklandıra yapraklandıra:— Kolalı gömlek mi?.. Böyle arabacılık olur mu? Biz kalem efendisi miyiz? Arabacılık sararsın burmayı, çalarsın kamçıyı, haylarsın hayvanı, geçer gidersin!.. Bunu da kim dedi?“Karşısında çini mavi gözlüsü:— Kâhyanın küçük oğlu!.. Gazetede okumuş...Sağ tarafına dönerek uzun lâğımcı çizmeleri üzerinde eller pantol cebinde, kukuleteli yarım kaputiyle yarı beline kadar şakulî duran kırantaya:— Mandıracı be!... Sen de bu sakalın hayrını gör!...— Ne varmış ki...— Sakal da olmıyacak... Senin kaputu, sakoyu da sat!— Haydi be zevzek, kime satayım?...“Çakır:— Demek sakallar da aşağı!..— Bıyıklar da!..— Deme be!.. Vah benim yirmi senelik bıyığıma!...Muşambalı bir kırçıl:— Ya benimki otuz senelik a...“Yarı bele kadar şakulî duran sakallı, bıyığına mütehassir imiş gibi eliyle büküp taradıktan sonra:— Arabayı bırakırım, bunları kestirmem!“Çinigöz:— Ne olur be!... Hafiflersin!“Kıranta:— Ne mi olur?.. Ulan akşam avratın yüzüne nasıl bakarım?“Genç, inadına esmer delikanlı bir arabacı:— Sen merak etme Mandıracı be.. Geçen gün beyin biri arabada unutmuş, bende kara bir gözlük var... Sana veririm, onu takar bakarsın!...“Kahkahalar...— Haydi oradan kahbenin piçi!...“Bu aralık, elinde gazete yoldan geçen birini, Çakırgöz var sesiyle çağırarak:— Osman!... Osman!...“Çinigöz, seğirterek:— Getir şu gazeteyi be!.. İnanmıyorlar..“Halka büyür.. Osman ortalarına dikilir, gülerek okur:— Hükûmet kira arabacılariyle şoförlerinin bilhassa kolalı gömlek giymelerini...“Çinigöz, Çakırgöze: — Nasılmış?.. Mânasına göz kırpar.— Ve sakallarının tıraş edilmesini...“Mandıracıya dönerek:— Senin dizgala Allah rahmet eyliye!...— Ve yeknesak bir kıyafette bulunmalarını...“Muşambalı Kırçıl:— Bu ne demek?— Ben, sen hep bir kıyafet... Belediye, polis memurları nasıl bir türlü elbise giyiyorlarsa...“Çakırgöz atılarak:— Bu iş, bugünlerde olamaz!...“Kırlanta:— Beylikten verirler, parasını sonra senden benden çatır çatır alırlar!“Osman okuyarak:— Ve bunlara riâyet etmiyen arabacı ve şoförlerin tecziye edileceklerini...“Kıranta atılarak:— Ben demedim mi?.. Beylikten verilecek... İşte!...— Ne sayıklıyorsun be!... Ceza... diyor..— İyi ya!.. Cezayı kim verir? Beylik değil mi?!..“Okuyan Kâhyazade:— Boş boşuna ne hırlaşıp duruyorsunuz! Bu iş burada değil ki...“Mandıracı telâşla:— Nerede ya?..— Romada!— Romada mı?.. Desene... Masalmış!...“Koliyle alnını silerek:— Bu havada terledim be!..“Çakırgöz, düşünürcesine durduktan sonra:— Ne masalı!.. Romada diyor, memleket be!.. Dalyan memleketi!.. Bugün orada ise yarın burada!...“Kıranta, birdenbire dönerek bakına bakına geçen bir zata:— Araba mı, beyefendi?..“Der demez halka bozulur. Mandıracı:— Sizi geçen gün götürdüm... Biliyorum...“Çinigöz:— Yine oraya değil mi, gel beyim.. buyurun!..“Bindirir, gider.. Muşambalı Kırçıl, delikanlı arabacıya:— Her zaman Çiftehavuzlara gider, yarım papel verir!“Çakırgöz, dalgınlıktan kurtularak arabasını sürüp gözden kaybolan Çinigöz için:— Ulan bu ne heriftir! Sabah sabah ortaya bir lâf attı, hepimize vapuru kaçırttı, sonra da müşteriyi kaptı gitti!...” (Muharrir bu ya..).
Kanunî Sultan Süleymanı Macaristanda Zigetvara götüren ve oradan büyük hükümdarın nâşını getiren araba (Resim: H.Y. Şehsüvaroğlunun “Asırlar boyunca İstanbul” un da neşredilmiş bir hâzine minyatüründen)
Sarayda hastalar arabası, On sekizinci asır (Bir minyatürden)
On yedinci asırda bir Haremi hümâyun arabası (Resim: Devrin bir minyatüründen Franz Teaschner)
Topkapı Sarayı Müzesinde bir haremi hümâyun arabası, On sekizinci asır sonu (Resim: Nezih)
On dokuzuncu asır başlarında Kâtib odası (Resim: Bir gravürden Nazihin eli ile)
On dokuzuncu asır ortasında koçu (Resim: C. Biseo)
Lando (Resim: Nezih)
Kupa (Resim: Nezih)
Fayton (Resim: Nezih)
Paraşol (Resim: S. Sinan)
Hasırlı paraşol - fayton (Resim. S. Sinan)
Tente (Resim: Nezih)
Tek atlı yaylı düz araba (Resim. Nezih)
Çift atlı yaylı düz araba (Resim: Nezih)
Tek atlı sandık araba (Resim: Nezih)
Tek atlı tam çarklı sandık araba (Resim: Nezih)
Tek atlı sırık araba (Resim: Nezih)
İki tekerlekli tekne eşek arabası (Resim: Nezih)
Çift atlı sırık araba (Resim: Nezih)
Arabacı kantosu (Sadi Yâver Atamanın “Esnaf türküleri” nden
Theme
Other
Contributor
H.Y. Şehsüvaroğlu, Franz Teaschner, Nezih, C. Biseo, S. Sinan
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM020616
Theme
Other
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
H.Y. Şehsüvaroğlu, Franz Teaschner, Nezih, C. Biseo, S. Sinan
Description
Volume 2, pages 902-918
Note
Image: volume 2, pages 903, 904, 905, 906, 907, 908, 909, 910, 911, 912, 915
See Also Note
B. : Ata binme yasağı; B. : Sürücü Beygirleri; B. : Polenez Köyü; B. : Tulumba, Tulumbacılık, Tulumbacılar; B. : Şehrengiz
Theme
Other
Contributor
H.Y. Şehsüvaroğlu, Franz Teaschner, Nezih, C. Biseo, S. Sinan
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.