Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
AKRABAYI ZİYARET
Refik Halidin, birinci Cihan Harbinde, İstanbulun geçirdiği büyük buhrandan sonra aile hayatındaki maddî ve mânevî sarsıntıların, çöküntülerin hazin taraflarını gösteren ve İstanbul Ansiklopedisine olduğu gibi nakledilmesi gereken nefis bir yazısıdır:
“On sene evvel ne idik, on sene sonra ne olduk?”
Bunu bir iyice anlamak için bana müdekkik ve meraklı bir arkadaşım uzak akrabamı ziyaret teklif etti:
— Çoktanberi nasıl, nerede, ne ile yaşadıklarından haberdar olmadığın uzak, yakın elbette birkaç akraban vardır, dedi, sen onların eski hallerini, eski maişet ve vaziyetlerini bilirsin; bir defa da şimdi git gör ve iki hayatı mukayese et... İşte o zaman ne idik, ne oluk, bize bu harb ve darb, bu cenk ve cidal, bu yakma, yıkma siyaseti ne pahalıya mal oldu, anlarsın!
Teklif zevkime gitti. Zira bir defa yaşlı akrabamın gönüllerini almış, hatırlarını hoş etmiş olacaktım; bu bir vicdanî vazife idi. Saniyen bir tetebbü ve tetkik sahası bulmuş, bir makale ve mütalâa zemini hazırlamış olacaktım, bu da bir hayatî vazife idi. işte bu iki vazifeyi de ifa için geçen gün yola düştüm. Fakat, evvelâ, akrabamızın bugünkü vaziyetinden haberdar olan bir eski dadıya müracaat ederek mahalli ikametleri hakkında malûmat almak lâzımdı. Biri, bir tekke şeyhi müstesna olmak üzere, hepsi de yerlerini, meskenl...
⇓ Devamını okuyunuz...
Refik Halidin, birinci Cihan Harbinde, İstanbulun geçirdiği büyük buhrandan sonra aile hayatındaki maddî ve mânevî sarsıntıların, çöküntülerin hazin taraflarını gösteren ve İstanbul Ansiklopedisine olduğu gibi nakledilmesi gereken nefis bir yazısıdır:
“On sene evvel ne idik, on sene sonra ne olduk?”
Bunu bir iyice anlamak için bana müdekkik ve meraklı bir arkadaşım uzak akrabamı ziyaret teklif etti:
— Çoktanberi nasıl, nerede, ne ile yaşadıklarından haberdar olmadığın uzak, yakın elbette birkaç akraban vardır, dedi, sen onların eski hallerini, eski maişet ve vaziyetlerini bilirsin; bir defa da şimdi git gör ve iki hayatı mukayese et... İşte o zaman ne idik, ne oluk, bize bu harb ve darb, bu cenk ve cidal, bu yakma, yıkma siyaseti ne pahalıya mal oldu, anlarsın!
Teklif zevkime gitti. Zira bir defa yaşlı akrabamın gönüllerini almış, hatırlarını hoş etmiş olacaktım; bu bir vicdanî vazife idi. Saniyen bir tetebbü ve tetkik sahası bulmuş, bir makale ve mütalâa zemini hazırlamış olacaktım, bu da bir hayatî vazife idi. işte bu iki vazifeyi de ifa için geçen gün yola düştüm. Fakat, evvelâ, akrabamızın bugünkü vaziyetinden haberdar olan bir eski dadıya müracaat ederek mahalli ikametleri hakkında malûmat almak lâzımdı. Biri, bir tekke şeyhi müstesna olmak üzere, hepsi de yerlerini, meskenlerini değiştirmişler, uzak, aykırı semtlere, bulunması güç, gidilmesi zor mahallelere dağılmışlardı. Not defterimi birçok sokak isimleri, bakkal, aktar, bekçi, hamam, çeşme, kahve tariflerile doldurdum ve şehri tanımayan bir seyyah gibi, rehberime bakarak, şaşkın şaşkın yangın yerlerine daldım.
İşte bugün de size bu meraklı ve acıklı, hakikî ve facialı ziyaret ve seyahatimden bahsedeceğim:
***
Zihnen çizdiğim harita mucibince ilk uğrayacağım akrabamı şöyle hatırlıyorum: Kanlıcada, körfez üstünde, kızılcık ve fıstık ağaçlarına gömülü kocaman bahçeli bir evde otururlardı; saza, söze düşkün eski terbiye görmüş asil bir aile idi. Zannederim ki ayda bu eve on, on beş liradan fazla girmezdi; fakat ne eksikti ki... Bir kahvaltı çıkarırlardı, çilek reçeline kadar mevcut! Denizde bir sandalları vardı, bununla kâh balığa, kâh mehtaba çıkarlar ve haftada iki gece saz yaparlardı; hem de öyle çenği çiğane nevinden, sarhoş eğlencesi bayağı saz değil... Adamakıllı musiki! Ney, tanbur ve keman zevkini ve eski bestelerin kıymetini ilk defa ben orada, fıstık ve kızılcıklar altında, mehtaplı denize karşı bir bembeyaz gecede tatmış ve anlamıştım. Yarının masrafını ve ay başı borçlarının sureti tesviyesini düşünmeksizin, az para ile refah içinde sanatkârane yaşayabilen bu aileye hürmet ve gıpta etmemek kabil miydi? Dudakları daima mütebessim ve gözlerinin içi her zaman endişesiz yeni bir beste hazırlamak, oltaları temizlemek ve mutbakta mevsime göre en nefis ve nadide yemekleri kotarmakla meşgul olan evin hanımları, tatlı dilli ve güler yüzlü bu pür sıhhat kadınlar hayatın fecaat ve müşkülâtından hemen hemen bihaber bu cennetten bir parça olan yemyeşil dağ sırtında ne emin, ne âsude yaşayorlardı... Gözleri kimsenin malında değildi; kalpleri tertemiz ve hayatları saf ve sade öyle bir ömür sürüyorlardı ki cihanın bin bir türlü tehlikeleri sanki oraya, onlara yetişmeğe kıyamıyacak, masun bırakacaktı. Halbuki nerede? Aksaray yangın yerini geçtim, Valdecamiinin yanından saptım ve kocaman harabathanenin kapısını ittim. Burası, her odası ayda on liraya kiraya verilen bir acaip mesken, bir loş, mukassi bina idi. Dışarda güneş ve sıcak vardı; bu binada ise dizlere, derhal, bir yılan gibi sarılan nafiz, müessir bir rutubet ve bir alaca karanlık... Bir oda kapısı açıldı, aralıktan baktım, kınalı saçlı bir ihtiyar kadın ispanak ayıklıyor ve ortada, maltız üzerinde bir tencere dumanlar salıvererek kaynıyordu. Kenarında yataklar yığılıydı. Ben hangi odaya girecektim?. O sırada karşıma sofadan entarili bir kız çıktı, on üçünü geçmiş, artık çocukluktan kurtulmuş bir kız...
— A! dedi ve içeri kaçtı. Beni tanımıştı, aradığım oda, onun girdiği oda idi. İki, üç yaşında iken fıstıkların altında top oynayıp dizlerime tırmanan ve körfezden geçen Şirket vapurlarının taklidini yapan sarı saçlı bebek, demek, işte bu idi, burada, bu tek odada, sıtma rengi ve verem vücudile... Acaba Kanlıcanın, bahar gelince pembe pembe erguvanlar, mor zambaklar ve sapsarı kızılcıklarla donanan rayihalı dağlarını hatırlıyor muydu? O kayık gezmelerini ve saz gecelerini... İçeri girdim, öpüştük, ağlaştık. Yangın, tensikat, harb, tifüs ve ispanyol o şen, o müreffeh ve o âsude aileyi sata sava, kıra vura, öldüre göme bu hale getirmişti. Üç kişi kalmışlardı, üç kederli baş, üç hasta vücut, üç aç! Her âfet içlerinden birini götürmüş, baba ispanyoldan, evlât kurşundan, hemşire tifüsten ölmüş, damad Vladivostok’da esir kalmıştı. Karşılıklı bir nakarat gibi:
— Ah, ne idi o Kanlıcadaki zamanlar, nerede?
Dedik, dedik, göz yaşı döktük.
İkinci ziyaretim tekkeye düştü. Fakat tekkenin tanılır yeri kalmamıştı ki... Ben onu, dokuz on sene evvel yeşile boyalı tahta parmaklıkları, şakır şakır akan şadırvanı, bembeyaz badanalı duvarları ve sapsarı döşeli hasırlarile ne temzi, ne müşerref, pür umran bırakmıştım. Şimdi parmaklıklar yerinde yoktu. Su kesilmiş, havuz boştu. Duvarlar yer yer yıkılmış, hasırlar parçalanmış ve en yazığı, kapıdan girince bahçeye gölge, mehabet ve uhrevilik veren o kocaman kırmızı dut ağacı kesilmiş, tekke dımdızlak, çırçıplak kalmıştı. Âyin geceleri geldiğim olurdu. Tertemiz kıyafetli, bembeyaz arakiyeli dervişlerin zikri etrafı inletir, bina avizeler, şamdanlar, kandiller içinde pırıl pırıl yanar, mahalleye şeref salardı. Şeyh efendi ne terbiyeli, ne zarif ve ne hoşgû zattı. İşi gücü her lâkırdıya bir nükte yetiştirmek, bir telmih yapmak ve sonra çilehanesine kapanıp zikir ve ibadet etmekti. Ailesi yirmiyi aşgındı ve orada çıkan yemeğin bolluğu, nefaseti hemen hemen değme vezir, vükelâ konağında nadirdi. Beni görünce göğsüne bastıran şeyh, şimdi nükte, telmih nerede, basbayağı sözün ikisini bir araya getirmekten âciz, bin zorlukla derdini yanıyor :
— Evlâdım, gün oluyor ki maa aile katıksız ekmekle kefafı nefse mecbur oluyoruz!
Diyordu. Büyük oğlu Çanakkalede şehid düşmüştü, tam Hukuku ikmal edeceği sene... Küçüğü vefat etmişti, ispanyoldan... Büyük kızı damadile ayrı çıkmışlardı. Doktor değil miydi ya, harpte hayli vurmuştu; şimdi haller vakitleri iyiydi, fakat babalarına bir hayırları dokunmuyordu. Artık ne zikir eden vardı, ne aş günü, ne derviş... Burada bekçilik ediyorlardı.
— Ya küçük kerime ne oldu?
Şeyh efendi kaşlarını çattı:
— Bizim için öldü: dedi anladım ve ötesini sormadım, karşı karşıya, zikir eder gibi:
— Ama ne idi o âyin geceleri, o aş günleri, nerede?
Diyor, diyor, inliyorduk.
Üçüncü kapıyı halecan içinde çaldım. Çıkmaz bir sokak sonunda üç odalı bir dam altı, Yedikule burçlarından birine gömülmüş, sırsıklam ve incir dallarile loş... Vaktile oturdukları konak gözümün önüne geldi. Mermer avlular, çifte merdivenler, hamamlar ve ahırlar, tam bir devlethane! Eski usul, erkân minderlerile döşenmişti; yazın bu minderlere gergin kar gibi beyaz patiska örtüler örterlerdi, kışın çuhalar... Ortalarda kubbeli mangallar durur ve akşam olunca odalara gaz iskemleleri konurdu, Uzunçarşıda çektirilmiş, yeşil ve kırmızı yaldız boyalı, geniş, uzun ve oymalı bir nevi iskemleler... Yemek yerde, ayna gibi parlıyan bakır sinilerde yenirdi. Sonra yangın o konağı ve mahdum beyin sefaheti de arsa ve sair malları yedi; sekiz sene evvel yine halleri bir derece iyi idi, maaşlarile geçiniyorlar, Gedikpaşada zarif bir evde oturuyorlardı. Harb, galâyı es’ar ve mâzuliyet nihayet onları, bir ana, bir büyük ana ve bir oğul, buraya kadar atmıştı. Oğul dediğim şimdi kırk beş yaşında vardı, ne kelli felli, ne vekarlı, âdeta ne muhteşem bir adamdı. Kürklü paltolar, pardesüler içinde görmeğe alıştığımız kehribar tesbihi, fotin kunduralı bir racüli devlet siması... Kapıyı bana ufak tefek, avurdu avurduna çökmüş, entarili biri açtı; ne garip mânalı gözleri vardı!
— Fehmi Beyin evi burası mı?
— Evet, buyurunuz, safa geldiniz!
Aman Yarabbi, o adam bu adamdı, o muhteşem sima, bu sefil çehre!... Bir aralık annesi onun yanımızdan çıkmasından istifade ederek:
— Evlâdım bitti, dedi, doktorlar darüşşifaya sokmamızı tavsiye ediyorlar; para nerede? Toptaşına girecek!
Filhakika Fehmi Bey, o ağır vakarlı adam zirzop bir deli olmuştu; gözlerini gözüme dikerek anlatıyordu:
— Beyefendi birader, kâğıttan para olur mu? Bari kâğıthelvasından yapsaydılar, ağzımız tatlılanırdı... Ben kullanmıyorum, tâ sarı liralar, çil çil paralar çıkıncaya kadar... Onun için evi, barkı sattık, bedelini, deste deste kâğıt, bankaya yatırdık, hem öyle mukavele yaptık ki maden para çıkıncaya kadar bize on para vermiyecek, biz de o zamana kadar burada dişimizi sıkacağız! Birden ferahlık! gel, yoğurtçu! okkası kaça! Yüz para mı? Hele hele, iki çil kuruşa olmaz mı? Peki ver, elli okka... Al şu sarı lirayı, geriye sekiz kuruş isterim, malûm a lira yüz sekizden!
Bu tarzda maden ara ile alışveriş taklidi yaparak mütemadiyen konuşuyordu. Beni kapıya kadar teşyi etti. Son sözü şu oldu:
— Aman, beyefendi birader, siz gazete muharririsiniz, daha çabuk haber alırsınız, lira yüz sekize çıkınca bana bir kart yazıverin!
Zavallı adam para ile bozmuştu... Ekserimizin, bu gidişle, olacağı gibi! Yürürken kendi kendime:
— Ah, ne idi o konağın şa’şaası, o iftarlar, nerede?
Diyor, yıkı kaleler arasında melûl, mahzun gidiyordum.
İşte bu minval üzere üç kapıya daha baş vurdum, hepsinde o hali, zamanın keskin tırnaklarını, kanlı izlerini buldum. İstanbulun bir zamanlar en şâd, en müreffeh yaşayan ve geçinen bu mesut fanilerini on senelik cidal yerden yere vurmuş, çamurlara bulamış, dertlere sokmuş, kendi memleketlerinde bir muhacir ve gurbetzede gibi aç, mahrum, yoksul bırakmıştı. Kimin kime imdat etmeğe mecali vardı? Kelden köseye muavenet mi olurdu? Hepimiz muhtacı himmet bir dede idik, nerede kaldı ki gayriye himmet edecektik? Bacaklarım yorgunluktan dermansız ve yüreğim hicran içinde şişkin, evime, düşkün ve dertli döndüğüm zaman bu altı ailenin her ferdine ayrı ayrı acıyordum. Yalnız birine gıpta etmiştim: liranın yüz sekize geçeceğini bekliyen deliye!
İçimizde istikbalden ümid eden bir o vardı!”
Tema
Diğer
Emeği Geçen
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Kod
IAM011058
Tema
Diğer
Tür
Ansiklopedi sayfası
Biçim
Baskı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Tanım
Cilt 1, sayfalar 532-534
Tema
Diğer
Emeği Geçen
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.