Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
ACUDOĞU (Râtib Âşir)
Türk heykeltıraşlık san’atının en büyük simâsı; 20 şubat 1898 (nüfus kaydındaki rûmî tarih ile 8 şubat 1313, hicrî 28 ramazan 1315) bir pazar günü İstanbulda Mollagûrânî de doğmuştur; 1957 de bir Salıyı Çarşambaya bağlayan 15/16 ocak gecesi Çubukludaki yalısında kalb sektesiyle vefat etti. Râtib Âşirin şahsında Türkiye elmas yürekli arslan gibi bir evlâdını ve dünya, pek büyük bir heykeltraş kaybetmiştir. Elli sekizinci yaşını bitirmek üzere idi.
Babası Hüseyin Âşir Molla, geçen asır sonlarında taşra kadılıklarında bulunmuş, en son vazifesi de Bolu hukuk mahkemesi reisliği olan zevki selim sahibi ve hür fikirli seçkin bir münevverdi; Râtib ikisi erkek dört kardeşin üçüncüsüdür. İlk tahsilini Çubuklu mektebinde yaptı, sonra Aksarayda Mahmudîye Rüştiyesini bitirdi. Birinci Cihan harbinde Ankara Sultanisi son sınıfından askere alındı. İstanbulda ihtiyat zabit talimgâhına gönderildi. O felâketli harbe depo taburlarında ve 37 nci Kafkas fırkasında iştirâk etti, mütarekede mülâzimi sâni rütbesiyle terhis olundu ve, yirmi yaşında Sanayii Nefise Mektebi âlisinin heykeltraşlık şubesine girdi. Burada ilk türk heykeltraşı merhum İhsan Özsoyun en istidatlı talebesi, gözbebeği oldu. Hocasının teşviki ve tavsiyesi ile tahsilini ikmal etmek üzere babası tarafından 1921 de Almanyaya gönderildi; ...
⇓ Read more...
Türk heykeltıraşlık san’atının en büyük simâsı; 20 şubat 1898 (nüfus kaydındaki rûmî tarih ile 8 şubat 1313, hicrî 28 ramazan 1315) bir pazar günü İstanbulda Mollagûrânî de doğmuştur; 1957 de bir Salıyı Çarşambaya bağlayan 15/16 ocak gecesi Çubukludaki yalısında kalb sektesiyle vefat etti. Râtib Âşirin şahsında Türkiye elmas yürekli arslan gibi bir evlâdını ve dünya, pek büyük bir heykeltraş kaybetmiştir. Elli sekizinci yaşını bitirmek üzere idi.
Babası Hüseyin Âşir Molla, geçen asır sonlarında taşra kadılıklarında bulunmuş, en son vazifesi de Bolu hukuk mahkemesi reisliği olan zevki selim sahibi ve hür fikirli seçkin bir münevverdi; Râtib ikisi erkek dört kardeşin üçüncüsüdür. İlk tahsilini Çubuklu mektebinde yaptı, sonra Aksarayda Mahmudîye Rüştiyesini bitirdi. Birinci Cihan harbinde Ankara Sultanisi son sınıfından askere alındı. İstanbulda ihtiyat zabit talimgâhına gönderildi. O felâketli harbe depo taburlarında ve 37 nci Kafkas fırkasında iştirâk etti, mütarekede mülâzimi sâni rütbesiyle terhis olundu ve, yirmi yaşında Sanayii Nefise Mektebi âlisinin heykeltraşlık şubesine girdi. Burada ilk türk heykeltraşı merhum İhsan Özsoyun en istidatlı talebesi, gözbebeği oldu. Hocasının teşviki ve tavsiyesi ile tahsilini ikmal etmek üzere babası tarafından 1921 de Almanyaya gönderildi; Münihde Millî Yüksek Güzel sanatlar akademisinde o zamanlar Almanyanın en kuvvetli sanatkârlarından Prof. Belleker’in atelyesinde iki yıl çalıştı; Akademiden lisans ve hocasının el yazısiyle bir takdirname aldı. Almanya iktisadî ve siyasî bir buhran içinde idi. İstanbuldaki babasının türlü güçlüklerle gönderebildiği harçlıkla Almanyada geçim pek sıkıntılı bir hal alınca Fransaya gitti ve orada da yine asrın büyük üstadlarından Bourdelin atelyesine girdi. Bourdel yalnız zamanının değil, zaman kayıdlarının üstünde beşeriyetin dehâlarından Rodinin yetiştirdiği bir sanatkârdı. Bir gün atelyesinde çalışan Türk gencinin bir etüdü karşısına geçti ve:
— Delikanlı, heykeltraşîde artık benden ve yeryüzünde başka bir fâniden öğreneceğiniz hiç bir şey yoktur.. Dedi ve gözleri yaşararak ilâve etti:
— İbdâ edeceğiniz eserlerin neler olacağını bilemiyorum, bildiğim şey o eserlerde Türk milletinin ruh asaletinin ve kudretinin tecelli edeceği hakikatidir..
Fransada ikinci hocası, yine azametli bir şöhret olan Aristide Maillol oldu.
Vatanına dönen Râtib Âşir bir ara Edirne lisesinde, sonra İstanbulda Zeyrek, Bakırköy ve Beykoz orta mekteplerinde resim ve iş muallimliği yaptı; ölümünden ancak on üç gün evvel kendi isteği ile emekliye ayrılmış bulunuyordu.
Üstadın ilk büyük eseri Menemen’de Kubilay âbidesidir. Bu güzel eserde yolunu henüz aramakta olan büyük bir sanatkâr görürüz. Kazandığı ikinci müsabaka Boludaki Atatürk heykeli oldu. Diyebiliriz ki, mareşal üniformasiyle Türkiyede dikilmiş olan Atatürk heykellerinin en mânâlısı, ifade ettiği kudret ve vekar ile en güzelidir. Son yaptığı büyük eserde Ankara Üniversitesine rekzedilen Atatürk heykelidir; bu heykelde Râtib Âşiri artık kemal çağında buluyoruz. Atatürk’ün vücudunda ve yüzünde yıllarca evvel Bourdel’in dediği gibi, Türk ruhunun asalet ve kudreti tecelli etmiştir. Bir sanat şaheseridir.
En büyük, en azametli eseri ise 1943 te başlayıp galiba beş yıla yakın bir zaman içinde tamamlayabildiği Erzincan âbidesidir. Bu âbidenin müsabakasını kazanmak sanatkâr için hakikaten parlak bir zaferdir. Râtıbın maketi Akademideki jüri salonuna götürülürken yolda bir kaza geçirmiş, hemen hemen hurda hâle gelmiş, heykeltraş maketini salondaki yerinde elinden gelebildiği kadar tâmir edebilmiş, müsabakayı kazanma ümidlerini de tamamen kaybetmişti. Fakat o kırık maket bir üstadın coşkun ruhunu ibdâ ettiği öyle bir eser idi ki, jüri tereddüt etmeden bu büyük işi Râtibe verdi.
Erzincan âbidesi iki gruptan müteşekkildir; birinci grup altta, galiba tabii cesametin bir buçuk misli büyüklükte üç figürden mürekkeptir, ortada sembolik bir kadın, vatan timsali, bir eliyle, zelzele felâketinde mahvolan Erzincanı yeniden yapan işçiye bir çelenk vermekte, diğer eliyle de Erzincanlıya yeni şehrin anahtarını uzatmaktadır.
Râtıb işçi heykelinin başında, kendi mânâlı sanatkâr kafasını ve yüzünü yapmıştı; bu figür bir yapı amelesi esvabı altında Râtıb Âşirin kendi heykelidir; bu bakımdan tek başına müstesna bir kıymet taşımaktadır. Âbidenin ikinci grupu da yüksek bir taş kaide üzerinde yine üç figürden mürekkeptir; bu figürler de zannederiz tabii cesametin iki misli büyüklüğündedir; ortada o devrin Cumhurreisi İsmet İnönü, Erzincanlı bir anayı bağrına basmış, bir elini de kendisine sokulan bir kız çocuğunun omzuna koymuştur.
Bu muazzam figürlerin çamurdan yapılabilmesi için kâfi derecede büyük atölyesi olmayan heykeltraşa müzeler müdürlüğü atölye gibi kullanmak üzere Yeni Cami karşısındaki Hatice Turhan Sultan türbesinin medhal kısmını tahsis etmişti. Üstad eserini orada tamamlamış, altı figürün tunç düğümleri de yine kıymetli bir sanatkâr olan Yusuf Akpınarın dökümhanesinde yapılmıştı.
Türbe medhalindeki muvakkat atölyenin her günkü misafirlerinden biri Neyzen Tevfik idi, iskelenin üstünde dev gibi bir işi başarmağa çalışan Râtıbi mey’inin sihirkâr nağmeleriyle coştururdu.
Âbide müsabakalarında Râtıp Âşirin projeleri daima bir azametin ifadeleri olmuşlardı. İstanbulun Türkler tarafından beşyüzüncü fetih yıldönümü hazırlıkları arasında R. E. Koçu bir gün kendisine ne düşündüğünü sormuştu; “Şöyle bir şey..” dedi, ve masamın üzerinden bir kâğıt alarak kurşun kalemiyle çizdi: Kadim Anadolu medeniyetini temsil eden arslanlar üzerine oturtulmuş bir taht üzerinde yirmi bir yaşında bir Fatih... Kartal burunu ile bir delikanlı ki, cengâver çizgileri şair hüviyetinin zerafeti ve mütefekkir başının melâhati ile yoğurulmuştur. Kucağında bir kılıç.. Bir kılıç ki, âlemi medeniyete yeni bir tefekkür ufku açan kalem gibi mânâlı.. Tahtın arkasında üç sütun.. İki yandakiler bizantin ve ortadaki Türk başlıklı.. Türk başlıklı sütunun üzerinde bu hükümdarı zişanın turası...
Sonra güldü:
— Böyle başlarım da, bakarsın bir gün ata bindiririm.. Fakat benim Fatihim ata bindi mi o atlı figürün etrafına kabartmalar hariç, heykel olarak en az elli figür toplanır...
Dedi.
Râtıbın sanatkâr dehâsının hakiki mâkesi yurdumuza yadigâr bıraktığı âbideler ve âbide projeleri değil, hepsi kayıp olmuş olan küçük şaheserleridir... Üzerlerinde aylarca kendi kendine, gizli gizli vecd içinde çalışır, sonra bir gün çamurun üstündeki ıslak bezleri açıp bir yarü vefakârına gösterir.. Kendisine: “Aman Râtıb.. Alçıdan dök.. öbürlerine benzetme!.” diye yalvarılır.. “Yok.. der.. Kafamın içindekini henüz veremedim!..”. Bir hafta sonra uğrarsınız.. O çamur şâheser, onu ibdâ eden sanatkâr ellerle bozulmuştur, yok olmuştur, kaybolmuştur..
R. E. Koçu bir gün Tanbûri Cemil Beyi görmüş idi, iki el üstünde büyük bestekârın düşünen kafası.. Bu bir büst değil, klâsik Türk musikisinin tarihçesiydi. Ve adı “Ferahfezâ saz semaisi” idi.. O düşünen baş karşısında insan o meşhur saz semaisinin nağmelerini duyuyordu.. “Râtıb.. Yarın Mesut Cemili alıp getireceğim..” diyen Reşad Ekreme: “Aman sakın ha!.. dedi.. Beste henüz bitmedi.. Bir hafta sonra..” Ne bir haftası, üç gün sonra Cemil Bey, o şaheser, bir yığın çamur olmuştu..
Sanatkârın yâri gaarı olan bu ansiklopedinin müellifi kendisinden yalın ayak, tülü kafa, koltuğunda gazeteler bir müvezzi çocuk, heykelciğini ısrar ile ister idi. Bir gün sofranın başına oturdular.. Sehpa üzerinde ve ıslak bez altında bir şey duruyor, heykeltraş:
— Sana sürprizim!..
Dedi, ve bezi açtı.. Ruhunun bütün kudretiyle kavrayıp ibdâ ettiği gazeteci çocuk, pırpırı, çıplak ayakları koşarlı külhanî, bir sanat hârikası olarak duruyordu. Reşad Ekrem sofradan kalkıp:
— Gidiyorum.. ve gazetecimi götürüyorum! dedi.
— Acele etme.. Yaş çamur, kuruyunca çatlayacak, dökülecek.. Sana onu alçıdan dökeceğim.. Bu kadar bekledin, üç gün daha sabret!.. dedi.
Muharrir o üç günü iple çekti. Üç gün sonra Çubukluya gitti. Gazeteci yoktu, Tanburi Cemilin başı gibi o da bir yığın çamur olmuştu. Reşad Ekrem:
— Sen gaddar, honhar, barbarsın, bir delisin!..
Diye bağırdı. Râtıb boynunu büktü:
— Hamdolsun akıl iddiasında değilim!.. Üzülme, o cılız bir biblo idi, sana şöyle seksen santim boyunda bir heykel yapacağım.. dedi.
Heykel olarak bir kız başı, Mimar Sinan ve kabartma olarak Fatih Sultan Mehmed ile Mehmed Âkifin madalyonları, yine heykel olarak “mumdirek” adını verdiği yalın ayaklı oğlan ve elinde tanbur ile ikinci bir Cemil Bey hep bu kaybolan şaheserler arasındadır. Gazeteciler Cemiyetinin yeni binası için taahhüt ettiği İbrahim Müteferrika, Şinasi, Agâh Efendi büstleri de vakitsiz ölümiyle yarım kaldı. Beykoz Halkevi için alçıdan döktüğü “Ah-
Râtıb Âşir, vücudca bir pehlivan yapısına
med Mithad Efendi” si halen bilemeyiz ne haldedir, nerededir.
sahip, buğday benizli, geniş alınlı, güzel adamdı. Çocukluk ve delikanlılık çağlarında akran ve emsali arasında güreşmiş, Vefa Kulübünde futbol oynamış, güreşte de fudbolda da istikbal için bir as şöhreti vaadederken sanatkâr hüviyeti galip gelmişti.
Acı kuvvetiyle pek sıhhatli görünürdü. Soğuktan yılmazdı, ömrü boyunca paltoyu taşınmaz bir yük telâkki etmiş, kışları daima su geçmez bir pardisö ile geçirmiştir, ve frenk gömleğini de daima kolsuz bir atlet fanilânın üstüne giymiştir.
Fes zamanında baş açık gezilmezdi. Fes, kıyafet inkılâbı kanuniyle yasak olunca başı şapkanın her çeşidini yadırgamış, serpûş olarak kendisine “bere” yi, seçmiş, ona da bir hususiyet vermişti:
Lâcivert ve küçük bereyi giymez, başının üstüne bir limon kabuğu gibi şöyle koyuverirdi. Öyle ki, bu şekliyle ve taşınış tarziyle yalnız Râtıbın başında görülen bu bere onun alâmeti farikası olmuştu.
İyi bir avcı idi. Fakat balıkçı olarak, mübalâğasız İstanbul sularında parmak ile gösterilen bir şöhretti; hattâ son zamanlarında balıkçı olarak şöhreti Kapıdağı yanında Marmara adasında kadar yayılmıştı. Bilhassa mercan avında, derin sulardaki mercan yatağı kayaların kurdu olmuş profesyonel balıkçıları hayrette bırakmış muvaffakiyetleri vardır. Balık avı Râtıb Aşir için cinnet mertebesinde bir ihtiras olmuştu. En çetin havalarda denizden aslâ yılmamış, Marmarada boralara, fırtınalara tutulmuş, bir iki sefer ölüm tehlikesi atlatmış ve yakın dostlarını bir gün bir deniz kazasının kurbanı olacağından daima ürkütmüştü. Öylesine bir balıkçı idi ki, biricik evlâdı ve kendine has çizgileriyle hakikaten pek zarif ve dilber olan kızı Sadâ’yi, Kandilli Kız Lisesinin voleybol takımı kaptanı olduğu zamanlar “Benim uskumru gibi kızım!.” diye severdi.
Evinde veya herhangi bir yerde, sofrasında daima mükrim, dili ve damağı lezzette itisasa ulaşmış, sohbeti tatlı, bâdeye daima iltifat etmiş rind adamdı.
Uzun yıllar Cerrahpaşada, camiişerifin yanında bir şeyh kızı olan kayınvâlidesinin hissedarı bulunduğu büyük şehrin pek az kalmış konak yavrusu bir evinde oturmuştu. On yıldanberi de Çubukluda iskele civarında ve lebideryâdaki kendi evinde oturmakta idi. Râtıb Aşire aşk ile bağlanmış refikası Fahrünnisâ Hanımefendi, bir gün hâtıralarını kalem diline verirse çok büyük bir sanatkârın hayatı hususiyeti muhakkak ki, muhalled bir eser olacaktır. Bu hayat hikâyesini en hurda teferrüatiyle okuyanların gözü önünde heykeltraş Râtıb Âşir Acudoğu hançer gibi dikenleriyle billûrdan muhteşem bir gül gibi görünecekti. O gülün yavaş yavaş solması, yaprak yaprak dökülmesi gerekirken bir gün çıt diye kopup toprağa düşmesi hakikaten, hakikaten pek hazindir.
Râtib Âşir Acudoğu
(Resim: H. Çizer)
Theme
Person
Contributor
H. Çizer
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM010422
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
H. Çizer
Description
Volume 1, pages 197-200
Note
Image: volume 1, page 197
Theme
Person
Contributor
H. Çizer
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.