Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
Hacıdursunoğlu Yusuf Hikâyesi maddesi
HACIDURSUNOĞLU YUAUF HİKAYESİ – Onekizinci Yüzyılda yazılmış ve kahvehânelerde konaklarda uzun süre söylenmiş bir meddah hikâyesi.Konusu yüz yıl öncesine âiddir.Reşad Ekrem Koçu tarafından “Meddah Hikâyeleri” isimli eserinde şöyle özetlenmişdir .
Dördüncü Sultan Murad zamanında yaz ve kış İstinyedeki yalısında oturan Silâhşorkızı Rabia Hanım, yaşı altmışını aşmış, fakat Cennet kaçkını huri misâli güzelliğinin kuş gibi uçtuğunu kabul edememiş, gözü ve gönlü daima oynaşta bir nâzenin idi. Karun hazinelerine sahip bir Mısır tüccarından babası Silahşor Canbulad Beye, ondan da bu biricik kızına yemekle tükenmez miras kalmıştı. “Bir çiçekle bahar olmaz” sözüne uyan Rabia Hanım evlenmemiş. Beyoğlu, Paşa oğlu, esnaf şehbazı, kalyon levendi, kayıkçı şehlevendi, manav güzeli, bahçivan güzeli, kimi sırma işlemeli çuha ve kadife giyer, kimi yalın ayak yarım pabuçla gezer, nerede bir güzel delikanlı görmüş ve işitmiş ise, yoluna çıkmış, erbabına göre ya saçtığı altınlarla göz kamaştırarak veyahut yanındaki o mahbup oğlanları yalısına getirtmiş ve ağuşuna çekerek sefasını sürmüştü. Nâzeninin pençesinden vahşi sahinler, kurdları parsları andıran delikanlılar bile kurtulamamıştı.
Bir gün bu ihtiyar yosmaya Hacı Dursunun oğlu mirasyedi Yusuf Ağadan bahsettiler, “henüz onyedi yaşında bir mahbubu c...
⇓ Devamını okuyunuz...
HACIDURSUNOĞLU YUAUF HİKAYESİ – Onekizinci Yüzyılda yazılmış ve kahvehânelerde konaklarda uzun süre söylenmiş bir meddah hikâyesi.Konusu yüz yıl öncesine âiddir.Reşad Ekrem Koçu tarafından “Meddah Hikâyeleri” isimli eserinde şöyle özetlenmişdir .
Dördüncü Sultan Murad zamanında yaz ve kış İstinyedeki yalısında oturan Silâhşorkızı Rabia Hanım, yaşı altmışını aşmış, fakat Cennet kaçkını huri misâli güzelliğinin kuş gibi uçtuğunu kabul edememiş, gözü ve gönlü daima oynaşta bir nâzenin idi. Karun hazinelerine sahip bir Mısır tüccarından babası Silahşor Canbulad Beye, ondan da bu biricik kızına yemekle tükenmez miras kalmıştı. “Bir çiçekle bahar olmaz” sözüne uyan Rabia Hanım evlenmemiş. Beyoğlu, Paşa oğlu, esnaf şehbazı, kalyon levendi, kayıkçı şehlevendi, manav güzeli, bahçivan güzeli, kimi sırma işlemeli çuha ve kadife giyer, kimi yalın ayak yarım pabuçla gezer, nerede bir güzel delikanlı görmüş ve işitmiş ise, yoluna çıkmış, erbabına göre ya saçtığı altınlarla göz kamaştırarak veyahut yanındaki o mahbup oğlanları yalısına getirtmiş ve ağuşuna çekerek sefasını sürmüştü. Nâzeninin pençesinden vahşi sahinler, kurdları parsları andıran delikanlılar bile kurtulamamıştı.
Bir gün bu ihtiyar yosmaya Hacı Dursunun oğlu mirasyedi Yusuf Ağadan bahsettiler, “henüz onyedi yaşında bir mahbubu cihan oğlandır” dediler; “Şehri İstanbulun cümle âşifteleri ve âtüfteleri hava ve hevesindedir, bir nigarın nigâhı dâveti ile yalıya gelir, saydi mümkün kumrui âvâredir” dediler.
Hacı Dursun ölürken namlı yeniçerilerden Bekir Odabaşıyı çağırmış:
- Yusuf sana emanettir, görüp gözet, etrafını dalkavuklar alıp mirasyedilik yapmasın, uygunsuz haşaratın ağına düşüp baştan çıkmasın, sözünü dinlemezse kolundan tut kışlaya götür, yeniçeri yazdır!. demişdi.
Demişti Fakat Hacı Dursun ölür ölmez, pusuda bekleyen İstanbul haşaratı güzeller şahı toy oğlanın etrafını, bal çanağına üşüşen sarica arılar gibi sarmıştı; “Hayrat yıkan”, “Sansar Hasan”, “Cingözoğlu”, “Can yakan”, “Fitne fücur”, her biri feleğin çenberinen geçmiş veledizinâlar toplanıp meşveret etmişler. Yusuf Ağayı baştan çıkarmağa Yazıcıoğlu Tilki Mustafayı memur etmişlerdi ve bu külhânî toy mirasyedinin aşırı derecede muhabbet ve itimadını kazanmağa bir gün içinde muvaffak olmuştu.
Bu it ayağını Hacı Dursun konağının eşiğinden attıktan sonra güzel oğlana her gün “nigâr ve mahbup” hikâyeleri anlatarak Yusuf un ağzının suyunu şakır şakır akıtmağa başlamıştı. Ve bir gün de:
- Benim canım Yusuf Şâhım.. Pederiniz bunca hazineyi ne güne bırakmıştır.. Hazineden murad şu fâni dünyadan tamam zevk alıp sine bülbülcüğü bir mahbubi hoş likaa veyahut hüsün de yektâ bir nigârı dilküşâ ile yahut ki, güzellikte deng iniz akran ve emsal sâderû tâze civanlarla yağlı ballı can sohbetleri lâzımdır!.. diyerek
Diyerek evvelâ zihnini celmiş, bir başka gün de:
- Buyur Şâhım, Galata mevlevihanesine gidelim.. Neyler üfleyip dervişler sem â' ederler ki, azim cemiyet olur.. Görülmeğe sezâdır!.. diye
Diye konaktan dışarı çıkarmağa muvaffak olmuştu.
Yazıcıoğlu Tilki Mustafa güzel Yusuf Ağayı konaktan çıkarırken ilk niyetleri Galata mevlevihanesine gitmekti; gittiler. Mevlevihane de Yusuf Ağayı gören Dedeler de şevka gelip pervâne misali döndüler. Neyler ve kudümlerle ve bülbül sesli hafızların âşikane ve mestâne ilâhileri ile revnaklı bir meclis oldu, yüreklerdeki cümle gamler dağıldı. Mevlevihaneden çıkarlarken karşılarında Hayrat Yıkan belirdi, Yazıcıoüluna:
- Büyük Buyurun bütün ahbap sizi meygedede beklemektedir!. dedi
Dedi. Ahbap dediği Yusuf Ağayı yolmak için toplanıp mesveret etmiş olan haşarat idi. Yazıcıoğlu iti:
- Beni bugün af buyurun, refikim vardır, görüyorsunuz tâze çelebidir, meygedeye gelemez... deyince
Diyince Yusuf Ağa atıldı:
- Ne çıkar, davete icabet lâzımdır, beraber gideriz.. dedi.
Dedi.
Galatada mevlevihane bir tane, meyhane ise bin ta ne idi. Toy genci baştan çıkarıp parasını yiyecek olan serseriler bu meyhanelerin içinde en mükelleflerinden biri olan Ayvalıda sofra hazırlamışlardı. Sakız mahbubu miçolar misafirleri kapıdan karşıladı:
- Buyurun şâhım!.
Diye Yusuf Ağayı, koltuklarına girip kapıdan sofra başına ayaklarını yere bastırmadan uçurdular. Dalkavukların hepsi:
- Maşallah efendim, safa geldiniz!.. diye ayağa kalktılar.
Diye ayağa kalktılar. Yusuf ağa gördüğü bu itibar ve nezaketten fevkalâde hoşnud oldu. Perçemli, kâküllü, kulakları küpeli, el ve ayak parmakları kınalı, ayaklarında tasmaları kadifeli ve aynalı nalınlarla hizmet eden sakiler gümüş taslarla şarabı erguvan sunmağa başladı. Yusuf ağa
- Bu nedir?.. diye sorunca:
Diye sorunca:
- Tarçın şerbetidir şahım!. dediler.
Bir tas içen Yusuf Ağa ardından bir tas daha içti. Güzel yüzü gül gül oldu, üçüncü tasta hicabı atıp külâhı yıktı, samur kâkülleri alnına döküldü, dördüncü tasta koynundan kesesini çıkarıp Yazıcıoğluna teslim etti:
- Canım Yazıcıoğlu, bu meclisten ve tarçin suyundan gayetle hazzettim, neşemiz tamam olmak için akçe sarfetmekten çekinme!.. dedi.
Dedi. Meydanı muhabbete saçlı köçek oğlanlar çıktı ki, her biri kız misali işve ve cilve fenninde üstad idi. Yusuf Ağa:
- Bunlar kız mıdır?
Diye sordu, Yazıcıoğlu:
- Şahım bunlar köçek oğlandır, ama sen sultanımız için şu Burnaz Hasan kulun hânesinde gayetle hasnâ ve müstesna iki adet çerkes cariyeler hazırlamıştır ki, yüzlerine bakan gözler kamaşır on üçer yaşında bakirelerdir!.. dedi.
Dedi. Yusuf Ağayı mevhaneden çıkarıp bir koçuya bindirip Burnaz Hasanın evine götürdüler. Hakikatte de külhani iki körpe cariye hazırlamıştı. Kızlar mirasyedi genci soydular, yatağa yatırıp halvet oldular. Yusuf ağa kendisini rüyada sanırdı. Sabah olunca Yazıcıoğlu altın kesesinden iki altın iade ettikte Yusuf ağa
- Aman canım, bu kadar safa ve cünbüşten sonra geriye altın dahi arttı mı...
Diye hayrette kaldı ve:
- Böyle meclisleri daim kuralım, tadı damağımda kalmıştır.. dedi.
Külhaniler Yusuf Ağayı iyice pençelerine aldılar. Mirasyedi oğlanı meyhane meyhane dolaştırdılar; çengili köçekli meclisleri bazan dahi evlerinde kurarlardı ve bazı geceler dahi Yusuf Ağayı hamama götürüp soyarlar, kendin mest halinde körkütük sarhoş hamamda yatırırlardı. Her akşam kese kese üçer dörder yüz altınını harceyledikten başka kendileri dahi birer iişer üzer altın ihsanlarını alırlardı. Güzel delikanlının bu sefahat ve rezâlet hayatı yedi ay devam etti ve yedi ay içinde babası Hacı Dursunun bıraktığı altınlar eridi. O itler gördüler ki, delikanlıda altın suyunu çekmiştir, kendileri de Yusuf Ağanın yanından ayaklarını çektiler. Yusuf Ağa ise parmağından baba yadigârı elmas yüzüğünü ve koynundan mücevherli saatini satıp onların akçesini de mevgedelerde harcayıp geceleri dahi hamamda dellâklerin ve natırların yattığı külhan odalarında yatar olmuştur.
Bir gün sokakta yalın ayak yarım pabuç gayetle sarhoş düşe yıkıla giderken babası yaranından bir ağa görüp:
- Hacı Dursun bunu Bekir Odabaşıya emanet etmişti. Bekir Odabaşı bunu neden aramaz, arayim sorayim..dedi.
Dedi Ve doğru kışlaya varıp keyfiyeti anlattı. Bekir Odabaşı gazabından ateş kesilip bir karakollukçu çağırdı:
- Var sol sefih oğlanı al gel!. dedi.
Dedi. Karakollukcu da Yusuf Ağayı sabahleyin bir hamamdan çıkarken buldu ve pençesini yakasına attı
Oğlan:
- Ne istersin?
Diyince nefer gayet haşin ve kaba:
- Yürü!. Seni Bekir Odabaşı ister!.
Dedi; ve Yusuf Ağayı alıp kışlaya götürdü. Bıyıkları duman duman henüz terlemiş güzel çocuk, vücudu yorgun, zihni perişan Odabaşının elini öpüp, süklüm püklüm şöyle durdu. Bekir ağa gazablı:
- Bre sefih oğlan!. Baban öldüğünde ben sana bunca nasihat eyledim, kulağına girmedi mi.. Dur şimdi ben de sana bir cefa edeyim ki, gör!.. dedi
Diyerek ve Ortasının (taburunun) aşçısını çağırttı:
- Al şunu mutfağa götür.. soy.. en küçük kabahatine göz yumma yoktur, yatır falakaya iti!.. dedi.
Dedi. Yusuf Ağayı mutfağa götürüp soydular. Bir mavi şalvar, bir kez mintan, üstüne çaprast camedan giydirip beline beyaz sakız kuşağı sardılar, başına da ağabani sarılı bir fes külâh geçirip bir dilber karakollukcu yaptılar. Bekir Ağanın hizmetinde uşağı oldu. Odabaşı camie gitse ardınca varır, pabucunu kaldırır, çıkarken ayağına pabuç çevirir, kışlada dahi çubuğunu, kahvesini getirir, hamama vardıkta bohçasını taşır, ağasına kese vurup, sabun sürüp delliklik dellâklık eder, gece dahi döşeğini kapı yanına serip odasında yatar, gözlerini hizmetten açamayıp cefa çekerdi.
İstanbulun kart yosması Silahşor kızı Rabia Hanıma Hacı Dursunun oğlu Yusuf Ağadan bahsettikleri ve “nigar ile saydi mümkün hava ve hevesinde kumrui âvâredir” dedikleri zaman güzel çocuk Yazıcıoğlu ile hempâsının ağında meyhane meyhane ve hamam hamam dolaşır mirasyedi idi. Hanım bir türlü yolunu çevirememişti; “oğlan müflis olmuştur, yeniçeri ocağına yalın ayaklı, mavi şalvarlı ve bez mintanlı karakollukcu yazılmıştır” haberi gelince Rabia Hanım safasından gül gibi açıldı: “İşte şimdi oğlanı yalıya atmak kolaydır!” dedi.
Bir gün Bekir Odabaşı Divânı Hümâyuna bir vazife ile çağırıldı. Dilber Karakollukcu Yusuf da fırsatı ganimet bilip Sultan Beyazide doğru gezip dolaşayım dedi. Şehzade Camii karşısındaki kışladan çıkıp Veznecilere geldiğinde altın yaldızlı ve perdeleri al atlastan bir araba gördü. Arabada bir hanım oturmuş, karşısında peripeyker bir cariye yelpaze sallar idi. Yusuf Ağa bu cariyeye bir görüşte can ve gönülden âşık oldu. Hanım dahi dilber karakollukçuyu gördükte “tamam, Yusuf Ağa işte güzellik şahıdır” dedi ve hemen araba yanınca yürüyen uşazına bir kese altın verdi, evvelden tenbihli olan uşağı delikanlıya gönderdi. Uşak:
- Şehbazım, ismi şerifin nedir?.. diye sordu.
Diye sordu. Oğlan:
- Yusuftur!.
Diyince uşak:
- Şehbazım.. Araba içindeki hanım sana aşık oldu, işte şu bir kese altını sana gönderdi ve selam eyledi ve çarşıdan âlâ esvap alıp perşembe günü yalıya teşrif eylesinler, iyşü işret ve zevki muhabbet edelim, diye davet eyledi..
Dedi. Yusuf ağa ki, kese ile altına hasret çekerdi, aldı:
- Geleyim ama yalı kandedir?. diye sordu.
- Biz kayıkçılara sipariş ederiz, siz hemen Bahçekapısı iskelesine teşrif edin, kayıkçılar sizi yalıya getirirler..
- Başüstüne, hanımın eteklerinden öperim, ben dahi gelirim..
Yusuf Ağa hemen kışlaya döndü, evvelâ bir altın aşçıya verip Bekir Ağa nezdinde izin için şefaat rica etti. Odabaşı divandan döndüğünde de onun ayaklarına kapanıp izin istedi, aşçı da şefaat etti:
- Sultanım çocuk pek bunaldı, lütfeyle iki üç gün izin ver.. dedi.
Dedi. Ağadan izin kopardıkta Yusuf soluğu çarşıda aldı. Bir kat âlâ esvap tedarik edip konağa gitti. Biçare validesi Yusuf Ağanın ahvaline kan ağlar idi. Onu mavi şalvarlı, yalın ayaklı karakollukcu görünce gözleri yaşına yol verdi:
- Ah evladım.. Altınlarını o haşarata kaptırmasa idin bu hale düşer miydin?. dedikte oğlan:
- Valide.. Altın kaptırdım ama şimdi aklım başımdadır.. dün bana bir hanım âşık oldu, bir kese altın verip yalıya davet eyledi, lâkin bir cariyesi var, ben dahi onu sevdim, yarın yalıya giderim, külhaniler benim altınlarımı nasıl çektiler ise ben dahi hanımın altınlarını çekerim ve hem de cariyesi ile gönül eylerim..
Dedi. Kadıncağız:
- Aman oğlum, senin başına bir kaza gelir, nuri aynim, vazgeç bu maceradan..
Dedi ise de fayda vermedi. Ertesi gün ki, perşembe idi, Yusuf Ağa Bahçekapısı iskelesine indi. Yanına bir kayıkçı gelip:
- Efendim nevcivanım ismi şerifiniz nedir?
Diye sordu: delikanlı:
- Yusuftur!.
Dedikte, kayıkçı:
- Maşallah efendim, ben dahi sizi bekler idim, buyurun yalıya gidelim!.. dedi.
Güzeller şahı Yusuf Ağayı Bahçekapısı iskelesinden bir üç çifteye bindirdiler. Kayık Boğaziçine doğru revan oldukta delikanlı kayıkçılar ile muhabbet eyleyip ağızlarından hanım için bir şeyler kapayım dedi:
- Bre hamlacı yiğitler gideceğimiz o yalı kaudedir?
- İstinyede şahım...
- Kimin yalısı derler?.
- Silâhşor kızı Rabia Hatun yalısıdır...
- Bre yiğitler o hanımın eri yok mudur?..
- Yoktur şahım.. Cümle nevcivanlar ve şehbaz ve şehlevend yiğitler o hanımın eridir...
- Görürüm ki, sizler dahi eli ve ayağı düzgün, kaş ve gözü yerinde tüvâna yiğitlersiniz, ya sizlere ne için iltifat eylemez...
- Bize dahi iltifat eyler, emir eyledikte hizmetinde oluruz...
- Ya ben şimdi muhabbette rakip değil miyim ki, beni o hanıma götürürsünüz...
- Yok, bizler hanımımızın emir kullarıyız.. Ve sen şahımız gibi çok civanlar alıp götürmüşüzdür...
- Ya o civanlar ne olmuşlardır?..
- Edebin muhafaza eden, yalıda olan cariyelere bakmayan kese kese altın alıp kuşça canı ile azad olmuştur..
- Azad olmayan ne olur?
- Bilemeyiz.. Ama sen güzeller şahımıza cariyelere nazar etmemek için nasihat ederiz.. Hemen hanımı hoşnud ile, altınları al, gayri yerlerde safa sür şahım..
- Ya bir cariye peri peyker vardır, onun ismi nedir?..
- Ona Letâif derler. Hanımın hazinedarıdır..
- Ya Letâife nazar etmemek elde midir?
- O zaman sana acırız. İstersen seni şimdi azad edelim, hanıma Yusuf Ağa gelmedi diyelim...
- Yok.. Yalıya gideriz.
- Gidelim şahım .
- Bre şehbazlar, beni götürdüğünüz o hanım kaç yaşındadır....
- Üç yirmisinden artuktur...
- Böyledir de yalıya aldığı nevcivanları ve taze yiğitleri hasnâ ve müstesna cariyelerle tahrik ne maddedir?
- Kendi hüsnünün taze nigârlara galebe ettiği imtihanıdır...
Cariye Letâifin ismi gibi lâtif siması Yusuf Ağanın gözünde idi ve yalıya hanım ile muhabbet ve cünbüşten ziyade altıncıklar hatırı ve nigârı bir kerre daha görmek için giderdi.
Meğer Rabia hanım dahi yalının şahnişin kafesi ardında oturmuş, Yusuf ağayı getirecek kayığı gözler imiş, uzaktan gördükte:
- Güzeller şahım teşrif ediyor!..
Diye pür neşe yerinden fırlamış.. Yusuf ağa rıhtıma çıktığında iki harem ağası koltuklarına girdi. Merdiven başında huri misali iki cariyeye teslim ettiler. Delikanlı cariyelerin yüzlerine bakmadı, divanhanede hanımın huzuruna çıktı, arabada yelpaze sallar iken gördüğü Letâif yine hanımının yanında idi. Yusuf ağa Letâife göz uciyle dahi bakmadı. Hanımın eteğini öpmek için eğildikte hanım izin vermedi, kendisi delikanlıyı gerdanından öptü. Meclis hazırdı, hemen dizdize, gözgöze oturdular, işrete ve sohbete başladılar.
Hanımın emriyle Yusuf ağa külhanilerle olan macerasını nakletti. Mecliste Letâi sakilik ederdi, ama Yusuf ağanın dilber üzüne her baktığında yüreğinden kan giderdi. Letâif de Hacı Dursunun oğluna bir görüşte âşık olmuştu.
Üç yirmisini aşmış olan silahşor kızı Rabia hanım bir yirmisini doldurmamış henüz onyedi yaşındaki Yusuf ağayı o gece âğuşi muhabbetinde yatırdı. Cariye Letâif ise tâbesabah uyumadı, gözlerinden dökülen yaşlar Nil ve Fıratı andırdı.
Cuma günü akşamı Yusuf ağayı yine kayığa koydular, hanım “nevcivanım seni haftaya beklerim” diyerek oğlana yüz altın ihsan eyledi. Hanesine dönen delikanlı da altınları validesine teslim edip içinden ancak üç beş altın harçlık aldı, yine bir dilber karakullukçu olup kışlaya gitti. Perşembe günü geldikte Bekir Odabaşıdan yine izin aldı ve Bahçekapısında kendisini bekleyen kayık ile İstinyedeki yalıya gitti.
Ama bu sefer yalıya gittiğinde muhabbetin rengi değişti. Letâif sakilik ederken Yusuf ağanın eline bir kâğıt sıkıştırdı. Delikanlı ayak yolunu bahane edip kâğıdı okudu, kız, “aşkınla yanar kül olurum, bu gece acuzeyi uyuttuktan sonra seni odamda beklerim, sofaya çıktığında tam karşıdaki kapıdır, asla endişe eyleme, karının uykusu derindir, ayağından sürüsen duymaz.”
Diye yazmış. O gece Yusuf ağa hanım ile kuştüyü döşekte yatıp Rabia hanım uyuduğundan Letâifin adasına geçti ve bir saat ta onunla muhabbet ederek murada erdiler; delikanlı: “Bundan sonra bir eyyam böyle buluşalım, ben hanımdan bir kaç bin altın alayım, dünyalığımız tamam oldukta bana kaçarsın, helâlinden karım olursun” dedi.
Sabah oldukta Rabia hanım işin farkında olmadı.. Akşam üzeri Yusuf ağaya iki yüz altın ihsan eyledi. Üçüncü hafta ki, Yusuf ağa henüz gelmemişti. Letâif ise gül gibi açılmış mâşukunun geleceği neşesi içinde idi, hanım kızın bu halinden şüphelendi. Demirhan isminde ki cariyesine:
- Benim bir maddeden şüphem vardır, Yusuf şahım soyunduğu zaman esvaplarını bohçasiyle götür, ceplerinde evrak namına ne bulur isen al, oğlanı azad edip yolladığımda bana ver..
Diye tenbih etti. Yusuf ağa geldi, yine aynı uslup ile işret ve cünbüşler oldu. Oğlan hanımı uyutup Letâifin odasına geçti, sabah yine hanım koynundan kalktı, akşamüzeri de ihsanı üçyüz altın olarak aldı gitti. Ama Yusuf ağa gider gitmez de yalıda kıyamet koptu.. Meğer toy oğlan Letâifin yazıp verdiği kâğıdı gaflet edip imha etmemiş, cebinde unutmuş, hanımın eline geçti. Rabia hanım:
- Vay nankör, alçak kahbe, benim mâşukama göz koymuş!..
Diyerek üzerine çullanıp evvelâ kendi eliyle kızın saçını başını yoldu, sonra zebani gibi harem ağalarına verip çırıl çıplak soydurdu, ölünceye kadar kırbaçlattı; cariyenin körpe vücudü oluk oluk açılan yaralarla kan içinde kalındı. Ağalar “öldü!” diye bıraktıklarında:
- Bir yatak çarşafına sarın, kahbenin cesedini kayıkçılar götürüp Rumeli Kavağında kayalara atsınlar... Orada kurtlar, kuşlar, paralasın..
Dedi.
Kayıkçılar gece olunca Letâifi Boğaz ağzındaki ıssız kayalara götürdüler. Ama gördüler ki, cariye ölmemiştir, cani ramak halinde bakidir, “günah bizden gitsin” diyerek yanına bir desti su bıraktılar.
Dördüncü hafta yalıya gelirken Yusuf ağa kayıkçılarla mutadı üzere sohbet ederdi; hamlacılar Letâifin macerasını oğlana naklettiler. Delikanlı divaneye döndü, yalıya çıktğında ne yapacağını bilmezdi, ama hanıma renk vermemeğe de gayret etti. Yatağa girecekleri zaman:
- Ey benim velinimetim.. Yarınki cuma günü kışlada teftiş vardır, hünkar gelecektir, beni gece yarısı azad eyle gideyim ve hem dahi hizmetim bahşişini akşamdan ihsan eyle
Dedi Hanım oğlana bu sefer dörtyüz altın verdi:
- Yusuf şahım emir senin, kayıkçılara tenbih edeyim, seni gece götürürler. Benim uykum derindir, sen giderken uyanmazsam kusura bakma...
Dedi. Kayıkçılara tenbih olundu. Yusuf ağa gece yarısı hanımı uyandırmadan kalktı, kendisini bekleyen kayıkçılara:
- Hanımdan aldığım dörtyüz altın sizindir. Beni evvelâ cariyeyi bıraktığınız kayalara götürün!
Dedi. Kayıkçıların gözü dörtyüz altın ile açıldı:
- Götürelim..
Dediler. Yusuf ağa Letâifi mahud kayalarda diri olarak buldu, yaralı çıplak vücudunu kanlı çarşafa sarmış, bir kovuk bulup içine girmiş, bir haftadır yanındaki bir desti su ile yaşarmış.. Yusuf ağa maşukasını bulunca hemen sırtından saltasını çıkardı, kayığa koydu Hamlacılardan biri şalvarını verdi, kayığı akıntıya kaydırıp şafak sökerken Bahçekapısına geldiler Yusuf ağa hemen bir araba tedarik edip kızı konağına götürdü
Kayıkçılar ki, dörtyüz altın almışlardı, hele biz de bir meyhaneye girelim dediler. Bir iki üç beş derken sarhoş oldular ve akşamı buldular. Yalıda ise kayıkçıların dönmediğini gören hanım meraka düşmüştü, sarhoş döndüklerini haber alınca sorguya çektirdi:
- Meyhane parasını nerden buldunuz?
Diye sordular.
- Niçin verdi?!
Diye sordular.
Biri sustu, biri de itiraf etti, vakayı olduğu gibi anlattı Hanım gazaba geldi. Sarhoş kayıkçıların ikisini de boğdurttu:
- O müflis itin de alacağı olsun!.
Dedi. Beri tarafta Yusuf ağa kışlaya gitmedi, bir hafta Letâifin yaralarını tımar ile uğraştı, ama asıl gönül yaresini timar etti
Beşinci hafta yalıya gitmek üzere Bahçekapısı iskelesine gittiğinde eski kayıkçıları bulamadı Ehremen yüzlü iki laz uşağından biri:
- Buyur şahım, bu hafta seni bizler götürürüz! dedi.
Yolda sohbet kapısını açıp ağızlarını aramak istedi; lazlar ne ki sordu ise cevap vermediler. Yusuf ağanın içine bir korku düştü; sonra içinden “hanım bana âşıktır.. Letâif meselesini öğrenmiş dahi olsa bana gazep etmez” diye düşündü Laz hamlacılar ise delikanlının yüzüne kötü kötü bakarlardı.
Güzel oğlan kayıktan yalının rıhtımına ayak atar atmaz iki harem ağası iki kolunu yakaladı, suratları asık, eski nezaketlerinden eser kalmamış, sürükleyerek, tartaklayarak hanımın huzuruna çıkardılar. Hanım işret sofrasının başına oturmuş, yanına bir yalın ayaklı pırpırı kıyafet balıkçı civanı almış, muhabbet ederdi. Yusuf ağayı görünce kaşlarını çattı:
- Bre nankör it, bre biz oğlan.. Sen kendini bulunmaz kumaş mı sanırsın ki, işte şimdi bu balıkçı güzeli ile safa sürerim.. Bu hazineler bende iken oğlanın elimi oynatsam ellisi, parmağımı oynatsam tellisi benimdir.. Hanım koynunda yattıktan sonra cariye ile oynaşın bana hakaret değil de ya nedir!? Ben bunun altında kalır mıyım!?..
Dedi ve kâhya kadını çağırıp:
- Götürün bu iti mahzene at.. Gece oldukça lazlar oradan kaldırıp kendi meşreplerince diledikleri gibi ihanet edip intikamım alsınlar ve hakkından gelsinler!.
Dedi. Delikanlının ellerini bağladılar, kâhya kadın da önüne katıp mahzene indirdi, orada Yusufun eline bir bıçak ile bir anahtar sıkıştırdı:
- Bu bıçakla iplerini kes, bu anahtarla da şu demir kapıyı açıp sana ihanet edecek laz kayıkçılar gelmeden kaç ki, yeraltı bir yoldur, bir bahçeye çıkar.. Bu yalı bir batakhanedir, şu kadar yıl burada nice taze elvanların, şehbaz yiğitlerin, nice masume cariyelerin kanına girmiştir.. Aman şahım, şehbazım, Letâifi halâs ettiğin gibi beni dahi halâs eyle, var git burada olan ahvali padişaha arzet!..
Dedi. Yusuf ağa kâhya kadının elini öptü ve bağlarını keserek o demir kapıyı açtı. Hakikatte de karşısına bir yeraltı yolu çıktı, o yolda bir hayli yürüdükten sonra bir taş merdivenden bir bahçeye çıktı. Meğer o bahçe devrin padişahı Sultan Muradın nedimi Tıflı Çelebinin bahçesi imiş ve Tıflı Çelebi bazı yâranı ile oturmuş sohbet edermiş.. Bu yeraltı yolundan da Çelebinin haberi yok imiş.. Birden karşılarına dünya güzeli bir delikanlının çıktığını görünce şaşırdı:
- Bre oğlan sen kimsin?..
Diye sordu. Yusuf ağa macerasını babası ölümünden başlayarak anlattı. Tifli Çelebi de hemen at emretti, oğlanı alıp Galataya, oradan da bir kayığa bindirip yalı köşkünde Sultan Murada götürdü. Sultan Murad güzel Yusufun macerasını dinledikte bostancıbaşıya ferman etti. Bostancıbaşı ağa da cellâdbaşı Kara Aliyi ve yüz nefer bostancıyı kayıklara koyup İstinyede Silahşor kızının yalısını bastı. Kara Ali aman vermeyip Rabia hanımı ve hanımın yalıda olan cariye ve köle ve kayıkçı cümle cürüm seriklerini idam eyledi. Sultan Murad yalıyı Yusuf ağaya ihsan etti, dilber Yusuf da Letâifi nikâh ile helâlinden zevce edinip yalıda safayı hatır ile yerleştiler; Yusufun halâskârı kâhya kadın da yine hizmetlerinde oldu. Sultan Murad:
- Bu Yusuf gibi dilber oğlan karakollukcu olmak münasip değildir, müsahip olup bana hizmet etsin!..
Dedi. Yazıcıoğlu ve ayakdaşları külhanileri de toplayıp İstanbuldan sürüldüler.
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Tür
Belge
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Madde Başlığı
Kod
H2A032
Tema
Kişi
Konular
Hacıdursunoğlu Yusuf hikâyesi, Hacıdursunoğlu Yusuf story, Meddah hikâyesi, Meddah story, Murad IV (Sultan), İstinye, Rabia Hanım (Silahşorkızı), Hacı Dursun, Mirasyedi Yusuf Ağa, Bekir Odabaşı, Yazıcıoğlu Tilki Mustafa, Galata Mevlevihanesi, Galata Mevlevi Dervish Lodge, Hayratyıkan, Burnaz Hasan, Divân-ı Hümâyûn, Şehzade Camii, Şehzade Mosque, Vezneciler, Bahçekapısı İskelesi, Bahçekapısı Pier, Rumelikavağı, Murad I (Sultan), Tıflı Çelebi, Galata, Ali (Kara), Kara Ali
Tür
Belge
Biçim
Baskı, Daktilo yazısı, El yazısı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Tanım
14 Aralık-21 Aralık 1957 tarihleri arasında Hergün gazetesinde yayımlanmış Reşad Ekrem Koçu tarafından yazılmış "Meddah Hikayeleri" başlıklı yazı dizisinden kesilmiş kupürler belgeye yapıştırılmıştır.
Not
Kâğıt üzerine daktilo. Kupürler yapıştırılmış, düzeltmeler tükenmez kalemle yazılmıştır.
Bibliyografya Notu
Reşad Ekrem Koçu, "Meddah Hikayeleri"
Provenans
İstanbul Ansiklopedisi Arşivi, Kadir Has Üniversitesi ve Salt iş birliğiyle erişime açılmıştır.
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Tür
Belge
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.