Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
ABDİ, ABDÜRREZZAK
Türk tulûat tiyatrosunun büyük komiklerinden, geçen asrın son rub’unda İstanbul halkını kendisine coşkun bir sevgi ile bağlıyan, büyük san’atkâr; şöhretinin en parlak devrini 1875 ile 1895 arasında yaşamıştır. 1835 e doğru yoksul bir ailenin oğlu olarak İstanbulda doğdu; çocukluğunun mahrumiyet içinde, esnaf çıraklığı ederek geçtiği, on beş on altı yaşlarında iken Şehzadebaşında bir bıçakçının yanında çalıştığı söylenir. Evvelâ Aksarayda Taşköprüler civarında Çiftemahallebiciler karşısındaki kahvehaneden bozma tiyatroda görünmüştür; devrin gazetelerinden Sabah’da çıkan bir ilânda burası zikredildikten sonra; “Abdi Ağa, incesaz ve rakıs Haçik ve refiki Elmas ile icrayı lûbiyat eyliyeceğinden, teşrife rağbet buyuranların memnun olacağı” yazılıdır. Sonra Galatada Amerika tiyatrosu sahnesine çıkmıştır. Nihayet Şehzadebaşında Direklerarasındaki tiyatrosunu, “Handehanei Osmanî” yi kurmuştur. (B. : Handehanei Osmanî).
Uzun boylu, pehlivan yapılı, güzel adamdı; ölinciye kadar değiştirmediği şehir kılık ve kıyafeti şu olmuştu: Başında fes üzerine abanî sarık, belinde şal kuşak, sırtında haydarî, kış ise kürk, ayağında elifî şalvar, kaloş kundura. Ahmed Rasim bu meşhur komiğin sahne tuvaletini şöyle tasvir eder:
Başında uzun, kalıpsız bir fes; sırtında bir caket, bir pardesü bozması, bazan...
⇓ Read more...
Türk tulûat tiyatrosunun büyük komiklerinden, geçen asrın son rub’unda İstanbul halkını kendisine coşkun bir sevgi ile bağlıyan, büyük san’atkâr; şöhretinin en parlak devrini 1875 ile 1895 arasında yaşamıştır. 1835 e doğru yoksul bir ailenin oğlu olarak İstanbulda doğdu; çocukluğunun mahrumiyet içinde, esnaf çıraklığı ederek geçtiği, on beş on altı yaşlarında iken Şehzadebaşında bir bıçakçının yanında çalıştığı söylenir. Evvelâ Aksarayda Taşköprüler civarında Çiftemahallebiciler karşısındaki kahvehaneden bozma tiyatroda görünmüştür; devrin gazetelerinden Sabah’da çıkan bir ilânda burası zikredildikten sonra; “Abdi Ağa, incesaz ve rakıs Haçik ve refiki Elmas ile icrayı lûbiyat eyliyeceğinden, teşrife rağbet buyuranların memnun olacağı” yazılıdır. Sonra Galatada Amerika tiyatrosu sahnesine çıkmıştır. Nihayet Şehzadebaşında Direklerarasındaki tiyatrosunu, “Handehanei Osmanî” yi kurmuştur. (B. : Handehanei Osmanî).
Uzun boylu, pehlivan yapılı, güzel adamdı; ölinciye kadar değiştirmediği şehir kılık ve kıyafeti şu olmuştu: Başında fes üzerine abanî sarık, belinde şal kuşak, sırtında haydarî, kış ise kürk, ayağında elifî şalvar, kaloş kundura. Ahmed Rasim bu meşhur komiğin sahne tuvaletini şöyle tasvir eder:
Başında uzun, kalıpsız bir fes; sırtında bir caket, bir pardesü bozması, bazan kolları kopuk haydarî tkalidi bir sako, belinde şal kuşak, bacağında sıkma dizlik, yarım şalvara benziyen paçası bol üst tarafı dar bir pantalon, ayağında potin veya yarım kundura; “Bu iri yarı gövdeden asla umulmayan çevikliği, elâstikiyeti, göbek oynatıp atışları, kıç ve omuz titretişleri, endamını küçültüp birdenbire büyütüşleri, boyalı yüzündeki ihtihzazâtı mudhikesi, sürmeli gözlerindeki enzarı handâ handi ile böyle bir kıyafete calî olduğu kadar sun’î bir şahsiyet veriyordu.”
Yine Ahmet Rasimin Malûmatta yazdığı şehir mektuplarından bir tanesi, büyük komiğin portresi bakımından çok kıymetlidir:
“Bizim tiyatrocu Abdi hakikaten tuhaftır. Hele saraka etmek hususunda gösterdiği etvarı abdiyâne taklit kabul etmez. Kel Hasan ile aralarındaki farkı tayin etmek istiyen şuarayi zamaneden birine:
Hasanın pek güzel değil oyunu
Abdinindir ben anı neyleyim.
dedirtmişti. Şehir uşağı, oldukça kurnaz; ustura gibi kayış tutar, dilbaz, şakrak olduğundan başka yüzündeki garabeti mudhikeyi tâ göbeğine kadar indirmiş. Endamı iri, beyni soytarı, diheni tenk, hâyide edası maskara, gözleri kapkara, kellesi kudretten matruş, oldukça mahalle terbiyesi görmüş, zuhurî artığı, ortaoyunu kırıntısı, Hamdi müstahliki, kendi tuhaflığına kendi güler, fakat oldukça dilber, âdeta kırma, Boyabâd servisi, çınar irisi, yarma, dalbudak, kestane suyunda haşlanmış ıstakoz enseli, eski hovarda, olanı biteni çakar; hoşmeşrep, vakte zamane göre hikâye düşürür, fıkra söyler; cinas ve mazmûna can atar, bâhusus mürtecil.. Hele hele söyleyiyim mi, söylemiyeyim mi?. Haydi imdilik dursun, haline göre kabadayı, bir adı Memiş, bir adı Maçola, bir adı Baba, bir adı Kelebek, bir adı İbiş, bir adı Gamsız, ne olursa eyvallaha kail böyle bir merdi kâmildir. Fakat nedense benden perisi hazetmiyor. Bir zaman sevişirdik ama şimdiler konuşmuyor, dargın, kırgın, rencidedil, o yosma çehresi asık, o güzel gözleri nigâhı mürde gibi süzgün, yüreği üzgün, takılıyor, harf atıyor, hattâ evvelki gün Göksuda kendisine iltifat eden birine beni göstererek: Şehir mektupçusu var, yazar! diye serzeniş etti. Sade bu kararla kalsa iyi! Bahsi uzattı. Ne zararı var, yine bizim Abdimizdir. Elbette yine bir ziyafet gelir, bir faka uğrar. Ah.. Olmalıydınız da görmeliydiniz!. Senin şehir mektuplarını. . . . larım diyor. Ben onun için katı bir şey yazmadım ki. Bizim mektuplar kaşağı değil ki cilde sürünsün, çıngırak değil ki boyuna takılsın, boru değil ki ötsün, duman değil gözlerini bürüsün. Bizimkiler âdeta bir tütsü. Tesir etmezse diğer nüshasını yazarız. O da fayda vermezse büyüsünü çözeriz. Baktık ki yine hastalık devam ediyor, bildiğimizi söyleriz, kayda, sicile müracaat ederiz. O istediği kadar sulansın, utansın, utanmasın, ağır ağır, perde perde, fasıl fasıl, kanto, komedi, dram anlatırız. Bütün tuhaflıklarını ayrı ayrı şerhederek bu müdhikin ne yaman bir bediayı nâdire olduğunu izaha çalışırız. Ama yine biz darılmayız, yine gider kendini seyrederiz. Varsın hiddet etsin. Hakkı da var, safi sinirdir. Siz onun löp löp olduğuna bakmayın, çabuk zayıflar. Daracık sahnelerde sıçraya sıçraya bu hale geldi, evvelden gürbüz delikanlıydı, saçı sakalı oyunlarda ağardı. Ah, o Malûmat gazetesi, ortaoyununu haram etti. Elbette o da buna bir oyun edecektir. Mamada sahneye tıktılar, şimdi insaf edin, Abdi kızmasın mı? İçip içip sızmasın mı?. Beni görünce bağırıp çağırmasın mı? Benden ona ruhsat, ne yaparsa yapsın.
Güzel ne ederse gönül çeker!
“Aman ne kadar tuhaf.. Dün yine Değirmenci namında şarkılı bir komedya oynuyordu. Hasbanın don ile arzı endam edişi neler hatıra getirdi! İnsan gülmeden çatlıyacaktı. Kalabalık mı, kalabalık!. Sıcak mı, sıcak!. Göksu Mama gibi açık değil ki, terden, kahkahalardan oturulmuyor!.
“Hiç dikkat buyruldu mu?. Abdi komedyalarında ilâçdan bahsedildikçe ağzına tavuk göğsü, gırtlağına ekmek kadaifi, göğsüne mahallebi, midesine baklava, hançeresine sütlaç gibi şeyler sararım diye bizi tatlı tatlı güldürür. Galiba dün acı bir şey yemiş ki, bizi görür görmez mülâhazayı bırakarak saldırdı. Neler, neler... O dana kapaması biçimli çehresiyle, o ahû gözleriyle, o ceylân bakışiyle, o tosun edasiyle güzel güzel, tuhaf tuhaf, lâtif lâtif kinayeler attı.. Söz söylemeğe kıyılmaz ki, mukabele edilsin efendim! O ne sözler, o ne buluş, o ne nekrelik.. Hak vergisi vesselâm. Zannederim ki artık barışırız, bana sarmaz, bana darılmaz. Derede tepede yine buluşuruz, sohbet eteriz..”
Abdi hakkında kıymetli bir vesika teşkil eden yukarıdaki satırlardan, büyük komik ile büyük muharririn arasında, Rasimin ortaoyunları aleyhinde yazdığı ağır bir makale yüzünden bir ara bir kırgınlık olduğu öğreniliyor. Ahmet Rasimin Abdi için yazdığı lâtife yollu bir gazel de yine o sıralarda şehir mektuplarının birinde neşredilmiştir:
Giriniz Abdi ile bendenizin âresine
Bakınız derdimizin yalvarırız çâresine
O benim şiveme, etvarı makalâtıma denk
Ben onun ah ederim gözlerinin kaaresine.
Yine mahzunü mükedder, yine mehcuru neşat
Kim ilişmiş acaba ol ciğerim pâresine
Bana kızmış da o nazlı gidip ağyara demiş
Gözünün yaşlarıdır gayrı devâ yâresine.
Bu kadar cevrü cefâ, nâzü edâ lâyık mı,
Böyle mi rahmedecek âşıkı âvâresine
Kuşdili, Göksu, Mama hepsi irak oldu bana,
Koca dünyayı haram etti bu gamhâresine.
Bakmasun söyleyiniz el sözüne nâdim olur,
Değişirse yanılır arslanı kır fâresine..
Abdürrezzak, yazın Kuşdili, Göksu ve Mamanın salaş tiyatrolarını dolaşırdı; bu bakımdan “Handehânei Osmanî” bir yer adı değil, bu namlı komiğin kumpanyasının adıdır. O zamanlar donanma denilen padişahın doğum ve cülûsu yıldönümü şenliklerinde, bayramlarda, Ramazan gecelerinde Handehânei Osmanî, İstanbulluların gidilmesi şart bir neş’e ve şataret kaynağı bilinirdi. Hıdırellezdeki Kâğıthane safalarında da Abdürrezzak Efendi bir sandala biner, dereyi dolduran mahşeri kalabalığın arasına girer, kendisinin mevsimlik canlı reklâmını yapardı. Muallim Naci, Hıdırellezde Kâğıthaneyi tasvir eden bir İstanbul mektubunda:
“Sünnet Köprüsünün beri tarafında bulunan vapur iskelesi önü kayıklarla, sandallarla o kadar dolmuştu ki, oraya bunlardan cesîm bir köprü kurulmuş zannolunurdu. Kayık ve sandalların içinde bulunan erbabı tenezzüh bir derecede kahkahalar atmakta idiler ki, bunların gürültüsünden kayıkçıların, sandalcıların arkası kesilmiyen çarpışmalar yüzünden çıkan çekişmelerini işitmek kabil olmuyordu. Bu kalabalığın hikmeti varmış: Köprünün altına doğru gidilince kahkahanın menbaı orada bulunduğu ve berideki gülüşmelerin, bunun dağılan dalgaları olduğu anlaşıldı. Köprünün gölgesine sığınmış bir kayık, kayığın içinde lâtifeci, ateşin yüzlü bir adam. Başında koca bir fes, fesinin tepesinde ufacık bir püskül, püskülün üzerinde mavi bir nazar boncuğu, kendisi muttasıl söyleyip gülüyor, halkı da güldürüyor. Bu manzarayı görenlerin Sadâbada kahkahalar bahçesi diyecekleri gelmiştir. Meğer bu zat meşhur Abdürrezzakı şîrin mezzak imiş!..”
Abdürrezzakın bir zengin gelir kaynağı da, kibar ve ricalin düğün ve sünnet cemiyetleri idi; “Abdürrezzak da gelecekmiş!.” sözü, mahalle ve semtin ağzında haftalarca evvelinden dolaşırdı. Büyük komik, yalı ve konakların kapısından bütün vakar ve ciddiyeti ile girer, hürmetle karşılanır, kılık ve kıyafetini değiştirip makyajını yaptıktan sonradır ki ortalığı kahkahalarla katıltan adam olurdu.
Abdürrezzak, 1895 - 1896 yılları içinde saraya alındı. Saray tiyatrosunun “alaturka kısmı” mızıkai hümayun kadrosuna dahildi, kendisine mülâzimisânilik rütbesi verildi; mızıkai hümayun üniforması giymek mecburiyeti, san’atkârı yıllarca azap içinde kıvrandıran bir şey olmuştu. Ali Süha Delibaşı, Ulus gazetesinde tiyatro tarihimiz üzerine yazdığı makalelerinden birinde saraya alınma vak’asını şöyle tesbit etmişti: “Meşhur Coquelin’lerden birisi — büyüğü mü, küçüğü mü orası belli değil — bir turne sırasında İstanbula geliyor, halktan çok rağbet görüyor. Zamanın Fransız sefirinin delâletiyle sarayda da oyun veriyor. Fransız sefirine, türklerin de Abdi adında bir Coquelin’leri bulunduğu söyleniyor; Ramazan ayı imiş, sefir merak ediyor, bir gece yanına zevcesini, tercümanını alıp Şehzadebaşındaki tiyatrosunda Abdiyi seyrediyor. O geceki oyun “Bir anda üç meserret” imiş. Sefir Abdiiy çok beğenmiş, bir yolunu bulup padişaha ondan bahsetmiş, Abdi de derhal saraya alınmış.”
Abdürrezzak sahneden çekilince kumpanyasını dağıtmadı, sadece reklâm ve ilânların üzerindeki adı kalktı, Handehânei Osmanînin başına arkadaşı Küçük İsmaili geçirdi. On iki yıl, o sahnesine, İstanbul halkıda büyük komiğine hasret çekti. İkinci Abdülhamidin san’atkâra karşı cömert efendi olduğu söylenir; şöyle bir fırka da vardır:
Padişah bir gece Abdinin oyunundan pek hoşlanmış, “ihsanı şahane” olarak bir tabağa gümüş mecidiye doldurarak göndermiş, Abdi:
— Ben zerdesiz pilâvı sevmem!.
Demiş, padişaha nakletmişler, kendisine bir tabak da altın gönderilmiş..
Garip tesadiftir, Abdülhamidin Abdiye kızması da yine para üzerine savrulmuş bir nüktedir:
Bir oyunda uşak olan Abdi, efendisinin çizmesini çekiyormuş, çizme de bir türlü çıkmıyormuş, dudağına gelen nükte, san’atkâra padişah huzurunda oynadığını unutturmuş:
— Bu nasıl çizme.. Memur maaşları gibi bir türlü çıkmıyor!.
Deyivermiş!..
Rivayet edilir ki, Abdülhamit Maliye Nazırına derhal emir vererek ertesi gün memurlara birer maaş dağıttırmış, fakat Abdürrezzakı da bir daha saray sahnesine çıkartmamıştır. Üç yıl ömrünün en sıkıntılı devrini yaşamış olan Abdi Meşrutiyetin ilânı üzerine, en geniş mânada hürriyetine kavuşan bir vatandaş olmuştu; abani sarığı ile şal kuşağını sarmış, tiyatrosunun kapısı önündeki rengârenk ilânlara adı yazılmış, halk sahnesine çıkmıştı.
Devrin en çok satılan mizah gazetesi “Karagöz” onun bu dönüşünü İstanbul halkına, çok şirin bir resmini koyarak 17 Mayıs 1909 (Rumi 4 Mayıs 1325) tarih ve 84 numaralı nüshasında haber vermiştir:
“Bir zaman zor ile ortadan çekilen Abdimiz kendini meydana atmak üzere olmakla çoktanberi gözlerde tüten ve uhdûke ahlâk, yakında bâ kemali kelle ve kulak orta oyunu icrasına başlıyacakmış..
Karagöz — İlk müşterisi benim.. Hem de inat için Küçük İsmailin tâ karşısına geçip oturacağım...”
Abdürrezzak sahne hayatının bu ikinci devrinde ilk oyununu 27 Haziran 1909 Pazar günü Yoğurtçu çayırındaki tiyatroda oynamıştı; ertesi gün çıkan Karagöz gazetesinde Çapaçul imzasiyle şöyle bir bend vardır: Abdi ilk defa olarak sahneye çıkacakmış.. İşitilir de hiç durulur mu?.. On iki senedenberi müştakı didarı olduğum o koca gövdeyi görmek için Yoğurtçu çayırına değil, dünyanın en dik bayırına bile tırmanırım.. Bir kalabalık, bir kalabalık ki mâhaşerallah...” Bu gazetenin aynı nüshasında Abdinin bir de ilânı vardır: “Yarın Göztepede Mamada Abdürrezzak Efendi tiyatro lûbiyatı icra edecektir.”
Meşrutiyet devrinin poletika gürültüleri, zincirleme girişilen İtalya, Balkan ve birinci Cihan Harpleri İstanbul halkında ağız tadı, neş’e, şataret, zevkü safa arzuları bırakmamıştı; büyük komik de bu insanlardan biriydi; ihtiyarlamıştı da, ne eski coşkun rağbeti buldu, ne de eski “Abdürrezzakı şîrin mezzak” olabildi. Sahneye sadece geçim kaygusiyle çıktı, hattâ bir ara da başka sahalarda çalışmayı düşündü, Kadıköyünde Altıyolağzında bir mahallebici dükkânı açtı, fakat işletemedi. Son oturduğu ev de Altıyolağzında idi. Bir üreminin kendisini ölüm döşeğine yatırdığı zamana, ölümünden bir, bir buçuk ay evveline gelinceye kadar oynadı; Türkiyeye sıçramak üzere bulunan Cihan Harbi ateşini endişe ile takip eden İstanbul halkını semt semt dolaşarak azıcık neş’elendirmeğe çalıştı, 1914 Haziranında Üsküdar İcadiye tepesinde “Kanlı İntikam” ı oynadı; Temmuz başlarında Kel Hasan, Aleksan ve Şahinyan ile beraber Şehzaedbaşındaki Şark tiyatrosunda “Tayyar zade”ye çıktı; ve bu ayın sonlarına doğru da hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde, Altıyolağzındaki evinin penceresinden gelip geçenlerle şakalaşmağa çalıştığı söylenir.
Büyük komik Abdürrezzak Efendi, İstanbul tarihinin eşsiz bir şenlik gününde, kapitülâsiyonların kaldırıldığının ilân edildiği gün öldü; öyle ki, Sabah gazetesi, çılgın bir neş’e içinde ayaklanmış olan İstanbul halkına bu acı haberi verebilmek için, dört büyük sayfasından, ancak dördüncü sayfasının son sütunun en sonunda bir yer ayırabilmişti; yazı şudur:
Abdürrezzak Efendi’nin vefatı
“Udhuke perdâzı şehîr Abdürrezzak Efendinin vefat ettiği haberi dün matbaamıza vürudedince, bütün hey’etimizi ağlattı. Halü şaniyle, ef’alü akvaliyle tam Osmanlı, cidden bir san’atkâr, hayırperver ve cihandîde olan pîri muhteremin ziyaı şüphe yoktur ki kendisini bütün tanıyanları dilhun edecektir. Merhum bir aydanberi esiri firaş bulunuyordu. Nihayet pençei mevte giribanını kaptırarak dün Kadıköyünde hanesinde vicdanı müsterih adamlara mahsus sükûn ve asudegî arasında enfası madûdesini ikmal, emanetini sahibine teslim etti, nâşı gufran nakşı bugün hânesinden kaldırılacak, cenaze namazı bâdeledâ Karacaahmet kabristanına vediai hâki rahmeti rahman kılınacaktır. Rahmetullahi taalâ rahmeten vasiaten”. (30 Ağustos 1330 - 12 Eylûl 1914).
Abdürrezzak sarayda bulunduğu sıralarda bir ara Beylerbeyinde oturmuştu; muhitine kendisini çok sevdirmiş olan san’atkârın teçhizü tekfini ile cenazesinin kaldırılmasını Beylerbeyi Donanma Cemiyeti üzerine aldı. Zevcesi Zeliha Hanımın gazetelerde çıkan bir teşekkür mektubu, tiyatro tarihimizin en parlak şöhretlerinden birinin son hâtırasını teşkil eder.
Ölümünde seksen yaşlarındaydı, meslekdaşları arasında “oyuncu hakkı yemez” denilirdi. Cömert, hayırsever adamdı, bayramlarda mahallesinin yoksul çocuklarını giydirip kuşatır, bilhassa, gelinlik fakir kızları cihazlarını yaptırarak evlendirmekten büyük bir zevk duyardı.
Bibl. : Ahmed Rasim, Muharrir beya; Refik Ahmed, İstanbul Nasil eğlenirdi; Tahsin Paşa, Yıldız hâtıraları; Ahmed Rasim, Şehir mektupları; Muhallim Naci, Mektuplarım.
Abdi Efendi
(Resim: H. Çizer)
Abdinin “Baha“ imzalı karikatürü
Hasekide Güzelsebzeci sokağında Abdinin oturduğu 5 numaralı ev.
(Resim: Nezih)
Theme
Person
Contributor
H. Çizer, Nezih
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Identifier
IAM010047
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
H. Çizer, Nezih
Description
Volume 1, pages 17-20
Note
Image: volume 1, pages 17, 18, 19
See Also Note
B. : Handehanei Osmanî
Bibliography Note
Bibl. : Ahmed Rasim, Muharrir beya; Refik Ahmed, İstanbul Nasil eğlenirdi; Tahsin Paşa, Yıldız hâtıraları; Ahmed Rasim, Şehir mektupları; Muhallim Naci, Mektuplarım.
Theme
Person
Contributor
H. Çizer, Nezih
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.