Maddeler
İstanbul Ansiklopedisi'nin A harfinden Z harfine tüm maddelerini bir arada inceleyin.
Ciltler
1944 ile 1973 yılları arasında A harfinden G harfine kadar yayımlanmış olan ciltlere göz atın.
Arşiv
Reşad Ekrem Koçu'nun, G ve Z harfleri arasındaki maddelerle ilgili çalışmalarını keşfedin.
Keşfet
Temalar veya belge türlerine göre arama yapın; ilk kez erişime açılan arşiv belgeleri arasında gezinin.
FÂTİH SULTAN MEHMED
İkinci Sultan Mehmed, cihan tarihinde hükümdarlık san’atını çok iyi bilmiş sîmâlardan biri, İstanbulu alarak Türk Osmanlı İmparatorluğu yapısının kilid taşını koyan ve yine cihan tarihinde yeni bir çağ açan adam, ordularının başında askerliğin bütün hasletleriyle serdar ve hükûmetinin başında geniş ve ileri görüşü ile pâdişah, “Avnî” mahlası ile onbeşinci asır Türk edebiyatının seçkin bir şâiri; 29/30 mart 1432 de bir pazar gecesi sabaha karşı doğdu; “Gazi Hünkâr” unvânı ile anılan İkinci Sultan Murad ile Sinop hükümdarı İsfendiyar Beyin kızı Hatice Alime Hümâ Hatunun oğludur.
Aşağıdaki satırları R.E. Koçu’nun “Fâtih Sultan Mehmed” isimli eserinden alıyoruz:
“1431 yılı yazında evvelâ güneş tutuldu ve en azametli hâli korku ve dehşet içinde Kostantiniyyeden seyredildi; ortalık öyle zifirî karanlık oldu ki, gün ortasında gök yüzünde yıldızlar göründü.
“Bundan bir ay sonra üç gece arka arkaya fecri şimalî göründü.
“Arkasından pek muhteşem bir kuyruklu yıldız doğdu, kuyruğu doğu ufkunun üstünde, başı gökkubbesine doğru, sabah ezanı vaktinde Konstantiniye ve civarındaki memleketlerin semâsını bir hafta kadar murassâ bir sorguç halinde tezyin etti.
“O yıl ve ertesi yıl, Anadoluda ve Rumelinde doğan çocukların çoğu oğlandı ve koyunlar, keçiler ikiz yavruladılar. İneklerin yavruları hep ...
⇓ Devamını okuyunuz...
İkinci Sultan Mehmed, cihan tarihinde hükümdarlık san’atını çok iyi bilmiş sîmâlardan biri, İstanbulu alarak Türk Osmanlı İmparatorluğu yapısının kilid taşını koyan ve yine cihan tarihinde yeni bir çağ açan adam, ordularının başında askerliğin bütün hasletleriyle serdar ve hükûmetinin başında geniş ve ileri görüşü ile pâdişah, “Avnî” mahlası ile onbeşinci asır Türk edebiyatının seçkin bir şâiri; 29/30 mart 1432 de bir pazar gecesi sabaha karşı doğdu; “Gazi Hünkâr” unvânı ile anılan İkinci Sultan Murad ile Sinop hükümdarı İsfendiyar Beyin kızı Hatice Alime Hümâ Hatunun oğludur.
Aşağıdaki satırları R.E. Koçu’nun “Fâtih Sultan Mehmed” isimli eserinden alıyoruz:
“1431 yılı yazında evvelâ güneş tutuldu ve en azametli hâli korku ve dehşet içinde Kostantiniyyeden seyredildi; ortalık öyle zifirî karanlık oldu ki, gün ortasında gök yüzünde yıldızlar göründü.
“Bundan bir ay sonra üç gece arka arkaya fecri şimalî göründü.
“Arkasından pek muhteşem bir kuyruklu yıldız doğdu, kuyruğu doğu ufkunun üstünde, başı gökkubbesine doğru, sabah ezanı vaktinde Konstantiniye ve civarındaki memleketlerin semâsını bir hafta kadar murassâ bir sorguç halinde tezyin etti.
“O yıl ve ertesi yıl, Anadoluda ve Rumelinde doğan çocukların çoğu oğlandı ve koyunlar, keçiler ikiz yavruladılar. İneklerin yavruları hep dişi oldu ve atların yavruları erkek oldu. Tarlalarda başakların dâneleri iri ve dolgun oldu, bağ ve bağçelerde ağaçlar nakıl gibi meyveyle donandı.
“Hicrî 835 yılı Recebinin 26/27 nci ve milâdî 1432 yılı Martının 29/30 uncu gecesi e bir pazar günün sabah vaktinde, ki güneş Arslan burcundaydı, İkinci Sultan Muradın, Sinop hükümdarı İsfendiyar Bey kızı Hatice Alime Hümâ Hâtundan bir oğlu dünyaya geldi.
“Baba, sabah namazını kılmış, seccadesinde Kur’an okuyordu; Sûre-i Muhammedi bitirmek, sûre-i Fethe başlamak üzere idi, bir oğlu dünyaya geldiği müjdesini verdiler, genç adam, henüz yirmi sekiz yaşında, ikinci oğlunun gelişini gözleri sevinç yaşlariyle dolarak karşıladı:
— Ravzai Muradda bir güli Muhammedî açtı! Dedi.
“Oğ tarihte henüz iki yaşında olan büyük oğlunun adı Alâeddin idi. Recebin on ikinci cuma günü, vüzerânın, ümerânın, ulemânın hazır bulunduğu bir meclisi âlide, iki rekât namaz kıldıktan sonra kollarına verilen kundak içindeki mâsumun kulaklarına, tekbir ve ezanlarla adını üçer kere “Mehmed” diye seslendi ve:
— Bu şehzâde Mehmedimin kudûmü şânına âleme gülâbı meserret saçılsın! Dedi.
“Edirne sarayından Bursaya, Manisaya Amasyaya, Tokada, Anadolunun ve Rumelinin vâlilerine ve sancak beylerine, Rumelideki akıncı serhad beylerine atlı ulaklar gönderildi ve yedi gün yedi gece donanma ve şehrâyin emredildi.
“İstikbâlin İstanbul fâtihi olacak ve bir imparatorluğun temelini atarak cihan tarihinin akışını değiştirecek olan çocuğun beşiği sallanmağa başladığından ilk adımını atmasına, konuşmağa başlamasına, besmeleler ve dualarla hoca önüne diz çöktürülmesine ve nihâyet yine “âleme gülâbı meserret saçılarak” sünnet düğünü mürüvvetine kadar, kendisine mev’ud tahtı tehlikeye düşürecek hâdiselerle dolu on yıl geçecektir. Doğum yılından adım yılına, adım yılından dil yılına, dil yılından okuma yılına ve sünnet yılına basan şehzâde, bu hâdiselerin kendi hayatiyle olan yakın bağını sonra anlayacaktır. Burada çocuğu, gülüp ağladığı, koşup oynadığı mâsum âleminde bırakarak hâdiselerin peşinde dolaşmak gerekir.”
Kendisinden dört yaş kadar büyük olan kardeşi Âlaeddin ile birlikde Semendire Kalesinin fethedildiği yıl, 1439 da sünnet edilmişdi, 7 yaşında idi, onbir yaşlarında olan şehzâde Alâeddin o yıl Amasya vâliliğine tâyin edilmiş, bir müddet sonra da orada vefat edince Şehzâde Mehmed “Veliahd Şehzâde” olmuşdu.
Osmanlı Devletinin o kuruluş çağında Anadoluda ve Rumelinde zincirleme harblerle çok yorulmuş olan Gaazi Hünkâr, 1444 de Macaristan Kıralı Lâdislas ile on sene süreli Segedin Sulh muadehesini imzaladıktan sonra Osmanlı tahtını henüz oniki yaşında bulunan Şehzâde Mehmede terkederek Magnisaya çekildi.
O çağın müverrihi Âşıkpaşazâde Derviş Ahmet Âşıkî çok şirin ifâdesiyl eşöyle anlatıyor:
“Murad Gazi, Halil Paşaya ider:
— Oğlumu tahta geçireyim, pâdişah ideyim. Ben hayli sefer ettim, gazâlar ettim. İmdi benim oğlum dahi benim hayatımda göreyim ne suretle padişah olur... dedi.
Oğullar ataya yürek yağıdır,
Oğulun iyisi gamı dağıtır,
Oğlu kim atanın hemsâzı olsa
Safalı bağı, bostan bağıdır.
Oğlu kim duâ alub makbul ola
Atanın devleti, yüzü akıdır...”
Sadırâzam Çandarlı Halil Paşa Sultan Murad’ın tahtdan çekilmesine tarafdar değildi; bu değişikliği, devlet için olduğu kadar kendisi için de tehlikeli görüyordu. Muhakkak ki oniki yaşında bir çocuğun emir ve irâdesine râm olmak hem güç, hem de ağırdı. Yeni pâdişah ile beraber siyasî nüfuza sâhib olacak yeni simâlar ortaya çıkacakdı. İstikbâlin İstanbul fâtihi olacak bu çocuğun şahsiyeti hakkında konuşmak için zaman erkendir. Hattâ vücud yapısı ve yüzünün şekli, nakşı bile değişme çağındadır; o kadar ki, yaşından umulmayan vekaarına rağmen, askerin dahi gözünü dolduramamışdı.
Bir rivâyet çıktı ki: Aklı fikri zevku safâda, saydü şikârda imiş; hocası Molla Gürânî sopa ile ve güciyle okuturmuş diye; ulu sözü dinlemezmiş dediler.
Ve yine dediler ki, o hallar küçükkendi, geldi geçdi. Türkî, arabî ve fârisî ve hem dahi fernkçe tekellmüm eyler ve gece gündüz ilme meşgul olur.
İkinci Sultan Murad, vezirlerinden İshak Paşa’yı, sohbet ve ülfetlerinden haz ettiği ulemâ ve üdebâdan birkaç kişiyi alarak Menteşe, Saruhan ve Aydın eyâletlerinin geliri ile geçinmek üzere Magnisaya gitti. O asırda Magnisa, taht şehri olan Bursadan sonra Anadolunun en büyük ve mâmur beldesiydi. Ömrünün geri kalan yıllarını orada ibâdetle geçirecekdi. Fakat, çocuk hükümdar pâdişahlığın tadını, baba da inzivânın safâsını gereği gibi alamadılar.
Evvelâ sindirilmiş Karamanoğlu İbrahim Bey başkaldırdı: Macar kralına bir elçi gönderdi, Âşıkpaşazâde ağzı ile yazalım: “Ne durursun, Osmanağa deli oldu, tahtını bir oğlana verdi ki cenk yüzün görmemiş ve at sürmüş değildir; kendi çalıcı avratlarla bağçelerde yeyib içip yürür, fırsat sizin ve hem bizimdir...”
Karamanoğlunun bu teşvikine, Sırp Kralının tahrikleri de eklenince, Macar Kralı Lâdislâs ve tekrar gayrete gelen Papa, süratle yeni bir Haçlı ordusu topladılar; bu Haçlı ordusuna Papanın mümessili olarak iştirâk eden kardinal Çezarini, Macaristanda toplanan harb meclisinde, kralın, Segedin muadehesine sadakat yeminini fethetti; bilâkis böyle bir yemini tutmanın günah olduğunu söyledi. Başlarında Kral Lâdislâs ve Hunyadi Yanuş ve Çezarini bulunan Haçlı ordusu Tunayı geçti, burada Eflâk Beyinin de iltihakı ile, Varnaya doğru ilerlemeye başladı.
Beri tarafta, vezirleri, çocuk pâdişaha, babasını ordunun başına çağırmasını tavsiye ettiler; fakat Sultan Murad, ilk dâveti kabul etmedi. Bunun üzerine oğlunun ağzından şu mealde bir mektub yazıldı ve Sultan Mehmede imzalattırılıp gönderildi: “Eğer sizler pâdişah iseniz, hücumu küffârı def için gelmek vâcibdir ve eğer biz pâdişah isek emrimize itâat etmek sizlere yine vâcibdir, geliniz ve askerinizin başına geçiniz...”
Magnisadan kalkıp Anadolu askeri ile Gelibolu karşısına gelen Sultan Murad, Çanakkale boğazının Papalık donanması tarafından tutulduğunu görünce, Rumeliye, Karadeniz boğazında dedesi Yıldırım Bayazıdın yaptırttığı Güzelce Hisardan (Anadolu Hisarından) geçti. Edirneye geldiğinde, harb meclisinde, tahtında oğlu ile yanyana oturdu.Bu mecliste, çocuk pâdişahın Edirnede kalmasına ve Sultan Muradın ordunun başında düşman karşısına çıkmasına karar verildi. Cebrî bir yürüyüşle şimale doğru çıkan Türk ordusu, Haçlıları Varna sahrasında buldu ve burada, Ortaçağın son büyük kanlı meydan muharebelerinden biri oldu. Günlerce süren bu müthiş muharebenin askerî tafsilâtını vermek, bu eserin mevzuu dışında kalır. İlk ünlerde üstünlük, Haçlılarda oldu. Macar Kralı, İncil üzerine yemin ettiği halde bozduğu Segedin muahedesine, bir mızrak ucuna bağlatmış ve bu mızrağı da ordugâhının en yüksek yerine diktirtmişti. 1444 yılı kasım ayının birinci günü idi, muharebenin en kızıştığı bir anda Macar Kralı Lâdislâs, serâpâ zırha bürünmüş şövalyeleriyle, Sultan Muradın bulunduğu noktaya saldırdı. Yeniçeri safları evvelâ bir dalga halinde yarıldı ve sonra Macarların üzerine kapanıverdi. Hoca Hıdır adında bir yeniçeri bir mızrak darbesi ile Kral Lâdislâs’ı atından yıkmış ve palası ile de başını gövdesinden alıp, yemin bozarak ayak altına aldığı muâhedenin yanında bir mızrak üstüne saplayıp dikmişdi. Macar kıralının başını mızrak üstünde gören haçlı ordusu bozguna uğradı.
Seri kırâlı seri nîzede gören eşrâr
Çekildi dûzaha, herbiri tuttu firâr
Türklerin Varna zeferi Orta Avrupada dehşet uyandırmışdı; Gaazi Hünkâr Edirnede pek parlak karşılandı. Çocuk pâdişah Sultan Mehmed babasının elini öperken, sadırâzam Çandarlı Halil Paşanın tâlimi üzre:
— Hâlen siz hayatda iken bana pâdişahlık yaraşmaz, evvelce emretdiğiniz için kabul etmişdim.. dedi.
Halil Paşa: “Siz tahtı teklif edin, gönlünü alırsınız, atanız yine feragati tercih ederler” demişti.Fakat, çocuk bu sözleri söyler söylemez, Çandarlı ile ağız birliği etmiş olan vezirler ve kumandanlar ve sâir devlet ricâli hemen Sultan Muradın ayaklarına kapandılar:
— Şehzâdenin ricasını red buyurmayın! Diye yalvardılar.
Sultan Murad bir an tereddüt etti ve sonra oğlunun ricasını kabul etti. Tatlılıkla ve sözde kendi arzûsuyla tahttan inen Şehzâde Mehmed, melûl ve mahzun, Magnisa yolunu tuttu.
Bu sefer, yanına muallim ve mürebbî olarak asrın en büyük âlimlerinden ve şâirlerinden Molla Hüsrev Mehmed verilmişti. Sultan Mehmed, yolda kaderini gizleyemedi, Molla Hüsreve; Halil Paşayı kasdederek:
— Şu herif bana ne acep mekreyledi! Diye şikâyet etti.
Molla Hüsrev, şehzâdeyi teselli etti, Mushaftan fal açtı ve pek yakında tekrar tahta çıkacağını tebşir etti.
Cihan bâğında şâdan ol hemîşe
Melûl olma bu birkaç günlük işe
Ki azdır müddeti bu infisâlin
Eyü geldi senin Mushafda fâlin.
Tahtı tereddüd ile kabul eden İkinci Sultan Murad pek az sonra, bütün devlet ricâlini ve bilhassa Halil Paşayı hayrette bırakarak şehzâdeyi geri getirtdi, tekrar tahta oturttu ve kendisi Magnisaya gitti. Sultan Mehmed, yeni hocası ve mürebbîsi Molla Hüsrev’i pek şâhâne ihsanlara garketdi; bundan anlaşılıyordu ki kendisini tahtdan indirenleri de o ölçüde hırpalayacakdı. Fakat, berikiler daha çabuk davrandılar ve beklenmedik bir vak’adan istifâde etmesini pek iyi bildiler; şöyle ki: çocuğun ikinci cülûsunun tezine, bir gece Edirnede büyük bir yangın oldu, şehrin yarısına yakın yeri, bedestenle beraber çarşısı yandı. Bedesten kâhyası ve bedesten tüccarlarından çoğu, içinde hazineler mahvolan bedestenle beraber yandılar.
Yeniçeriler; kışlaların terkedip eveelâ, sevmedikleri Şahabeddin Paşanın konağını yağma ettiler, Paşa saraya kaçtı, sığındı. Baş kaldıran asker, sonra Buçuktepe’de pürsilâh toplandılar; bu vak’a ocakda, mâhud kazanın ilk kaldırılmasıdır. Bu işde, çocuğa gözdağı vermek isteyen vüzerânın parmağı olduğunu da iddia ederler; böyleyse, herhalde tehlikeli bir oyundu. Asker, yevmiyelerine yarım akçe zam yapılarak teskin edildi ise de kışlaya sokulamadı. Şehir halkı umumî bir yağma, ihtilâl, katliâm korkusu içinde yaşarken, Halil ve İshak Paşalar anlaşarak, Sultan Muradı gizlice tekrar tahta dâvet etdiler. Rahat bırakılmayacağını anlayan Sultan Murad, av bahânesiyle Geliboluya geçti, ummadıkları bir anda Buçuktepe’deki askerin önüne çıktı. Varna kahramanının çatılan kaşları, askerin kışlaya girmesi için kâfi geldi; baba oradan, lisan-ı münasiple oğluna bir hattı hümayun gönderdi, kendisine Magnisa Sancağının verildiğini, çocuğun gururunu okşayan, şânına lâyık bir lisanla bildirdi, Sultan Mehmed, Sarıca Paşanın refakatinde tekrar Magnisa yolunu tutdu. Artık, babasının tahtına son ve kat’î olarak oturacağı âne kadar yedi yıl geçecekdi ve bu yedi yılın geçmesi de, genç şehzâdenin fikren teâlisi ve dolayası ile devlet için herhalde hayırlı olacakdı.
Bazı vak’anüvisler bu iki cülûsu birleştirirler, derler ki: Sultan Murad Varna dönüşünde tahta oturmadı; Edirnede bir müddet istirahat edip tekrar Magnisaya çekildi, sonra Buçuktepe vak’ası oldu. Halil Paşa, çocuk pâdişaha babasını dâvet ettirdi ve kendisini tatlılıkla tahtdan indirip Magnisaya, şehzâde sancağına gönderdi. Herhalde şu vezir, çocuk Sultan Mehmede pek acaip mekreyledi ama, devlete hizmet etti; şöyle ki, Macaristanda Kıral nâibi ilân edilmiş olan Hunyadi Yanoş’un Varna hezimeti intikamına hazırlandığı haberi gelmişdi.
Sultan Murad, Türk ordusunun başında evvelâ Mora yarımadasına yürüdü; Şehzâde Mehmed, Magnisadan orduya dâvet edilmişdi. İlk defa harb görecek olan prens, şahsına verilen ehemmiyetten memnun, babasının yanına koşdu; zırhı, miğferi, kılıcı ile küçük cengâver, mevkib-i hümâyûnun hakikaten bir zineti olmuşdu. Bu Mora seferi Sultan Mehmede ilk harb ve askerlik dersi oldu. Fakat asıl büyük harb dersini, 17 yaşında iken, yine babasının yanında, Macarlarla yapılan İkinci Kosova Meydan Muharebesinde gördü, ki bu cenge “Sultan Muradın Gazâi Ekberi” derler.
1449 baharında, Sultan Murad, oğlu şehzâde Mehmedi, Edirnede parlak bir düğün ile evlendirdi, oğluna Elbistan Hükümdârı Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızını aldı. Âşıkpaşazâde şöyle anlatır: “Pâdişah, bir gün veziri Halil Paşaya:
— Halil! Dilerim ki oğlum Sultan Mehmedi everem... Dulkadiroğlun kızın alam dirim, hem Türkmen bizimle doğruluk ider! Der. Paşa da:
— Nola sultanım, lâyıkdır! Diye tasvib eder.”
Amasya âyânı Hıdır Ağanın hâtunu ile Rumeli âyanlarının hatunlarından üç kibar kadın görücü gönderilir. Süleyman Beyin beş kızı vardı, her biri “bir duhteri pâkîze” idi, amma içlerinden bir dânesi hüsn-ü cemâlde cümlesinden bihter” idi. Hıdır Ağanın hanımı, bu güzeller güzelinin elinden tuttu. “Ol arûs-i pürnâmus”u parlak bir alayla Edirneye getirdiler. Bu kızın adı “Mükerreme Hâtun” idi; Şehzâde Mehmedin ilk zevcesi oldu.
Sultan Murad 1451 de Edirnede bir felc darbesi ile öldü. Sultan Mehmed Magnisadan gelinceye kadar ölümü onüç gün gizlendi. Nâşi Bursaya götürülerek taht şehrinde yaptırdığı camiinin yanındaki türbesine defnedildi. Ölümünde 49 yaşında idi; Alâeddin, Mehmed, Büyük Ahmed, Hasan ve Küçük Ahmed isminde beş oğlu olmuşdu. Alâeddin 1441 - 1442 arasında Amasyada öldü. Büyük Ahmedle Hasan da küçücük iken Edirnede öldüler, Tunca kenarında gömüldüler. Küçük Ahmed de, Sultan Mehmedin cülûsunda, meşhur tâbiri ile “izâle” edildi.
Senindir meydan ve eflâk ü âlem
Ki seninçün olubdur hıtta-vü hâk
Gel imdi sen eyâ Sultan Muhammed
İriş meydânına çüst-ü çâlâk...
Sultan Mehmed Osmanlı tahtına kesin olarak çıkdığında 19 yaşında idi. Orta boylu, iri kemikli, koç boyunlu, pençeli; teni beyaz, saçları ve gözleri kara, bakışları temiz ve merdâne, alnı geniş, ağzı büyük ve dudakları etlice, kırmızıydı. Ve doğan burunluydu. Bu iri, kemerli burun, dudağının üstüne bir kartal gagası gibi inmiş, sonsuz bir azmin, iradenin, kudretin, ihtişâmın damgası gibiydi. Tâze yüzünü yeni bırakılmış kara bir sakal ve bir karanfil bıyık süslüyordu.
1453 den, İstanbulun fethinden sonra kendisinin hayrânı ve sâdık bir bendesi olacak ve “Fatih Sultan Mehmed” şânında, Rumca büyük bir vakayinâme kaleme alarak büyük efendisine arz ve takdim edecek olan Kritovulos şunları yazıyor:
“Sultan Mehmedin doğumunda olduğu gibi, tahta çıktığı sıralarda da birçok hârikulâde şeyler zuhur etdi: Hareket-i arz, kaynar sular fışkırması, yıldırımlar, fecr-i şimâlî gibi alâmetler, dünyada büyük değişiklikler, yenilikler olacağını anlatıyordu. Kâhinler, falcılar, evliyâlar, velhâsıl gaaibden haber verenler, istikbalde büyükşeyler olacağını ve genç pâdişahın bahtı açık, muvaffakıyetleri pek azametli ve onun kılıcı ile kâinatda büyük hâdiseler olacağını haber verdiler.
“Sultan Mehmed Han, büyük bri devletin vârisi ve hesapsız bir servetin, silâhın ve askerin sahibi; Asya ve Avrupanın en güzel ve mâmur kısımlarının hâkimi iken elinde toplanan bu kudret ve satvetle iktifa etmedi. Cevvel zekâsı cihanı dolaşırdı. Eski ve yeni ilimlere tam vukufu kendisini fevkalâdeliğe doğru götürmüşdü. Arap ve Acem edebiyatında herkesin teslim etdiği sağlam bilgisi şöyle dursun, Yunan hukemâsının Arap ve Acem lisanlarına tercüme olunmuş eserlerini okumuş, bu felsefe mezheblerinde mütehassıs kimseleri hocalığında istihdam etmişdi. İhmal nedir bilmezdi, maksadlarına dosdoğru koşardı. Satvetde, şecâatde, akıl ve zekâda, eski Yunan ve Roma’nın büyük hükümdarları, cengâverleri yanında küçük kalırlar.”
Magnisada, babasının ölüm haberini alır almaz: “Beni seven arkamdan gelsin!” diyerek atına binmiş ve dolu dizgin yola çıkmışdı. Maalesef adını öğrenemediğimiz bu cins hayvanın, Magnisadan Gelibolu karşısına, yüz yirmi fersahlık uzun bir yolu iki günde aldığı söylenir. Geliboluda, arkada bırakdığı maiyetini beklemek için iki gün kalmış ve babasının ölümünü halka ilân etmişdi; Edirneye hareket ederken, peşine Geliboludan tepeden tırnağa müsellâh binden fazla atlı katılmışdı; civar köylerin ve kasabaların halkı, yeni pâdişahın yolu üzerine dökülmüşdü. Vezirler, beylerbeyiler, sancak beyleri, ulema efendiler, muhtelif tarikat şeyleri, Edirne âyan ve kibarı ve tüccarın ileri gelenleri ve halktan büyük bir kalabalık da Sultan Mehmedi şehirden bir fersah ileride karşılamışdı; pâdişah görününce atlarından inmişler ve şehir kapusuna kadar rikâbında yaya yürümüşlerdi. Şehir kapusunda Sultan Mehmed de atından inmiş, devlet erkânı ve ricâl ve Edirne âyânı, pâdişahın elini öperek, başsağlığı dileği ile hükümdarlığını tebrik ederken, babasının hâtırasına çok bağlı olan genç adam, teessüründen ğalamış, Sultan Mehmedin ağladığı görülünce, Gaazi Sultan Muradın ufûlüne herkes gözyaşı dökmeye başlamış, etrafı pek ulvî bir hüzün dalgası kaplamıştı. Yeni padişah şehre yaya girmiş ve saraya kadar cûş-u hurûş içinde olan şehri yaya geçmişdi. Ertesi gün de mûtad merasimle tahta oturmuşdu. Burada bir fıkra naklolunur:
Sultan Mehmed tahta oturunca, kızlarağası Şahin Ağa ile vezirlerden İbrahim Paşa hemen gelmişler, mûtad olan yerlerinde durmuşlardı. İkinci Muradın en yakın dostu İshak Paşa ile Vezir-i âzam Halil Paşa biraz geride idiler, bu çekingenlikle haklı idiler; Sultan Mehmedi, çocuk iken çıktığı tahtdan iki defa indirmişlerdi, Sultan Mehmedin kendilerini affedeceği şüpheliydi. Sultan Mehmed, sekiz yıl evvel geçeni unutmuş göründü ve kızlarağasına hitÂben:
— Vezirlerim niçin benden bu kadar uzak duruyorlar, Halile söyle, mûtad olan yerinde dursun! İshak Paşaya gelince, Anadolu Beylerbeyisidir, babamın mübarek nâşini Bursaya o götürsün! Dedi.
Her iki vezir de koştular, pâdişahın elini öptüler ve İshak Paşa hemen, Sultan Murad ile Küçük Ahmedin naişlerini yola çıkardı; yolda, misli görülmemiş miktarda sadakalar dağıtarak Bursaya gitti.
O günlerdedir ki Edirneye imparator Konstantinin bir elçisi geldi; vazifesi, cülûs tebriki ile beraber sulhün yenilenmesi idi. Sultan Mehmed, elçiyi iltifat ile karşıladı; imparator ile imparatorun Mora Hükümdârı olan kardeşi Demetriyos’a Sultan Murad tarafından verilmiş sulh sözüne riayet edeceğiin bildirdi; ayrıca, Kostantiniyye’de rehine olarak bulunan şehzade Orhan’ın durumunu da hatırlatdı. Orhan, İkinci Sultan Muradın amcası oğlu, Emîr Süleymanın torunu idi; bu şehzâdenin masrafları karşılığı için senevî üç yüz bin akçe verileceğini vâdetti.
Yine o günlerdedir ki, Edirneye, cülûs tebriki ve sulh muahedeleri tecdidi için diğer komşu ve tâbi hükümdarların elçileri gelmeye başladı: Raguza (Dobrovnik), Eflâk, Cenova, Galata, Sakız, Midilli, Rodos ve Macar elçileri... Hemen hepsi, veregeldikleri senelik vergilerini kendiliklerinden çoğaltıyorlardı. Macar Kral nâibi Hunyadi Yanoş ile de mütareke üç yıl daha uzatıldı; yalnız bir kişi, Karaman oğlu İbrahim Bey, Edirneye elçi göndercek yerde, eski hanedanların vârisleri olduklarını iddia eden üç maceraperesti, yanlarına koştuğu derme çatma askerlerle Germiyan,Aydın ve Menteşe üzerine saldırtdı. Evvelâ Anadolu Beylerbeyisi İshak Paşa, bunların üzirene yürüyerek târümâr etti; sonra Sultan Mehmed sür’atle Bursaya geçdi ve hemen Karaman üzerine yürüdü; fakat, kapularını açan Akşehirde İbrahimin yine aman dileyen bir adamını buldu; bu sefer de, uslu duracağını son teminat olarak genç pâdişaha, kızının dest-i izdivacını teklif ediyordu. Sultan Mehmed, Karamanoğluna aman verdi. Çünkü, ne kadar kısa sürse, kendisini hiç olmazsa o yaz uğraştıracak Karaman seferinde zaman harcamak istemiyordu. Kafasında bir an evvel halletmek istediği bir Konstantiniyye dâvası vardı; Peygamberimiz Efendimize izâfe edilen bir söz, lâcivert üzerine altun ile yazılmış muhteşem bir levha hâlinde gece ve gündüz gözlerinin önündeydi:
Letüftehann-el Konstantıniyye felenî’mel emîrü imîrühâ ve lenî’m-el ceyşü zâlik-el ceyş.
Hazret-i Muhammed: “Konstantıniyye mutlaka fetholunacakdır. Onun fâtihi olan emir in’am ve tevkıre şâyan emîrdir ve askerleri de in’am ve tevkıre şâyan askerdir” demişdi.
Bu emir kendisi olacakdı. Pâdişahlığının ilk yılını, devletin sâbit ordugâhı olan Edirnede geceli gündüzlü İstanbul cenginin hazırlığı ile geçirdi. Otuz yıl sürecek olan şanlı devrini İstanbul’un fethi ile açdı (B.: İstanbulun Muharasası ve Fethi). Burada büyük pâdişâhın otuz yıllık devrinin kronolojisini kaydetmekle yetiniyoruz:
1451 Fatih Sultan Mehmedin cülûsu
1452 İstanbul Boğazı üzerine Rumeli Hisarının yapılması.
1453 6 nisan. İstanbul muhasaranının başlaması.
1453 29 mayıs. İstanbulun fethi.
Mora despotunun arzu ubudiyeti, senelik vergisinin 10.000 dukaya çıkarılması.
Sırp kralının arzı ubudiyeti, senelik 12.000 duka altını vergi taahhüdü.
Sakız Adası cenevizlilerinin arzı ubudiyeti, senelik 6000 duka altını vergi taahhüdü.
Limni cenevizlilerinin azı ubudiyeti, senelik 3000 duka altını vergi taahhüdü.
Trabzon rum imparatorunun arzı ubudiyeti, senelik 2000 duka altını vergi taahhüdü.
Raguza (Dobrovnik) Cumhuriyetinin arzı ubudiyeti, senelik 3000 duka altını vergi taahhüdü.
1454 İstanbulda Bayazıdda Eski Sarayın yapılması.
Arnavudlukda Berat’ın fethi.
Sırbistanda Semendirenin ikinci ve kesin fethi, Sırb kıralının tabiiyet vergisinin 30.000 dukaya çıkarılması
1455 Mora despotunun vergisinin 20.000 dukaya çıkarılması.
Limni cenevizlilerinin vergisinin 4000 dukaya çıkarılması.
1456 Enez ceneviz dukalığının ilhakı, Semadirek ve Taşoz adalarının fethi.
1458 Kıyılarındaki Venedik üsleri hariç, bütün Mora yarımadasının fethi.
1459 İstanbulda Eyyub Camii ve türbesinin inşâsı.
1460 Eflâk Voyvodası Vlad’ın (Kazıklı Voyvoda) tenkili ve bu memleketin Türkiye tâbiiyeti altına girmesi.
1461 Karadeniz kıyısında Amasra’nın cenevizliler elinden fethi.
1462 Trabzon rum imparatorluğunun baştan başa fethi.
Midilli Ceneviz Dukalığının ilhakı.
Anadoluda İsfeindiyaroğulları - Çandaroğulları beyliğinin (Sinop ve havalisi) ilhâkı.
Çanakkale Boğazı kalelerinin inşâsı.
1463 İstanbulda Fâtih Câmii ve külliyesi inşaatının başlaması.
Bosna Krallığının ilhâkı.
Hersek’in Türkiye tâbiiyetine girmesi.
Onaltı yıl sürecek Venedik harbinin başlaması.
1466 Arnavudluğun fethi.
1467 Anadoluda Konyanın ilhâkı.
1469 Yunanda Venedikliler elinden Atina’nın ve Eğriboz Adasının fethi.
Anadoluda Ermenek, Aksaray ve İçelin ilhâkı, Karaman Beyliğine son verilmesi.
1471 Fâtih Câmii ve külliyesi yapılarının tamamlanması.
Anadoluda Alanya Beyliğinin ilhâkı.
1472 Anadoluda Silifke ve etrafının ilhakı.
İstanbulda Çinili Köşkün yapılması,
1473 Anadoluda Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Beye karşı Otlukbeli zaferi.
1474 Kırımda Kafe kalesinin fethi. Kırım Hânlığının Türkiye tâbiiyetini kabulü.
1475 Boğdan seferi.
1476 Belgrad seferi.
1477 Kroya Kalesinin alınması ile Arnavudluk fethinin tamamlanması.
1478 Venedikle sulh. Türk fütuhatı tasdik edilerek Venidikin 100.000 duka harb tazminatı vermesi.
1479 Zante - Kefalonya Dukalığının ilhâkı.
Gürcistan seferi; Turul Beyliğinin ilhâkı.
1480 Herkes Dukalığının ilhâkı.
Gedik Ahmed Paşanın güney İtalya seferi.
Rodos muhasarası.
1481 Fâtih Sultan Mehmedin vefâtı.
Fâtih Sultan Mehmed, asrının en büyük hükümdârı, Hicrî 886 Rebiülevvelinin dördüncü ve Milâdî 1481 yılı mayısının üçüncü Perşembe günü yeni bir sefer yolunda Gebze civârında Sultan Çayırındaki otağında vefât etdi.
Yâ Rab riyâzi kabrin Cennetden enver et
Nûri Muhammediyle yüzün münevver et
Cennetden ana bir kapu fetheyle dâimâ
Kurbin revayihiyle kabrin muattar et.
Ne hoş bir tesâdüfdür ki “Duâi hayır” kelâmı Hicrî yıl ile ölümüne târihdir ve yine san’at belâgatinin ne güzel eseridir ki devrinin ulemâsından Mevlâna Lûtfi, Fâtih Sultan Mehmedin ölümüne “Nurullahi kabrihi nûrâ” diye târih söylemişdir.
Babasının ölümünden sonraki pâdişahlığı 30 sene, 2 ay, 14 gün sürmüşdü; İstanbul fethinde 21 yaşında bir delikanlıydı ve 49 yaşında ölmüşdü. Ordunun başında sefere giderken beklenmedik ölümünün sebebi için, babasındanmiras kalmış bir nikris (damla hastalığı) olduğu söylenir. Çağdaşı ve belki de o ölüm gününde Türk ordusunda bulunmuş olan Âşık Paşazâde Derviş Ahmed Âşıkî ise, büyük hükümdârın ölümünü şübheli gösterir ve zehirlendiğini açıkça yazar:
“Vefâtına sebeb ayağında zahmet vardı, tabibler ilâcından âciz oldular. Âhar tabibler cem’oldular, ittifak etdiler, ayağından kan aldılar, zahmet ziyade oldu. Şarâbı fâriğ verdiler, Allah rahmetine vardı.
Tabibler şerbeti kim virdi Hâna
O Hân içdi şerbeti kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o Hân’ın
Hemin dem zâri itti yâna yâna
Didi niçün bana kıydı tabibler
Boyadılar ciğeri cânı kana
İsâbet etmedi tabib şarâbı
Timarları Hân’ın vardı ziyâna
Tabibler Hâna çok taksirlik itdi
Budur doğru kavil, düşme gümâna
Düâ it Âşıkî bu Hân hakkında
Ki nûri rahmete cânı boyâna
...................................
Bilhassa manzume, Fâtihin ağzından ve müverrihin ağzından tabibleri ağır sûrette itham ediyor. İsmâil Hâmi Danişmend: “Bu ilâcı içince Fâtih niçin ciğeri doğranarak hemen can vermişdir? Ve müverrih neden dolayı kendisine kıydıklarını kaydetmek lüzumunu hissetmişdir? Bütün bunlar yanlış veyahud faydasız bir tedâviden şikâyet mahiyetinde olabileceği gibi, şübheli bir ilâca ait bir takım imâlarla tefsir edilebilmek imkânı da yok değildir” diyor. Türk târihinin muhakkak ki vakitsiz olan bu büyük kaybı karşısında, hâtıra, cevâbı kolay olmayan sualler veriyor:
Tabiblerin, o devir için, musevî, hiç olmazsa musevî mühtedisi oldukları kabul olunabilir; Fâtih’in ölümü üzerine, daha veliahdi Sultan Beyazıd tahta oturmadan İstanbuldaki musevî mahallesinin asker tarafından basılıp yağma edilmesi ve Sadırâzam Pîrî Mehmed Paşanın yine asker tarafından paralanarak öldürülmesi ile halkın ve askerin suikasd şüphesi arasında bir münasebet var mıdır? Sadırâzam, pâdişahın ölümünü askerden gizlemek istemişdi: “Pâdişahın mizâcı şeriflerinde bir miktar fütur olup istihmam iktizâ etmekle bir kaç gün Dârüssaltanaları tarafına müracaat lâzım geliyor” diyerek nâşı hemen bir arabaya koymuş vebizzat kendi nezareti altında İstanbula götürmüşdü. Bütün iskelelere gönderdiği emirlerle Üsküdar yakasından İstanbul tarafına, İstanbuldan Üsküdar yakasından İstanbul tarafına, İstanbuldan Üsküdar yakasına kayık geçmesini şiddetle yasak etmişdi; İstanbuldaki Acemioğlanlarını da “Filçayırındaki bir köprünün tâmiri” bahânesiyle şehirden çıkarıp kale kapularını kapatmışdı; Sultan Çayırı ordugâhındaki askerin de, pâdişahın avdetine kadar bir yere ayrılmamalarını tenbih etmişdi; fakat kendisi ordudan ayrıldıkdan bir müddet sonra, asker büyük vak’ayı öğrenmişdi; Solakzâde: “Tedârik mesleğine sâlik olmadıklarından amelleri bâtıl olup sırrı nihanları gün gibi ayan oldu.” diyor. Takım takım, Pendik ve Kartal iskelelerinden kayıklara dolan asker Galatada Kurşunlu mahzen önüne çıktı, oradaki gemileri zorla kaldırıp Üsküdara geçirdi ve Üsküdara karadan gelmiş olanlar da bu gemilerle İstanbula geçdiler.
Evvelâ Sadırâzamın sarayı basıldı ve kendisi paramparça edildi, sonra yahudi mahalleleri yağma edildi, arada kan da döküldü ve bazı İstanbul zenginlerinin konakları soyuldu. Fakat Sadırâzam Mehmed Paşa telef edilir edilmez, Fâtih tarafından İstanbul muhafızı olarak bırakılmış olan İshak Paşa askerî sür’atle ve kolaylıkla yatıştırdı. Amasyada bulunan veliaht Şehzâde Bayazıd gelinceye kadar, İstanbulda dedesinin yanında bulunan oğlu Korkud hükümdar vekili olarak tahta oturtuldu.
Vak’anüvisler, Fâtihin ölüm haberi ile Sultan Bayazıdı İstanbula dâvet mektuplarını, Kapucubaşılardan Keklik Mustafa nâmında “bir merdi rüzgârın” götürdüğünü yazarlar ki bu kayıtda bir nevi baş korkusu gizlidir. Tahtın müşrû vârisine bu mektublar kimler tarafından yazılmıştır? Şehzâde Cem Karaman valisi idi ve bu memleket halkı tarafından çok sevilmişti, ki, babasının ölümiyle başlayacak olan isyanlarında ve saltanat kavgalarında hep bu memleket halkının kuvvetine dayanacaktır; Sadırâzam da Karamanlı idi ve bu memleketin hânedan sahiplerindendi, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ahfâdındandı. Solakzâde, açıkça yazıyor: “Maktul Mehmed Paşa Cem Sultanı serîri saltanata geçirmek hususunda fikr-i nâmâkul etmeğin mukarriblerinden birini taht-nişîni diyârı Karaman olan Cem Sultan tarafına gizlice revân idüb taht mahlûldür deyû süratle lüzumu vüsulünü mektupta dercetmiş idi. Tedbiri mâkûsu takdire muvafık gelmeyüb mektub götüren şahıs esnâyi râhda Anadolu Beylerbeyisi Sinan Paşanın eline girüb herifi mezburu adem diyârına revân ve bînâm ve nişân eyledi. Şehzâde Bayazıd dergâhına giden Keklik Mustafa uçar kuş gibi Amasya şehrine erdi” diyor. Şehzâde Cem, Karamanlı Pîrî Mehmed Paşa tarafından, boş kalan tahta mı dâvet edilmiştir, yoksa, koca Fâtih, imparatorluk tahtına Şehzâde Muhâfızı İshak Paşanın da, Sadırâzamın katline kadar İstanbuldaki askerî ihtilâle seyirci kalması ve ancak Mehmed Paşanın ölümünden sonra askeri teskini şâyânı dikkattir.
Karamanî Mehmed Paşanın Şehzâde Cem ile yakın münasebeti hatırlandıktan sonra, Fâtih’in Kanunnâmesi Ali Osmanının da Mehmed Paşa sadâretinde hazırlandığı göz önüne getirilirse, bu kanunnâmede, padişahlar tarafından şehzadelerine yazılacak fermanlara örnek olarak kaydedilen sûret dikkati çekecek bir mâna alır: Kanunnâmedeki örnek ferman veliahd Şehzâde Bayazıd’a değil de Şehzâde Cem’e hitaben yazılmıştır. Hükümdârın zehirlenmesi ihtimali üzerinde durulursa, Sultan Mehmedin Bayazıdı saltanat hakkından mahrum etmek gibi bir kararının sezildiği ve mâhut tabiblerin Bayazıd tarafını tutanlara hizmet ettiği de düşünülebilir. Bu takdirde, Şehzâde Bayazıdın İstanbulda bulunan oğlunun hükümdar vekili olarak alelâcele tahta oturtulması da ayrıca bir mâna alır; ve bu ikinci ihtimal daha kuvvetli görünür.
Fâtih Sultan Mehmedin tahnit edilen nâşı mayısın 22 nci salı gününe kadar, yâni yirmi gün İstanbul sarayında kaldı.
Babasının ölüm haberini alan Şehzâde Bayazıd, dört bin atlı ile, 21 mayıs pazartesi günü Üsküdara gelmişti. İlk işi, İshak Paşayı Sadırâzam tâyin etmek oldu. Ertesi günü de muhteşem bir alayla Sultan-ül-mücâhidîn Sultan Mehmed Han Gaazi merhumun cenazesi kaldırıldı.
Bu cenaze merasimi hakkında bildiklerimiz, hiç denilecek kadar azdır. Cenazeyi, evvelâ, siyah matem elbiseleriyle sultan Bayazıd ve vezirler taşımış ve sonra ulema ve meşâyihin parmakları üzerinde tekbir ve tehlillerle ve İstanbul halkının feryad ve figanı arasında Fâtih Câmii musallasına götürülmüşdür; ve orada, cenaze namazını, devrin derin ulemâsından Şeyh Vefa kıldırmışdır ve hayatında iken hazırlatdığı türbesine tevdi edilmişdir. Ne garib tesâdüfdür ki, bir salı günü fethetdiği şehrin toprağına yine bir salı günü defnedildi.
Fâtih Sultan Mehmedin otuz yıllık pâdişahlığında sadırâzımlık yapmış olan vezirler şu zatlerdir :
Çandarlı Halil Paşa; İkinci Sultan Murad zamanında 1438 de sadırâzam olmuşdu, 1453 de İstanbulun fethinden az sonra azil ve idam olundu (B.: Halil Paşa, Çandarlı; İstanbulun Fethi).
Mahmud Paşa; 1453 - 1466.
Rum Mehmed Paşa; 1466-1469, azil ve idam edildi (B.: Mehmed Paşa, Rum; Rumî Mehmed Paşa Camii; Eski Hamam, cild 10, sayfa 5285).
İshak Paşa; 1469 - 1472 (B.: İshak Paşa)
Mahmud Paşa; ikinci sadırâzamlığı, 1472 - 1473, azil ve idam edildi (B.: Mahmud Paşa; Mahmudpaşa Câmii; Mahmudpaşa Hamamı).
Gedik Ahmed Paşa; 1474-1477; (B.: Ahmed Paşa, Gedik, cild 1, sayfa 406; Gedikpaşa; Gedikpaşa Hamamı).
Karamânî Mehmed Paşa; 1477-1481, Fâtih Sultan Mehmedin ölümünü müteakip yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürüldü (B.: Mehmed Paşa, Karamânî).
Fâtih Sultan Mehmedin üç oğlu olmuşdu; Şehzâde Mustafa, babasının hâli hayatında 1473 de öldü; Şehzâde Bayazıd kendisinden sonra pâdişah oldu (B.: Bayazıd II., cild 4, sayfa 2216; ve müteâkib sayfalarda Bayazıd Câmii, Hamamı, Medresesi v.s.); Cem.
Ölümünden bir sene evvel, torunlarının düğünü, Fâtih Sustan Mehmedin son mürüvveti olmuşdu; Bayazıdın oğulları Abdullah, Şehinşah, Ahmed, Korkud, Mahmud, Alemşah ve Selimi, Cemin oğlu Oğuzu ve Mustafanın kızını İstanbula getirtmiş; Abdullah ile Mustafanın kızını evlendirmiş, öbür oğulları da sünnet ettirmişdi. Düğünler Eski Sarayda yapılmış ve bir ay devam etmişdi. Kemalpaşazâde: “Şehrin içi pür ziyb-ü ziynet oldu; Divânı Sultânî, münakkaş ve müzehheb kadife ve kemhalarla güliştan gibi donandı; sadâyı safa ile semâ doldu; her kişi, erkek ve dişi, işini gücünü bıraktı, ol düğün şevkine zevk ve sohbet bahrına daldı; selsebili cennet gibi leziz ve nazif şerbetler sebil olup hâs çinilerle lâtif taamlar celil ve zelîle âm oldu.” diyor. Düğünden sonra Abdullahı, karısı Sultan ile beraber Manisa valiliğine, Şehinşahı Menteşe valililiğine, Ahmedi Çorum valiliğine, Selimi de Amasyaya babasının yanına göndermiş, diğerlerini İstanbulda yanında alıkoymuştu.
Sultan Mehmed, Gedik Ahmed Paşa Sadâretine kadar, Divânı Hümâyuna riyaset ederek devlet işleriyle bizzat meşgul olmuştu; bütün ilim ve iktidariyle Mahmud Paşa dahi, pâdişahın ancak emirlerini tatbika memur muavinleri olmuşlardı ve yine büyük askerin direktifleri çerçevesi içinde ordu kumandanlıkları yapmışlardı. Divana riyâsetden çekilmesine küçük bir vak’a sebep olmuşdu: Bir gün ancak pâdişahdan medet uman bağrı yanık bir Yörük, yırtık şalvarı ve çarıklariyle Divana girmi, kaba şivesi ve saf edâsiyle:
— Delvetlû Hünger kangunuzdur?.. diye sormuşdu.
Bunu fırsat bilen Gedik Ahmed Paşa, “Bundan böyle mesâlihi dîvâniyyeyi vezirlere bırkmanın daha münasib olacağına” Sultan Mehmedi ikna etmişdi; divanda riyâset makamının arkasına bir kafes yapılmış ve pâdişah, divan toplantılarında, onun arkasına çekilerek müzakereleri tâkip etmiş, müdahale etmesi gerektiği zaman, kafese vurduğu bir iki fiske, müzakerenin durdurularak Sadırâzamın tâlimat almak üzere huzura çıkmasını temin için kâfi gelmişdi.
Asrının büyük riyâziye âlimi ve feylesof Ali Kuşçuyu memleketine dâvet ettiği zaman, ilk gönderdiğinden başka, hududu geçtiğinden İstanbula ayak basıncaya kadar, her konak için bin altın harcırah vermişdi; ve bu mütevâzi büyük âlim, İstanbulda te’lif eylediği şâheserine, pek yerinde olarak “Muhammediyye” adını koymuşdu. İlimlerini vakarlariyle süslemiş olan pâdişahın delikanlılık çağından hocası ve mürebbisi ve büyük şair Molla Hüsrev Mehmed ve Nasraddin Hocanın torunu, şâir Sinan Paşanın babası İstanbulun ilk kadısı Hızır Bey Çelebi Pâdişahdan daima sonsuz hürmet görmüşlerdi. Asrının muhakkak en büyük şairi ve Sultan Mehmedin hâs nedimlerinden ve şehzadelerinin hocası Bursalı Veliyyüddin oğlu Ahmed Paşanın, ki rind ve lâübâli meşreb bir adamdı, bir aera büyük hükümdârın gazabına uğrıyarak Yedikule Zindanına atılmışdı, nakledilen fıkra pek zarifdir: Hâsoda gılmanlarından bir Üveys vardır, gayet güzel, zeki bir gençdir, bir gün pâdişah ile şâir bir kır gezintisine çıktıklarında Üveys de kendilerine refakat eder. Bir ara pâdişahın atının ayağından sıçrayanr bir çamur parçası delikanlının yanağına yapışır, bunu gören Ahmed Paşa, Kur’an-ı Kerîmin, âhiretde küffârın nasıl ezâ ve cefâ göreceklerini tasvir eden yerinden bir parça mırıldanır:
— Yâ leytenî küntü türâbâ!.. (Ben keşki toprak olaydım) der. Sultan Mehmed pek işitemez. Üveyse:
— Paşa ne dedi? diye sorar.. Kültürlü ve zeki çocuk cevap olarak âyeti tam olarak okur:
— Ve yekulül kâfirü yâ leytenî küntü türâbâ (Kâfir der ki ben keşki toprak olaydım)...
Çocuk denilecek bir yaşdan itibaren çok kuvvetli bir şark kültür havası içinde yetişmiş olan İkinci Sultan Mehmedin minyatürden pentüre çevrilen gözleri büyük mânâ ifâde eder. Bizde batı medeniyetini hakikî değeriyle benimseyenlerin öncüsü olduğu muhakkakdır.
Venedik sulhundan sonra, 1478, onbeşinci asrın bu en kuvvetli hükümdârı tarafından İstanbula dâvet edilen ressam Gentile Bellini’nin riyasetindeki İtalyan sanatkâr kaafilesi, doğu Avrupanın bu muazzam beldesinde öyle bir insanla karşılaşmışlardı ki, kafasının eşi, ne şarkde ve ne de garbde vardı; Fâtih Sultan Mehmedin kafasında, bu iki ayrı âlem hârikulâde bir imtizac ile kaynaşmışdı.
İstanbulda bir yıldan pek az fazla kalan ve bu müddet zarfında büyük hükümdârın muhabbetini kazanan, “Sizin sihirkâr bir fırçanız var..” gibi sözler ile iltifat gören, muhteşem ihsanlara nâil olan Bellini Fâtih Sultan Mehmedin meşhur portresini bitirdikden az sonra İstanbuldan ayrılmış, bu nefis tablonun hitamından ancak beş ay sonra da Sultan Mehmed vefat etmişdi.
Rivâyet edilir ki Sultan Mehmed, ressam, 25 Kasım 1480 tarihi ile imzasını koyduğu gün portresini uzun uzun seyretmiş, kendisini azameti, vekarı ve kalbinin şair hassasiyetiyle asırlar boyunca yaşatacak olan bu resim için:
— Bu, benim!..
Demişti; ve Belliniyi alnından öpmüştü. Ressamın kendisine vedâ ettiği gün de, Bellininin boynuna, kendi eliyle, ucunda girenbaha bir elmas bulunan murassâ bir gerdanlık takmış ve Venedik senatosuna hitaben, ressam hakkında pek sitayişkâr cümleleri ihtiva eden bir teşekkür mektubu vermişdi ki; İstanbul fâtihinin bu mektubu üzerine, Venedik Senatosu ressama, kaydı hayat şartiyle 200 altın aylık bağlamıştı.
Bellini, büyük adamın karşısına geçip resmini yapmış tek san’atkâr değildi; Ragozalı Paolo ve ondan yıllarca evvel Veronalı Matteo da, Sultan Mehmedden, yüzünün çizgilerini tesbit etmek müsaadesine nail olmuşlardı ve ayrılırken, Bellini gibi murassâ gerdanlık almasalar bile, İtalya hükümdarlarından hiç birinin temin edemiyeceği bir servetle dönmüşlerdi.
Rönesans çağının büyük Mesen’lerinden biri olduğu muhakkakdır.
Fâtih Sultan Mehmed, “Avnî” Dîvânı — Bu ansiklopedide “Avnî” mahlası ile şiirler yazmış ve bir divân bırakmış Fâtih Sultan Mehmedin edebî şahsiyeti ve şiirleri üzerinde sözü, salâhiyet sâhibi kalemlere bakıyoruz; aşağıdaki satırlar Refik Ahmed Sevengil’in bir makaalesidir:
Fâtih Sultan Mehmed, Türk fikir ve sanat âleminin mühim sîmâlarından biridir. Onun yaşadığı Onbeşinci Asırda Türk dîvan edebiyâtı, denilebilir ki hemen hemen teşekkül devrinde idi. Ne Fuzulî, ne Bakî, ne Nef’î ve Şeyh Gaalib, yâni şâhikalar, dîvan edebiyatının büyük tepeleri hünez sanat tarihimizin üstüne doğmamışlardı.
“Arab ve Fars kültürünün potası içinde kaynatılıp olgunlaştırılmaya çalışılan Türk şiir zevki, Onbeşinci Asırda dîvan edebiyatının temelelrini atmış, fakat âbidelerini henüz tamamiyle yükseltmemişti. Fâtih Sultan Mehmed, bu sırada, genç yaşından itibaren klâsik kültürün havasiyle sarılı, şiir söyleme alışkanlığı içinde yetişdi; şehzâdeliğinde ve pâdişahlığında devrinin ilim ve san’at adamlarını etrafına toplayıp onların meclisinden tad alarak yaşadı; bu arada o edebiyat toplantılarına da daima revnak vermiş olduğunu, bırakmış olduğu beş asırlık şiirler bize fesâhat ve belâgatle söylüyor.
“Fâtihin şiirle dostluğu, zaman zaman gazeller yazdığı, şiirlerinde Avni imzasını kullandığı ötedenberi yazılıp gelmiş olan şuarâ tezkerelerinde, biyografi kitaplarında ve eski tarihlerde kayıdlıdır; bazı şiirlerinden vücuda gelmiş küçük dîvanı ilk defa 1904 yılında Berlinde Profesör Doktor Georg Jacob tarafından basdırılmışdı. İstanbulda Fatih Millet Kütübhânesinde Ali Emirî tarafından toplanarak iki defa ayrı ayrı basdırılmışdır.
“Fâtihin bugün elimizde bulunan şiirleri sayı bakımından azdır, bazı gazellerden ve bir kaç münferid beyitden ibâretdir; fakat bunlar bize şairin ustalık değeri hakkında fikir vermeğe yeter mahiyettedir. Bu şiirlerde zamanın hususiyetlerini taşıyan ve aruz veznine maharetle uydurulan oldukça renkli bir lisan kullanılmışdır. Fâtihin şiir lisanı, edebî san’atlarla süslüdür. Dîvan edebiyatına daha önce ve daha sonra hâkim olan bütün fikir, bilgi, hüner kaynaklarından bu şiirlerde de faydalanmışdır. Resmî hayatında pek büyük bir kahraman, asker ve kumandan olarak takdir etdiğimiz Fâtih Sultan Mehmed, şiirlerinde hemen daima ince, alçak gönüllü, sıcak ve samimî; ve oldukça kuvvetli bir lirizmle bizi sarıp bir kere daha kendisine hayran etmekdedir.
“Dış hayatında müstesna şa’şaasiyle göz kamaşdıran ve yaklaşılmaz zannedilen büyük Hünkârın azameti, pırıltısı, debdebe ve tantanası içinde özlü, samimî ve âşık bir kalb, bana öyle geliyor ki bu şiirlerin havasında İstanbul kalelerinin üstünde ve yıldızlı gök altında, Marmaranın mâvi sularına bakıp ağlamaktadır; bu, güzellikden anlayan bir ruhdu, iç hisle, istekle, aşkla dolu bir insandır. Fuzûlîden bir asır önce:
Âşıka dünyâ ü can terkeylemek âsân olur
Lîk cânân terkini etmek gelübdür câna güç
diyen bir şâirdir. Âşık için dünyadan da, candan da vazgeçmek kolay ama sevgiliyi terketmek mümkin mi? Cihânın tac ve tahtını ve devletini verseler, o yine sevgilisinin olduğu yerden ayrılıp gitmek istemez; orada, yüreği sevgi çarpıntıları ile dolu olarak kendi başına sultan olmayı üstün tutar. Başka müstesna ve muhteşem bir beytinde de:
Benim sen şâhi mehrûye kul olmak iledür fahrim
Gedâyı dilber olmak yeğ cihânın pâdişâhından
diyor. Okuyucular mânasını elbetde anlıyorlar: Sen ay yüzlüye kul olmakla övünüyorum; sevgilisinin kapusuna fakir bir âşık olup gönül bağlayıp kalmak cihana pâdişah olmakdan âlâdır.
“Bu çeşid sözleri şunun bunun ağzından işitmek belki de o kadar mühim sayılmaz; fakat bunu söyliyen Fâtih Sultan Mehmed gibi bir pâdişah, şöhreti dünyâyı tutmuş, adı sanı tarihi kaplamış bir büyük adam, müstesnâ yaradılışda bir hükümdar olursa, işin rengi elbet de değişir.
“Şâir hükümdar bir başka gazelinde bize bahar havası ile sarılı pek muhteşem bir neş’e hâlinde görünüyor: Bahar oldu, güller açıldı; ey sâki kadeh getir! Bu mevsimde şarab içmek gerekir. Günümüzü, gönlömü aydınlatmak için ışığa ihtiyâcım yok, içki veren güzelin yanağındaki pırıltı bana yeter!
“Avnî (Fâtih Sultan Mehmed) bir şiir üstâdı değildir, fakat bu şâirin ortayı çok aşan değer taşıdığı da inkâr edilemez; dîvânı, ki tamam olduğunu sanmıyoruz, kültür olgunluğunun aynasıdır. Bâzı gazellerinde Ondokuzuncu Asrın, hattâ Yirminci Asrın ilk yirmi beş yılının şiir diline yaklaşan sadelik görülür. Şiirlerinde sağlam seciyesi pek aydındır; riyâ, müdâhene, zulüm ve irtişâ gibi kötülükleri veciz bir dil ile anlatılır...”.
Aziz dostlarımızdan ve değerli edebiyat muallimlerinden Rifat Necdet Evrimer bize şu notları vermişdir:
“Büyük adamlar mizaçlarının türlü köşeleriyle yaşarlar. Ruhları daima med halindedir, akıllariyle bütün muhalleri kendilerine râmeder; hisleri mahmuzlandığı zaman heyecan bir şelâledir. Dış görünüşleri sâkin, içleri bir mahşerdir. Her arzu, her heves, onları ihtiras grafiğinin son noktasına götürür. En büyük eserlerini ıztırar anlarında yaratırlar. Dehâları bir sahada daha ziyade hükümrandır amma bu dehânın uzantıları diğer sahalara da girer. Büyük adam odur ki kendisinden ötesi için yaşamayı gerçek yaşama bilir: kalbi en az kendisi, en çok cemiyet için çarpar; görünüşte en muhteşem yalnızdır. Fâtihin divanında yer tutan gazelleridir. Şâirliğini orta dereceden üstün sayanlar çoktur. Vezin ve kafiyede aksaklıklar görülüyor. Temalar malûm: Bütün divan edebiyatı şairlerinde olduğu gibi sevgili, aşk, hicran ve hüsran... Bütün gazellerini okuduğumuz zaman hususiyetlerini şöylece sıralayabiliriz: Şiirlerinde lirizm hâkimdir, şiirde vüzuh taraftarıdır, ekseriya fevkalâde samimîdir; harâbâtîliğe meyyal görünür; istediği saatlerde, kalbinin sesini mısralara aksettirmiş, böylece şair bir babanın oğlu ve iki şair evlâdın babası olan Fâtih, bir nevi irsî kabiliyetle mücehhez
olan bu büyük pâdişah, fütuhat aşkı, ilim aşkı yanında bir de şiir aşkiyle muttasıf olan Fâtih, zaman zaman yazdığı şiirleriyle XV. inci asır şairleri arasında kendine bir yer ayırmışdır. Böylece kılıçla kalemini beraberce kullanmasını bilen Fâtih, birçok cepheleriyle beraber şairlik tarafı da incelenmeye değer. Filhakika bugün elimizde mevcut olan şiirleriyle Fâtihi büyük bir şair olarak kabul etmek pek de mümkün değildir.
XVI. ıncı asır tezkirecilerinden Şehi Bey, Âşık Çelebi gibi fikir adamları ve en son ve en büyük tezkireci olan Ali Emîri Eendi, ilimde, fetihlerde, politikada, ilmî tesislerde fikir ve sosyal münasebetlerinde büyük bir kudret gösteren Fâtihi şiir sâhasında da ayni büyüklükte görmek isterler. Fakat bu gün elde bulunan şiirlerine göre Fâtihin şairlik cebhesini çok objektif bir şekilde inceleyen Profesör Fuad Köprülü Yeni Mecmuanın 44 üncü sayısında çıkmış bir makalesinde: “Fâtih dîvanı, hattâ en seri ve sathî bir nazarla tedkik olunsa bile, İstanbul fâtihine, mütevassıt şairlerimiz arasında müstesna bir mevki ayırmak lüzumu derhal îtiraf edilir.” diyor.
“Fâtihin şiirleri ilk defa 1904 yılında Profesör Doktor Core Jakob tarafından Berlinde kitab hâlinde basılmışdır.
“İlk defa Fâtihin şiirlerini ilim âlemine tanıtan bu âlimden sonra bizde bu tab’edilmiş eser hakkında ilk söz açan Faik Reşad olmuşdur. O, edebiyat tarihinde pek kısa olarak bu eseri metheder. Bundan sonra Şahabeddin Süleyman ve Fuad Köprülü tarafından yazılan Osmanlı Edebiyat Tarihi eserinde bu kitabdan bahsedilmiş, daha sonraları yukarıda işaret etdiğimiz gibi Yeni Mecmuada Fuad Köprülü bu Fâtih dîvânının eksik ve yanlış olduğunu ileri sürmüşdür.
“Kitabı basdıran Profesör Doktor Corc Jakobun esere yazdığı ön sözde: “Neşredilen ilk on beş şiirin Upsala Krallık üniversite Kitap Sarayında bulunan el yazması bir küçük mecmuadan alındığı, bu mecmuanın 1834 te ölen tanınmış âlim “J. Hallenberg” in metrukâtından olduğu Toroberg katoloğunda 191 numarada kayıtlı bulunduğu...” yazılıdır.
“Bugün elimizde bulunan iki kitapta ayrı ayrı mahiyette Fâtihin şiirleri toplanmış bulunuyor. Bunların ilki, Saffet Sıtkı’nın hazırladığı ve Ahmed Halid Kitabevi tarafından basılan Fâtih Dîvânı ki, bu yalnız Ali Emirînin Millet Kütübhânesinde yazma eserler arasında numara 305 de kayıtlı bulunan eserin kopyesidir ve baskıda arkasına bir de lügatçe ilâve edilmişdir. İkinicisi de Tarih Kurumunun bastırdığı ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Kütübhâne Müdürü Kemal Edib Ünsel’in hazırladığı “Fâtihin Şiirleri” eseridir. Bu ikinci eser de Ali Emîri Efendinin Millet Kütübhânesindeki yazma nüshada Fâtihin 65 tam gazeli, 3 eksik gazeli, 1 muhammes, bir terciîbend, 1 kıta yeni Fâtihin bir mısraıyla buna yapılan nazireler.
“Kıymetli müellif Kemal Edib Ünsel’in eserine gelince, derin ve yorucu araştırmalarla elde etdiği Fâtihe âid olduğu kabul edilen birkaç şiiri Ali Emîrinin yazma nüshası kopyasına ekliyerek eseri büyütmüş ve ayrıca eserin baş tarafına eser hakkında kıymetli bir inceleme ilâbe etmiş, şiirlerin altında gerekli izahları yapılmış, bunlardan başka esere, bir sözlük eklenmiştir. Bu ikinci kitapda müellifin dediği gibi 85 şiirden 83 ü Türkçe, diğerleri Farsçadır. Böylece Fâtihin şiirleir hakkında mevcut emniyet edilir eserlerden faydalanarak kısaca izahlarını verdikden sonra biraz da şiirleri üzerinde duralım:
“XV inci asırda şiir dili daha ziyade Arapça ve bilhassa Farçanın tesiri altında bulunuyordu. Esasen XV inci asır, dîvan şiirinin daha henüz teşekkül devirlerine rastladığı için, Fâtihin şiirlerindeki dil munisleşmiş değildir. Filhakika bu asırda Şeyhî, Ahmed Paşa gibi kuvvetli şairlerin eserlerindeki kıvrak dil, mısraların içindeki duygu ve hayal kesafeti Fâtihin şiirlerinde yoktur. Fâtihin şiir dili, pek katıdır.. Onun şiirlerinde Türkçenin estetiği, kelime dizisinin seyyaliyeti teessüs etmemişdir. Maamafih XV inci asırda ve Fâtihin şiirlerinde, Türkçe kelimeler aruzun kalıplarına göre hazırlanmamış, ayni zamanda aruz da Türkçe için bir gelişme ve serpilme yolunu tutamamışdır. Fakat yer yer kelimeler, aruz vezninin kalıpları içinde tam mânasiyle kaynaşamamasına rağmen bu şiirlerin içinde bulunan bazı güzel parçalardan yine derin bir ruh ürpermesini duyuyoruz. İşte gelişigüzel bir şiiri:
Kime yâr olam cihân içinde yârum vâr iken
Kime kul olam o şâh-ı tâc-dârum vâr iken
Hâr-ü-has neşv-ü nemâ bulur bakâı irince âh
Ben hazân-ı hecre düşdüm nev-bahârım vâr iken
Bülbül-ü gül işi nâz ile niyâz illâ benüm
Hâsılım dâğ-ı cefâdur lâlezârum vâr iken
İntisâbum hidmetüm bî rağbet oldu âkıbet
Hâr-u-zâr oldum azîz-ü-kâmkârum vâr iken
Leşker-i gam şâh-ı âşka nice bulsun dest-res
Avniyâ meyhâne gibi bir hisârum vâr iken.
“Şair ağlıyan bir gönül, yalvaran bir ruh teslimiyetiyle terennüm ediyor. Aşk önünde insan ister hükümdar, ister çoban olsun derece derece zaafını duyuyor. Zaten sevmek biraz da insanın gönül kuvveti önünde kendinden geçmesi, kendini kaybetmesi demek değil midir?
“Sevmek, hakikatlerden ayrılmak, bir hayal dünyası içinde küçüle küçüle yok olmak demektir. Dünyayı emirlerine münkad kılan koca hükümdar sevgilisine karşı tazallüm ediyor, şikâyet ediyor, ümitsizliğini bildiriyor!.
“Burada şair, dünyaları fethe çıkan büyük hükümdar değildir. Aşk mevzuunda o çelikten iradesini çoktan kaybetmişdir. Bütün şiirlerinde ince ruhlu şair, aşk âleminin derin melâli içinde kendinden geçiyor.
“İkinci bir şiirinde onu dinliyelim :
Bağlamaz Firdevse gönlünü Kalatâyı gören
Servi anmaz anda ol serv-i dil-ârâyı gören
Bir firengî şîvelü İsâi gördüm anda kim
Lebleri dirilmişi der idi İsâyi gören
Akl-ü fehmin din-ü imânın nice zabteylesün
Kâfir olur mu müselmanhlar o tersâyı gören
Kevseri anmaz ol içdüğü mey-i nâbı içen
Mescide varmaz e varduğı kilisâyı gören
Bir firengi dilber oldığın bilürdi Avniyâ
Beli vü-boynunda zünnâr-ü çelîpâyı gören
Galatalı dilber, şairin can evinde neler yaratıyor.
Kevseri anmaz ol içdüğü meyi nâbı içen,
demekle şairiun aşk önündeki hayranlığını teslimiyetini göstermiyor mu?
“Mescide varmaz o vardığı kilisâyı gören,
Şair, devrinin kılı kırk yaran hocasını, softasını, yobazını düşünmeden gönül humması içinde kendinden geçen âvâre, mütevekkil, kararsız bir ruh hamlesiyle aşkını dile getiriyor. Seven Fâtih, mâsum arzularını, yalvarışlarını ne güzel ifade ediyor.
“Hükümdar şairin bâzı şiirlerinde, mısralarında mânası hiç anlaşılmıyan veya çok müphem olanları da vardır. Düşük kâfiyeler, hayide fikirler, görülür.
“Ayrıca Fâtihin en büyük ve en pırıltılı zafer tacını hazırlıyan onun fetih kılıcının mısralara gömülmüş ihtirasları, ışıkları bu şiirlerde yok gibidir.
“Onun bu büyük hamleleri şiirlerine dökülememiş, Fâtih belki de şiiri, yalnız bir gönül macerasının vasıtası saydığı için aşkını ancak, şiirle ifade etmişdir. Belki de fütuhat arzularını şiirle anlatacak kadar, şiirin dilini kâfi derecede vüs’atli bulamamışdır.
Her ne hâl ise, Fâtihin şiirlerinde onun ancak aşkını, gönül maceralarını okuyup anlıyoruz.
“Bugün bile zevkle okunan çok güzel parçaları olan bu şiirleriyle Fâtihin kuvvetli bir şâir olduğuna hükmetmek icabeder. Evet zamanla dil eskiyor, nazım şekilleri pörsüyor, fikir ve iman soluyor. Zamana mukavemet eden ancak samimî duygulardır ki zaman ve mekân tanımadan dipdiri duruyor. Bu şiirlerin yeni kalan tarafı koca Fâtihin işte bu samimî duygularıdır.” (R. N. Evrimer)
Aşağıdaki parçaları Fâtih Sultan Mehmed dîvânının Ahmed Hâlid Kitabevi bakısından alıyoruz:
GAZEL
Bir güneş yüzlü melek gördüm ki âlem mâhıdur
Ol kara sünbülleri âşıklarınun âhıdur
Kaareler giymiş meh-i tâbân gibi ol serv-i nâz
Mülk-i efrengün meğer kim hüsn içinde şâhıdur
Ukde-i zünnârına her kimse kim dil bağlamaz
Ehl-i îmân olmaz ol, âşıkların güm-râhıdur
Gamzesi öldürdiğüne leblerü canlar virür
Vâr ise ol rûh-bâhşun dîni İsâ râhıdur
Avniyâ kılma gümân kim sana râm ola nigâr
Sen Stanbul şâhısın, ol Kalâtâ şâhıdur.
GAZEL
Görün il gonce-lebi kim nice rânâ olmuş
Bir nihâl idi kaddi, serv-i dilârâ olmuş
Kâm-ı cân istedüği lezzetü serdum bildüm
Hân-ı hüsnünde lebi şehd-i musaffâ olmuş.
Halk-ı âlem ki hilâli gözedür illâ ben
Kaşlarun seyr iderüm özge temâşa olmuş
Yalanuz ben değilim gülşeni kuyunda hezâr
Gül yüzü yâdına bülbül dahi şeydâ olmuş
Avniyâ şehdi lebin göreli hayrân oldum
Nice nâzük nice ter sükker-i helvâ olmuş.
GAZEL
Hüsn ile cânânlar içre cânı cânândır Üveys
Şerbet-i lâ’lüyle dil derdine dermandur Üveys
Ağlamaz can bülbülî şimdengerû feryâd idüb
Bâğ-ı dilde hüsn ile bir verd-i handândur Üveys
Nice mâ’mur olmasun dil mülki adl-ü dâd ile
Bunca yıldur kim gönül tahtında sultândur Üveys
Eşk-i çeşmüni şarâb-ü bağrunı eyle kebâb
Ey dil-i aşüfte çün bir gice mihmandur Üveys
Avniyâ çün devlet elverdi ki mihmân oldu yâr
Fursatı fevt etme kim bin cânâ erzandur Üveys.
GAZELLERDEN BEYİTLER
Cünûn sahrâsı içinde felekde bâşuma yağan
Cefâ taşlarını cem eyledüm seng-i mezâr itdüm.
*
Râh-i aşka virmedi sahrâyı hicran hiç zaaf
Tâ kıyâmet imtidâdınca ana meydan gerek.
*
Bu meste keyfiyeti bâdeden sual itme
Belî hakikati deryâyı kande bile garik.
*
Aşka dayandum belâ vü mihneti fikr itmedüm
San’atından kâh olur âciz kalur üstâdlar.
*
Âteşi gam yakmasa tan mı vücudum şehrini
Gözlerümden gönlüm üstüne iki deryâ gelür.
*
Aşk içinde kimi yâr idem kime hâlim diyem
Düşmen oldulara senünçün dostum âlem bana.
Fâtih Sultan Mehmedin El Yazısı İle Mushaf-ı Şerif — Vâsıf Tarihinde gördüğümüz bir kaydı naklediyoruz: “7 rebîülevvel 1168 (22 aralık 1754), Üçüncü Sultan Osmanın kılıç alayı — Yeni pâdişah Sultan Osman, ecdadının riâyet edegeldiği kanun üzere eyyubsultanda kılıç kuşanacakdı. Eyyuba karadan büyük bir alaylı gitdi, yolda Fâtih Sultan Mehmedin Câmii önünde atından inerek büyük ceddinin türbesini ziyâret etdi. Orada kendisine Fâtih Sultan Mehmedin el yazısı ile bir mushafı şerif gösterdiler. Pâdişah: — Bundan âlâ ziyâret olmaz.. diyerek o mushafı şerifden bir aşir (1 cüz) Kur’an okunmasını ferman etdi, kendisi de dinledi, bu suretle o mushafı şerifi yazan büyük ceddinin de ruhunu şâd iderek tekrar atına bindi ve Eyyubsultana gitdi...”.
Tarihî kıymeti çok büyük olan bu mushafı şerif hakkında başka bir kayde rastlamadık; aynı türbede mi durmaktadır, yâhud bir müzeye mi kaldırılmışdır, onu da tahkik imkânını bulamadık, İstanbul Türbeler Müdürlüğüne yazdığımız mektuba cevab alamadık (1969).
Fâtih Sultan Mehmede Çirkin İftirâ, Grandük Lukas Notaras’ın İdâm Meselesi — İstanbul fethinin ilk günlerinde, Bizansın imparatordan sonra en nüfuzlu sîması Grandük Notaras’ın îdam meselesini, İstanbul fethinin vak’alarından ve Fâtih Sultan Mehmedin hal tercemesinden ayırmak, fakat mutlakaa anlatmak lâzımdır. Fâtih Sultan Mehmedin muhteşem hâtırasını, bu mesele ile bir leke sürmeye yeltenen hıristiyan fanatiklere karşı kayıdsız kalınamaz.
Mutaassıb bir ortodoks olan Notarasz, Lâtin kilisesiyle birleşme tarafdarlarının ve İstanbuldaki İtalyanların menfuru idi; muhtelif rivayetlere göre vak’anın hakikati şu olsa gerektir: İki oğlu, kızları ve karısiyle beraber esir edilen Notaras, Fâtih Sultan Mehmedin iltifatına nâil oldu, huzura kabul edildi, genç hükümdar tarafından bizzat teselli edildi ve Sultan Mehmed, gayet zeki ve İstanbul rumları üzerinde büyük nüfuz sâhibi olan bu devlet adamına kendisini önemli bir mevkide istihdam etmek niyetinde olduğunu îmâ etdi. Notarasın elinde mühim siyasî vesikalar vardı, bunların arasında en ehemmiyetli olanlarının da, Sadırâzam Halil Paşanın, Sultan Mehmede açıkça ihânetini isbat eden ve Kostantin ile Notarası mukavemete ve şehri müdafaaya teşvik eden gizli mektupları idi. Grandük’ün Pâdişâha bu hususu arzetmiş olması da muhtemeldir.
Biz, Grandükün muhafaza altında bulundurulduğu yere iâdesinden bir müddet sonra iki oğliyle beraber îdamını Sadırâzam Çandarlı Halil Paşanın nefis müdafaası yolunda yaptığı son ve hârikulâde cür’etkârane bir iş olarak görüyoruz. Öyle ki, ihânet vesikalariyle beraber, mâsum çocuklar da olsa, bu ihânetin bütün şahidleri imha edilmişdir ve Fâtih Sultan Mehmed bir emri vâki karşısında bırakılmışdır.
Daha İstanbul seferi hazırlıkları sırasında idi, Lukas Notaras, sefâretle Edirneye gelmişdi; o zaman halk ağzında Halil Paşaya rüşvetler geldiği, fakat pâdişahın azmi karşısında elçinin hiç bir şeye muvaffak olamıyarak dönmeğe mecbur kaldığı dolaşmışdı. Manzûme Düsturnâmei Enverî’dendir:
Şâhi gaazi kasdi İstanbul ider
Künkler dökdü çeküp aldı gider
Kir Lika geldi Halîle dir meded
Mal çok aldı Şâhi kılmağa red
Oku Şâh atdı anı kim döndürür
Bes Halil anları mahzun gönderür
Fakat, fetihte Notarasın canlı olarak ele geçmesi ve Fatihle mülâkatında ihâneti bütün çıplaklığiyle arzetmesi, kendisiyle oğullarının felâketine sebep olmuşsa da, peşisıra Halil Paşayı da cellât satırı altında diz çökertmişdir, Fâtihin pençesinde kahrolan Çandarlı, herhalde mâsum ve mazlum değildi.
Hiç şüphesizdir ki Çandarlı hakkındaki şübheleri ve bundan doğan gazab ve nefreti, Notarasla görüşdükden sonra son haddine varmış olan genç pâdişah da vezirin ölüm hükmünü vermişdir.
Bizanslı Dukas’ın anlatdığına göre Sultan Mehmed Notaras’la evvelâ biraz sert konuşmuş:
— Büyük bir siyasî nüfuzu temsil ediyordunuz, benim bu şehre gireceğimi de biliyordunuz, şehri temsil etmemekte ısrarınızla dökülen kanlardan mesuliyetinizi müdrik misiniz? diye sormuş. Grandük:
— Ne Kayser ve ne de ben başka türlü hareket edemezdik, her ikimiz de, en mahrem adamlarınızdan, mukavemet etmemiz için ısrarla mektuplar aldık ve teşci edildik! cevabını vermiş.
Kalem, Notarasın idamı vak’asında şaşkın ve perişan ve kindar mağlûblar ve garazkâr fanatikler tarafından büyük Fâtih Sultan Mehmedimize sürülmek istenilen iğrenç bir iftirayı tamamen çürütüp yerin dibine sokmak isterken bile titriyor:
“Sultan, bir cünbüş esnasında Notarastan küçük oğlunu istemiş, Notaras red cevabı vermiş, bunun üzerine de pâdişah Notarasla oğullarının îdamını emretmiş!..”
Bir zerre idrâk kâfidir; Sultan Mehmed kumandanlarına hitaben söylediği son hücum nutkunda: “Ne kadar yüksek bir maksada hizmet etdiğinizi göz önünde bulundurunuz; İstanbulun adı geçen yerlerde, o şehri zapteden kahramanlar olarak şan ve şerefle anılacaksınız!” demişdi; İstanbula girdiği zaman, yeryüzündeki bütün gözlerin kendisine çevrilmiş olduğunu biliyordu. Fâtih Sultan Mehmed, şahsında, koca bir milletin ve muazzam İslâm âleminin kudret, kuvvet ve şevketiyle beraber seciye ve ahlâk nezâhetinin de temsil edildiğini bilen adamdı; İstanbulun fethinden sonra daha rub’u asır, İmparatorluk tahtında ilim ve sanatın büyük hâmisi, ordularının başında büyük kumandan olarak hükümran olacaktı; bütün ömrü boyunca “cünbüş meclisleri” olmıyacaktı; meclisleri, asrının en seçkin ulemasının hazır bulunacağı ârifler toplantısı olacakdı.
Çirkin iftiraya, Fâtih Sultan Mehmedin dîvânındaki bâzı kalenderâne terennümlerin yol açdığını söyleyenler vardır. Cemal âşıkı “Avnî” nin o şiirleri her yerde rahat okunabilecek saf ve afif terennümlerdir (B.: Fâtih Sultan Mehmed, “Avnî Dîvânı”).
İstanbul fâtihinin pâk ve direnşan hâtırası bizim nâçiz kalemimizin müdafaasından müstağnidir; ruhi pürfütûhu şâdolsun. Burada Abdülhak Hâmidi de rahmetle analım:
Ecri azîmi vasfın kaydinde gönlüm, ey Şah!..
Affeyle bu kusurum sen ol günahkârın...
Şehzâde Sultan Mehmed bin Gazi Murad Han
Sabiha Bozcalının kompozisyonu
Fâtih Sultan Mehmed Han
Bellini’nin resminden Sabiha Bozcalı eli ile
Fâtih Sultan Mehmed’in turası
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Sabiha Bozcalı
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.
TÜM KAYIT
Kod
IAM100606
Tema
Kişi
Tür
Ansiklopedi sayfası
Biçim
Baskı
Dil
Türkçe
Haklar
Açık erişim
Hak Sahibi
Kadir Has Üniversitesi
Emeği Geçen
Sabiha Bozcalı
Tanım
Cilt 10, sayfalar 5523-5540
Not
Görsel: cilt 10, sayfalar 5527, 5529, 5540
Bakınız Notu
B.: İstanbulun Muharasası ve Fethi; B.: Halil Paşa, Çandarlı; İstanbulun Fethi; B.: Mehmed Paşa, Rum; Rumî Mehmed Paşa Camii; Eski Hamam, cild 10, sayfa 5285; B.: İshak Paşa; B.: Mahmud Paşa; Mahmudpaşa Câmii; Mahmudpaşa Hamamı; B.: Ahmed Paşa, Gedik, cild 1, sayfa 406; Gedikpaşa; Gedikpaşa Hamamı; B.: Mehmed Paşa, Karamânî; B.: Bayazıd II., cild 4, sayfa 2216; ve müteâkib sayfalarda Bayazıd Câmii, Hamamı, Medresesi v.s.; B.: Fâtih Sultan Mehmed, “Avnî Dîvânı”
Tema
Kişi
Emeği Geçen
Sabiha Bozcalı
Tür
Ansiklopedi sayfası
Paylaş
X
FB
Bağlantılar
→ Kullanım Şartları
→ Geri Bildirim
İstanbul Ansiklopedisi kayıtlarıyla ilgili önerilerinizi istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org adresine gönderebilirsiniz.