Entries
Examine all the Istanbul Encyclopedia entries from A to Z.
Volumes
Browse A to G volumes published between 1944 and 1973.
Archive
Discover Reşad Ekrem Koçu's works for the entries between letters G and Z.
Discover
Search by subjects or document types; browse through archival docs that are open access for the first time.
ERSOY (Mehmed Âkif)
“Samimî duyguları ile âlemi İslâmın çok büyük şâiri; kalbi, felâketli harblerin hâtıraları ile durmadan kanamış ve coşkun feryadlarını tertemiz, pürüzsüz Türkçe ile arşı âlâya yükseltmiş büyük bir vatan şâiri; Türk milletinin asâlet, kudret ve civanmerdliğine bütün varlığı ile inanmış ve bağlanmış, milletinin gördüğü haksızlıklara karşı kudretli kaleminin bütün şiddeti ile isyan etmiş ve bu uğurda hayatını istihkaar etmiş bir kahraman; Türklük ve Müslümanlığın vekarlı ve mağrur müdâfii, Çanakkale kahramanlık destanının ve Türk İstiklâl Marşının unutulmaz büyük şâiri; vezne ve lisana hâkim üstad; 1873 de İstanbulda doğdu, babası Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Mehmed Tâhir Efendidir.
“Fatih Rüşdiyesinde ve İstanbul İdâdîsinde okudu; âile muhitinde temiz ve heyecanlı bir dinî terbiye gördü. Babasını ondört yaşlarında iken kaybetmişdi; âilesi zengin değildi, hayatını kazanmak mecburiyetinde olmasına rağmen tahsilini bırakmadı, Mülkiye Baytar Mektebine girdi ve bu mektebi sınıfının birincisi olarak bitirdi. Bir tarafdan da Arabca, Farsca ve Fransızca öğrendi. Baytardı, fakat edebiyatı ve şiiri bir münevver adamın günlük tabiî meşgalesi kabul etmişdi. Mesleği icâbı Orman ve Ziraat Nezâretinde memur oldu. Rumeli, Anadolu ve Suriyede baytar müfettişi olarak dolaşdı; halk ile dü...
⇓ Read more...
“Samimî duyguları ile âlemi İslâmın çok büyük şâiri; kalbi, felâketli harblerin hâtıraları ile durmadan kanamış ve coşkun feryadlarını tertemiz, pürüzsüz Türkçe ile arşı âlâya yükseltmiş büyük bir vatan şâiri; Türk milletinin asâlet, kudret ve civanmerdliğine bütün varlığı ile inanmış ve bağlanmış, milletinin gördüğü haksızlıklara karşı kudretli kaleminin bütün şiddeti ile isyan etmiş ve bu uğurda hayatını istihkaar etmiş bir kahraman; Türklük ve Müslümanlığın vekarlı ve mağrur müdâfii, Çanakkale kahramanlık destanının ve Türk İstiklâl Marşının unutulmaz büyük şâiri; vezne ve lisana hâkim üstad; 1873 de İstanbulda doğdu, babası Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Mehmed Tâhir Efendidir.
“Fatih Rüşdiyesinde ve İstanbul İdâdîsinde okudu; âile muhitinde temiz ve heyecanlı bir dinî terbiye gördü. Babasını ondört yaşlarında iken kaybetmişdi; âilesi zengin değildi, hayatını kazanmak mecburiyetinde olmasına rağmen tahsilini bırakmadı, Mülkiye Baytar Mektebine girdi ve bu mektebi sınıfının birincisi olarak bitirdi. Bir tarafdan da Arabca, Farsca ve Fransızca öğrendi. Baytardı, fakat edebiyatı ve şiiri bir münevver adamın günlük tabiî meşgalesi kabul etmişdi. Mesleği icâbı Orman ve Ziraat Nezâretinde memur oldu. Rumeli, Anadolu ve Suriyede baytar müfettişi olarak dolaşdı; halk ile düşüb kalkdı. Köylünün, kasabalının ızdırablarını, memleketin harab, bakımsız hâlini yakından gördü. Milletin ruhundaki cevheri, yükselme iştiyak ve kaabiliyetini yakından tanıdı. 1908 inkılâbından sonra baytarlığı tamamen bırakarak kendisini edebiyata verdi. Seçkin kaleminin, derin bilgisinin hakkı olarak Halkalı Ziraat Mektebi ile İstanbul Darülfünunun edebiyat muallimliğine tâyin edildi. Şeyhülislâmlık Dâiresinde kurulan ilmî meclise âzâ oldu. Birinci Cihan Harbi mütârekesinin kara günlerinde Millî Mücâdele başlarken Anadoluya geçdi. Birinci Büyük Millet Meclisine Burdur meb’usu olarak girdi. Köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, coşkun şiirleriyle, âlimâne konferansları ile, hutbeleri ile, vaazları ile, sözlerine kattığı göz yaşları ile milleti vecd ve heyecanla silâh başına, cebheye koşduran büyük mürşidlerden biri oldu. Zaferden sonra, bâzı fikir anlaşmazlıkları yüzünden sessiz, gürültüsüz, iddiâsız Mısıra gitdi, orada kendisini tamamen ilme verdi. Kahire Üniversitesine Türk edebiyatı profesörü tâyin edildi.
“1936 da ağır hastalandı: “Vatanımda ölmek, vatanımın toprağına gömülmek isterim” diyerek İstanbula döndü. Hakkı olan coşkun sevgi ve hürmetle karşılandı. Vapurdan inip ölüm döşeğine yattı. 27 Aralık 1936 pazar günü akşamı saat 8,15 de Beyoğlunda Mısır Apartımanında vefat etti, ertesi sabah bu ölüm haberi, büyük şehrin tarihinde sayılı mâtem günlerinden birinin başlangıcı oldu. Cenâze namazı Bayazıd Camiinde cemaati kübrâ ile kılınan Mehmed Âkif Ersoy Edirnekapusu Şehidliğinde çok sevdiği iki arkadaşının, muallim M. Cevdet ile Babanzâde Ahmed Naim Beyin kabirleri arasında defnedildi. Şehidlikde Mehmed Âkif’in merkadinin bulunduğu yer hâlen Mehmed Âkif Meydanı adını taşır.
“Büyük adamın ebedî istirahatgâhına tevdi edilirken üstad heykeltraş Râtib Âşir Acudoğu tarafından alınmış yüzünün kalıbı merhumun âilesi elindedir, bu yüz kalıbının yeri, kadir ve kıymeti ne kadar bilinmiş de olsa ve âile eli değil, millî mefahirimizin hâtıralarını toplayacak bir müze, Ankaradaki Millî Kütübhânedir.
“Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi yıllarında Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad mecmualarındaki makaleleri, dinî ve ahlâkî kanaatlerin ifâdesinde yepyeni ve vekarlı bir cereyan açmışdı. Şiirlerini de “Safâhâ” adı altında toplamışdı. Safâhât yedi kitab olup şâir her birine ayrı isim vermişdi. Bu kitablar sırası ile şunlardır:
1. Safâhât
2. Süleymaniye Kürsüsünde
3. Hakkın Sesleri
4. Fatih Kürsüsünde
5. Hâtıralar
6. Âsım (Çanakkale Kahramanlığı Destanı bu kitabın bir parçasıdır.)
7. Gölgeler
“İlk altı kitab İstanbulda, sonuncusu olan Gölgeler Mısırda basılmışdır.
“Mehmed Âkif’in Türk irfan âlemine en büyük hediyelerinden biri de Kur’an-ı Kerîm tercümesidir. Ne kadar yazıkdır ki büyük şâirin kalemi ile yapılmış olan bu terceme neşredilmemişdir..” (R.E. Koçu, Elli Türk Büyüğü).
Çanakkale
Şu boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin!
..................................................................
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından
Alınır kal’a göğsündeki kat kat îman
..................................................................
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökden ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi,
Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,
“Gömelim gel seni tarihe..” desem sığmazsın,
“Bu taşındır.” diyerek Kâbeyi diksem başına,
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına,
Sonra gök kubbeyi alsam da rid ânâmiyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle,
Ebri nisanı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâyı uzatsam oradan,
Sen bu âvizenin altında bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem,
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem,
Tüllenen magribi, akşamları sarsam yarana
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana!
..................................................................
Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber
Sana âğuuşunu açmış duruyor Peygamber!
Bülbül
Bütün dünyâya küskündüm.. dün akşam pek bunalmışdım,
Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmışdım.
Şehirden çıkmak isterken sular zâten kararmışdı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmışdı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl,
Bu istiğrâkıtek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhitin hâli insâniyyetin timsâlidir, sandım;
Dönüp mâziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!
Çıkarken haşrolub beynimden artık bin müselsel yâd,
Zelâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşdurdu
Ki vâdîde bütün giryan eminler çağlayıb durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc dem lerdi!
Ağaçlar, taşlar ürpermişdi, gûyâ sûri mahşerdi.
— Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin,
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıp kızıl gülşen
Gezersin; hânümânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir bahâr isterse şâyed rûhi serbâzın,
Ufuklar, bu’di mutlaklar bütün mahkûmi pervâzın.
Değil bir kayde, sığmazsın kanadlandın mı eb’âda,
Hayâtın en muhayyel gaayedir ahrâra dünyâda.
Neden, böyleyse, mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır! Mâtem senin hakkın değil:. sâtem benim hakkım;
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım.
Tesellîden nasîbim yok.. hazan ağlar bahârımda,
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki, şarkın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ garba çiğnettim de çıkdım hâki ecdâdı.
Hayâlimden geçerken şimdi fikrim hercü merc oldu,
Salâhaddini Eyyûbîlerin, Fâtihlerin yurdu.
Ne zilletdir ki, nâkus inlesin beyninde Osmânın,
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı mevlânın.
Ne hicrandır ki, en şevketli bir mâzi serâb olsun,
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mâbedinde Yıldırım Hânın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki, vahdetgâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Hesapsız bîgünah işkenceler altında kıvransın,
Serilmiş gövdeler binlerce, yüzbinlerce doğransın,
Dolaşsın sonra islâmın haremgâhında nâmahrem!
Benim hakkım.. sus ey bülbül.. senin hakkın değil mâtem!
İstiklâl Marşı
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma.. Nasıl böyle bir îmânı boğar
Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacakdır sana va’dettiği günler Hak’kın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın!
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı..
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıkdır atanı;
Verme dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ.
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hüdâ
Etmesin, tek, vatanımdan beni dünyâda cüdâ!
Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli,
Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar, ki şahâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli..
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım,
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım
Fışkırır, rûhi mücerred gibi yerden nâşım,
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!
Ahmed Bülend REK
Mehmed Âkif’in ölüm haberi üzerine Türk basınında çıkan yazılar — “Evvelki gün, Beyazıt camiinin arkasındaki “musalla” taşında tabutuna el bağlandı. “Nazlı hilâl” omuzunda idi. Üniversite kapısından genç bir kalabalık akıyor ve meydanda birikiyordu. Arada memleketin tanınmış adamları da var. Her yüzde, canevinden vurulmuş insanların acısı seziliyor.
“Bir aralık bu insan denizi çalkandı ve tabut, başlar üstünde al bir dalga gibi yükseldi. Cenaze otomobili, ağzını açmış, bekliyordu. Gençler vermediler. Omuz üstünü de az görerek el üstüne aldılar. Tabutun altında üç dört nesil birleşmişti. Soğuktan morarmış yüzlerce parmak üstünde Mehmed Âkif taşınıyordu.
“Ayaklarda sevginin kanadı, ellerde saygının gücü ile meydan yürüdü; sokaklar yürüdü; Şehzadebaşı, Saraçhane, Fatih, Edirnekapu önümüzden gelip geçti ve ansızın kendimizi surun dışında, servilerin altında bulduk.
Mehmed Âkif’e gösterilen bu coşkun bağlılık, pek yerindedir. Memleket, kendi uğrunda yıpranan evlâtlarını unutmaz. Büyük şair ise, varlığının bütün değerli taraflarını yalnız vatan için harcamış bir adamdı. Yedi ciltlik “Safâhât” ında kendi derdinden bir satır yoktur. Kendi gönlünü, kendi acılarını bir yana atarak, bütün eserlerine yurdun gururunu, yurdun acısını sindiren büyük feragat karşısında hürmet ve biraz da hayretle eğilmek haksızlık ve insafsızlık olur.
“Edebiyatı Cedide” nin en kuvvetli olduğu günlerde, o da yazıyordu. Memlekette yepyeni bir akış varken, ve bu cereyan etraftan alkışlar toplarken, tek başına kalmak, kolay bir iş değildi. Ancak yollarının sonundaki aydınlığı görebilenlerdir, ki başkalarının izlerinde yürümezler.
“Safâhât” şâiri, sanat bakımından yepyeni bir şahsiyetti. Üslûbunda kimsenin hakkı yoktu. Fikirleri şunun bunun aksi sadası değil, kendi beyninin terkipleriydi. Heyecanında ise eşsizdi. İçi boşalmış kabuk göğüslerin tak tak öttüğü demlerde onun imanla dolu varlığı göklerin sesini verdi.
Balkan savaşının acısını, torunlarımız, onun eserlerinde tadacaklar. Yıkılan ocaklarla parçalanan kardeşlerimizin yasını ilk tutan o olmuştu. Urumellerinin yangınları onun mısralarında parladı, kanlı göç alayları onun hayalinden süzülerek yürekler yaralayıcı acılara büründü.
Süleymaniye ve Fatih kürsülerinde yalnız bu toprağın derdini konuşmuş, sade bu vatanın kurtuluş yollarını aramıştı. Anadolu dağlarında Türkün uğuldayan sesine ilk koşan şair odur. Bülbül, İstiklâl marşı bu kara günlerin alevden dokunmuş şiirleri sayılmıyor mu? Hele son yazdıkları arasında gördüğümüz Boğaziçindeki “Mevlûd” manzumesi kadar içli, coşkun ve her tarafı parpar yanan kaç tane şiirimiz var? Çanakkaleye giden şatafatlı heyet arasında o, yoktu; fakat bu şanlı savaş sırtlarının “Homer”i o oldu.
Kaynağı ne olursa olsun, eseri büyük, adamı yaratıcı yapan “heyecan”dır. Bu gönül radyumu ise, o müstesna insanda yaradılışın bütün cömertliğiyle yığılmıştı. Harcadıkça artıyor. Zenginliği göz kamaştırıyordu.
Ondaki sanat kudretine hiç imrenmedim. Çünkü bu, bence meselâ kanatsız uçmak kadar büyük bir “olmaz”dı. Fakat insanlığına yaklaşmak isteği ömrümün her çağında bir ideal olarnak yaşıyacaktır.
Başka söz olmadığı için bugün “Âkif öldü!” diyoruz. Sonsuzluğu eserlerinin büyüklüğünden alan hiç ölür mü? Âkifin Türkçe yaşadıkça anılacağına, dün tabutu altında yan yana dizilen dört neslin büyük kalabalığı şahittir.” (Hakkı Sühâ Gezgin, Kurun Gazetesi).
“... (Âkifin fikirlerini şöyle toplayabiliriz) Garp medeniyetinin iyi nesi varsa, din onları men’edemez; dinin reddettikleri ise, bu medeniyetin seyyieleridir. Biz Tanzimattan beri işte sâdece bu seyyieleri, yahut, zevâhiri taklit edip gelmekteyiz. Siz makine yapınız da isterseniz sini etrafına çömelip elle yemek yeyiniz. Şark şark, garp garptır. İslâm âleminden garp âlemine geçemeyiz. Çünkü bu medeniyetin bütün mâneviyatı hıristiyandır. Biz sosyal prensipleri ve ahlâkı, Müslümanlıktan ayrılmıyan bir medeniyete vücut vermeliyiz.
“Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadîm şiirini bir küfür saymıştır. Fikret’e verdiği sıfat Zangoç idi. Fikret de ona Monla Sırat adını takmıştır.
“Âkif, şapka kararı çıktığı vakit, onu eline alarak, başı açık rıhtıma geldi ve bir vapura binerek esir ve müslüman Mısıra gitti. Şüphesiz bütün inkılâplarımızın aleyhinde idi. Fakat şurası var ki, fikirlerimize düşmanlığı, onu asla, vatan menfaatine aykırı bir politika içine sürüklememiştir.
“Nihayet, başında şapkası, fakat karaciğerinde kanserle Türkiyeye döndü. — Onun hasretine dayanamadım, diyordu.
“İnandığı Allah’tan, bu Türkiyenin mes’ud ve kuvvetli kalmasından başka hiç bir şey dilemiyerek ölmüştür...” (Falih Rıfkı Atay, Yedi Gün).
“Altı ay evvel İstanbul rıhtımına yanaşan vapurun merdivenlerinden süzülen bir gölgeyi, birdenbire tanımamış, dikkatle yüzüne baktıktan sonra büyük bir faciaya kavuştuğumu anlamıştım. Mithat Cemalin o gün içinden derin ve dikenli bir:
— Eyvah!... sızmışdı.
“Üstad, Âkif hakikaten erimişti. Fakat çok nikbindi. Memleket havasının kendisine yeniden dirilteceğine inanıyordu ve bu inancını son dakikasına kadar kaykbetmetdi.
“Hastahanede tedavi edildiği müddetçe; odası, misafirlerle mütemadiyen dolup boşalıyor ve kendisi misafirlerini karşılamaktan ve onlarla konuşmaktan yoruluyordu. Nihayet bu vaziyetin önünü almak icap etti ve üstad, eski ve asîl bir dostunun oğluna ait bir köşke misafir olmıya davet olundu. Köşk Alemdağında olduğu için buranın havasından, suyundan, huzurundan da istifade edecekdi. Alemdağına kavuşmak onu cidden sevindirmişti. Haftada veya on günde bir şehre inerek dostlarını görecek, doktoru ile görüşecek ve tekrar Alemdağına dönecekti, hattâ kışı da orada geçirecekdi:
— Orada, bir ağacın dibine bir halı sererek uzanır, dinlenir, arasıra gezer dolaşır, temiz hava, bol güneş içinde yaşar, ve kendimi toplamıya gayret ederim... diyordu.
“Alemdağı seferleri tevâli ettikçe üstadın sıhhatten düştüğü göze çarpıyor, fakat Alemdağına gitmekten de vazgeçmiyordu. Çünkü orada, senelerce mahrum kaldığı memleket havasını daha bol, daha sâf buluyor, vaktini derin huzur içinde geçiriyordu. Fakat Alemdağından son dönüşü sırasında pek harap bir halde idi. Meş’um hastalığın son ve kat’î hücumlarını yaptığı besbelli idi. Fakat ölümünden iki gün evvel tekrar uzun uzadıya konuştuk. Gerçi dili biraz ağırlaşmıştı ve sözleri biraz zor anlaşılıyordu.
“Nihayet dün, üstadın halinde gündüzden bir tahayyül göze çarptı. Kendisi her zamankinden daha hallice idi. Konuşuyordu, fakat yalnız bırakılmak istemiyordu.
“Akşamlayın yedi buçuktan biraz sonra kısa bir nefes darlığı üzerine her şey bitti.” (Ömer Rıza Doğrul, Tan Gazetesi).
“... Ve nihayet işte Üniversite talebesinin kadir bilen değerli elleri üstünde şerefli bir tabut, Edirnekapuya doğru süzülüp gitti. İstiklâl marşı şairi, bugün şehidlikte inan ve iftiharla dolu bir göğüs gibi kabarmış taze bir toprak yığınından ibarettir ve gençliğin İstiklâl marşını söyliyen sağlam sesi bu mezarın üstünde bir saygı musikisiyle yükselip yankılanıyor.
“Günler geçecek ve biz yedinci Safâhatın mukaddimesindeki son mısraları hatırlıyacağız:
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz
İnler Safahâtımdaki hüsran bile sessiz
“Benim yetişme senelerim, Mehmed Âkif’in Tevfik Fikret’e Amerikan mektebinde vazife aldı diye çatttğıı ve o yüzden birçok kimselerin Âkif’e şiddetli hücumlarda bulunduğu yıllara rarstgelir. Onun adını ilk defa bu münasebetle duydum. Tevfik Fikreti o sıralarda hiç bir fikrî esaretin gölgesini taşımıyan, yeni, hür ve ileri bir hayatın özlentisini terennüm etmiş bir adam olarak ideal sayıyordum; Mehmed Âkif hakkındaki ilk intibaım, tamamiyle aleyhtedir.
“Seneler geçti; Mehmed Âkif’in eserlerini baştan sonuna kadar okudum; şâirin arûz veznine olan hâkimiyeti, Türkçeyi aruz çerçevesi içinde kullanıştaki ustalığı ilk bakışta göze çarpıyordu; dış mükemmelliği bir edebiyat eseri için elbette iyi bir takdimdir; fakat bu şekil güzelliğinin arkasında asıl insanı saran heyecanları ölçüye sığmıyan engin bir ruhun çarpıntılı musikisiydi. Mehmed Âkif’i okuyan dama, herşeyden önce “Büyük bir şâir” le karşı karşıya olduğunu kabul etmek ve san’atin insanı çekip götüren kudretine teslim olmak vaziyetindedir.
“Safâhât’ın yedi cildini baştan aşağıya kadar saran hava içinde şaire şairlik vasfını kazandırmış bir tapu senedi gibi dalgalanan heyecan, hangi menbalardan kuvvet almaktadır?
“Âkif’in şiirleirinde başlıca üç vasfın hâkimiyeti göze çarpar: İçtimaî, Millî, Dinî.
“Şâir, içinde yaşadığı cemiyetin manzaralarını fevkalâde kuvvetli bir mahallî renkle tasvir etmiştir. İstanbulun fakir ve orta halli sınıfı, bu şiirlerde maddî ve manevî haeyatının bütün akışı ile canlı, kuvvetli, elle tutulur, gözle görülür bir şekilde yaşar, dolaşır, düşünür, konuşur, ağlar.
“Mehmed Âkif, san’atin içtimaî bir kıymet olduğunu bilen bir adamdır. Ona nazaran san’at, kökü cemiyetin içinde olan bir varlıktır ve san’atkârın duygu ve düşüncelerini cemiyete aşılamak için kudretli bir vasıtadır.
“Şarkın asırlarca süren tevekkül, infirat, i’tizal, tenbellik, meçhul ve manevî bir kuvvetten yardım ummak ve oturmak şeklindeki tehlikeli alışkanlığını sarsmak için uğraşan şâir, tek bir manzumesinde gönül fantezisine, şahsî derdine, ferdî tahassüse yer vermiyor; şiirlerinde kütleyle meşgul olduğunu, içtimaî yaraları deşmeğe uğraştığını, cemiyete kendi düşüncesine göre yol çizdiğini görüyoruz. Mehmed Âkif bu sahada eşsiz bir san’atkârdır.
“Şairin eserlerinde bulduğum “Millî” olmak vasfını evvelâ şöylece izah edeyim: İçinde yaşadığı cemiyetin hayatını tipik hususiyetleriyle canlandıran yerli malzeme, yerli renk, yerli koku, yerli heyecan ve ifadeyi taşıyan bir san’at elbette millîdir; Mehmed Âkifte bu unsurlar tamamen vardır. Çanakkale ve Anadolu İstiklâl harplerinin göğsümüzü kanatlandıran muazzam heyecanı, ancak onun mısralarından tunçlaşarak ebediyete doğru muhteşem bir âbide halinde uzayıp gitmek imkânını buldu.
“Bu şiirlerin üçüncü vasfı “Dini” olmaktır; birçok kimseler bunu Âkifte birinci vasıf olarak sayarlar.
“Fatih Camii müderrislerinden İpekli Hoca Tahir Efendinin oğlu, aile içinde sağlam bir İslâm terbiyesi alarak yetiştikten sonra yüksek tahsilini Baytar Mektebinde yaptı; böylece müsbet ilimlerle olan teması Âkif’in İslâmlığını hurafelerden temizlenmiş, iyi ahlâk, içtimaî fazilet, sağlam ve geniş bir dindaşlık sevgisi halinde bir iman kılığına bürümüştü.
“Seneler benim Tevfik Fikret’e olan bağlılığımı azaltmamış, fakat başlangıçta Mehmed Âkif’e karşı duyduğum fena hissimi tamamen gidermiştir.
“Her kıymeti kendi şahsında ölçmek lüzumunu bir kere daha işaret edelim. ” (Refik Ahmed Sevengil, Kurun Gazetesi)
Kendi resminin altına şunları yazmışdı:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet?.. Hani ondan bile mahrumum ben
Daha yıllarca eminim ki hayâtın yükünü
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme, ilâhî, bir avuç toprağımı!
“Bu üç beyit Mehmed Âkif’in son şiirlerinden biri olmuşdur.” (Haber Gazetesi)
Reşid Hâlid GÖNÇ
Son fotoğrafından Mehmed Âkif Ersoy
(Resim: Kemal Zeren)
Theme
Person
Contributor
Kemal Zeren
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.
TÜM KAYIT
Creator
Reşid Hâlid Gönç
Identifier
IAM100051
Theme
Person
Type
Page of encyclopedia
Format
Print
Language
Turkish
Rights
Open access
Rights Holder
Kadir Has University
Contributor
Kemal Zeren
Description
Volume 10, pages 5214-5220
Note
Image: volume 10, page 5217
Theme
Person
Contributor
Kemal Zeren
Type
Page of encyclopedia
Share
X
FB
Links
→ Rights Statement
→ Feedback
Please send your feedback regarding Istanbul Encyclopedia records to istanbul.ansiklopedisi@saltonline.org.